YAZARLAR

'Ömer' diyeceğiniz belliydi

Hani Kürt sorununun altında yeni anayasayı arayan, yeni anayasadan da Erdoğan’ın bir daha seçilmesini anlayanlar “mayın tarlasında söğüt gölgesi arayanlar”dı. Oysa anladık ki anayasa değişe değişe kaytan, Erdoğan dayata dayata başkan oluyormuş; demek ki biz mayın tarlasında söğüt gölgesi aramıyormuşuz; Bahçeli söğütlerin gölgesine mayın yerleştiriyormuş.

"Hâl ve hareketlerinden ne diyeceğin, neyi kastettiğin zaten gün gibi ortadaydı" anlamında Anadolu’da bir deyim vardır: “Ağzını büzüşünden ‘Ömer’ diyeceğin belliydi.” Bahçeli için de cuk oturuyor. Her şey, TBMM 28. Dönem 3. Yasama Yılı Açılış Toplantısı’nda başladı. Bayram değil seyran değil enişte, daha dün kapatılmasını istediği DEM Parti grup sıralarına gelerek yetkililerle tokalaştı. Bahçeli’nin göstermelik jestinde boncuk arayanların bini bir para; Özgür Özel de bu Boncuk Arama Kurtarma Ekibi’ne dahil olmuştu o vakit: “Sayın Bahçeli’yle DEM’in el sıkışması Türkiye’de tansiyonu düşürür, kutuplaşmayı azaltır.”

O zaman da dilim döndüğünce söylemeye çalışmıştım, alışmadık dilde nezaket durmaz, var bunda bir bit yeniği diye. Gerçi o tarihlerde ağzından bal damlayan Bahçeli “Yeni bir döneme gir[erken], dünyada barışı isterken kendi ülkemizde [de] barışı sağlamamız” gerekir diyordu ama ben onun samimiyetsiz olduğunu, tıpkı aynı tarihlerde Özgür Özel’e de söylediği gibi DEM Parti’yle el sıkışmasının da siyaseten yapılmış, göstermelik bir girişim olduğunu düşünüyordum. Bahçeli “… fikirlerini kabul etmediğim, 40 yıldan bu yana Türkiye'nin birçok konusunda PKK'nın terör örgütü uzantısı şeklinde ifadede bulunanların yanına gitmek suretiyle ellerini sıkmam bu çağrıya dayalı bir kaynaştırıcı, birleştirici, Türkiye partisi olmanın işareti olarak görülmedir. Buradan başka bir anlam çıkarmak doğru değildir. Eş başkanı olan bir zatın da annesinin vefatını orada taziye olarak sunmak da bir insanlık görevidir.” dese de, “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. Uzattığım el ilk Meclis'in ve sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi aydınlığıdır. Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun gelin teröre cephe alın temenni ve teklifidir. Biz gelişi güzel, can sıkıntısından, anlık dürtülerle, dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkmayız. DEM'e düşen sorumluluk, uzanan elin kıymetini alması Türkiye partisi olmak için eşik olarak değerlendirmesidir." dese de Vehbi’nin kerrakesinin anlaşılması Bahçeli’nin niyetinin yeni bir Er Doğan’ı Kurtarmak filmi çekmek olduğu kısa sürede anlaşıldı.

Bahçeli’nin söyledikleri kelimenin tam anlamıyla tuhaftı. Tuhaftı çünkü söyledikleri kendisi ve temsil ettiği siyasî gelenek açısından eşyanın tabiatına, şimdilerde duymaya, alışmaya başladığımız şekliyle hayatın olağan akışına, MHP’nin varlık sebebine aykırıydı. O zaman da yine dilim döndüğünce ifade etmeye çalıştım, polarizasyon, toplumun kutuplaştırılması, her ne kadar Erdoğan popülizminin mihenk taşıysa da ontolojik değil konjonktüreldir; MHP içinse kutuplaşma, aksine, ontolojiktir; partinin varlığına mündemiçtir. AKP için bölünme, savaş vb. tehdidi (tıpkı şimdi de İsrail tehdidini diline dolaması gibi) politik bir manivela; MHP içinse politik dilini yasladığı, siyasal söylemini üzerine bina ettiği omurgadır. AKP, Erdoğan polarizasyon ve/ya tehdit algısı “ile”, MHP polarizasyon ve/ya tehdit algısı(ndan) “dolayı” siyaset yapar. Kürt sorununun çözümü Erdoğan’a oy kazandıracaktır; MHP’nin ise -eğer yerine yeni bir tehdit algısı yerleştiremezse- varlık sebebini ortadan kaldıracaktır. Erdoğan için işlevsel olabilecek olan bir “neo-açılım” Bahçeli için olsa olsa söylemsel olabilir.

ŞECAAT ARZ EDEN MERD-İ KİPTÎLER

Bahçeli grup toplantılarındaki repliklerini okumaya, şecaat arz etmeye devam etti. DEM Partililerin bile ağzını açık bırakacak şekilde Öcalan’a üstü örtülü af istedi. “Af” demedi ama umut hakkından bahsetti, onun DEM Parti TBMM Grubu’na gelip konuşma yapmasından bahsetti; üstü örtülü konuştu dedim ya.

Bahçeli’nin derdinin yaraya merhem olmak değil yarayı kaşımak, kanatmak, bir kuyuya taş atmak olduğu yine ayan beyan meydandaydı. Amacının dikkatleri gittikçe derinleşen ekonomik krizden başka tarafa çevirmek, yeni anayasa için Kürtlerin de desteğini almak olduğu o kadar belliydi ki. Yoksa, şunca yıldır siyasette yer alan Bahçeli, toplumu oluşturan tüm heterojenliklerin, toplumu oluşturan farklı sınıfların, kesimlerin, grupların; gençlerin, kadınların, işçilerin, işsizlerin, orta sınıfın; sosyalistlerin, liberallerin, milliyetçilerin, muhafazakârların, cumhuriyetçilerin… konuşmadıkları, örgütlenmedikleri, daha da doğrusu konuşmaya, düşünmeye korktukları; konuşmalarının ve örgütlenmelerinin olası bedellerini hesap etmekte bile zorlandıkları bir ülkede Öcalan’ı grup toplantısına davet ederek Kürt sorununu çözmeye kalkar mıydı? Lâfıgüzaf dedikleri bu değilse nedir. Düşünce özgürlüğü yoksa, örgütlenme özgürlüğü yoksa, bu özgürlükleri garanti altına alacak bir hukukî iklim yoksa, özetle demokrasi yoksa Kürt sorunu çözülebilir mi? Sorunun mağduru olan halk/toplum çözümün öznesi haline getirilmedikçe Kürt sorununu çözmek mümkün mü?

Halkın/toplumun çözümün öznesi haline getirilmesi için halkın heterojen olduğunu; halkın heterojen olduğunu kabul için de farklılıkların meşru olduğunu kabul etmek gerekiyor. Farklılıkların ötekileştirildiği, düşmanlaştırıldığı bir iklimde halkın özneliğinden bahsetmemiz nasıl mümkün olsun. Çoğulluğun çoğunluğa kurban edildiği bir toplumsal zeminde sadece halk adına konuştuğunu zanneden çakma diktatörlerin seslerinin çıkacağını; onların borusunun öteceğini kabul etmek zorundayız. Hiç kuşku yok ki, halk/toplum Kürt sorununun çözümünün öznesi olacaksa sırtını çoğulluğun meşruiyetine dayayarak özne olacaktır. Çoğulluk meşru değilse, çoğunluk buyuracaktır. Ya çoğulluğun zenginliğine dayanacağız ya da çoğunluğun adına konuşanların densizliğine katlanacağız.

Daha önceden de belirtmeye çalıştığım gibi "Sosyal medyada kendisine uzatılan kameraya konuşan genç kadının tutuklandığı bir ülkede; barış istediği için işlerinden atılan akademisyenlerin olduğu bir ülkede; gazetecilerin tutuklandığı bir ülkede; ötekileştirmenin, polarizasyonun resmî devlet politikası haline getirildiği bir ülkede; Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açık kararlarının uygulanmadığı, görmezden gelindiği bir ülkede; ekonomik krizin halkın iman tahtasına oturduğu bir ülkede; mafyanın adalet dağıttığı bir ülkede; ip üstünde yürümenin yazı yazmaktan daha az riskli olduğu bir ülkede; mafyanın sokakta jonglörlük yaptığı bir ülkede; sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun öldürülmesinin soap-opera yapılıp seyredildiği bir ülkede; yeni doğan bebelerin adına özel hastane denilen kârhanelerde ölüme terkedildiği bir ülkede Kürt sorunu tartışılır mı?”

ANAYASA DEĞİŞE DEĞİŞE KAYTAN, ERDOĞAN DAYATA DAYATA BAŞKAN

Oysa her şey bir şey içindi: Anayasayı değiştirmek ve Er Doğan’ı kurtarmak. Bahçeli o günlerde Kürt sorununun altında yeni anayasa tartışmalarının yattığını söyleyenleri “…mayın tarlasında söğüt gölgesi aramak” ile suçluyordu. Ama bir hafta geçti geçmedi çıkardı dilinin altındaki baklayı: “Aklında hala soru işareti olanlar varsa, son tahlilde diyeceğim de şudur: Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasî ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir? Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılının inşası için Sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir”

Hani Kürt sorununun altında yeni anayasayı arayan, yeni anayasadan da Erdoğan’ın bir daha seçilmesini anlayanlar “mayın tarlasında söğüt gölgesi arayanlar”dı. Oysa anladık ki anayasa değişe değişe kaytan, Erdoğan dayata dayata başkan oluyormuş; demek ki biz mayın tarlasında söğüt gölgesi aramıyormuşuz; Bahçeli söğütlerin gölgesine mayın yerleştiriyormuş. Demek ki Cumhur-Limited İttifakı/Şirketi Kürt sorununun çözümünden anlaya anlaya yeni anayasayı; yeni anayasadan da anlaya anlaya Erdoğan’ın yeniden seçilmesini anlıyormuş. Demek ki “Ömer” diyecekleri ağızlarının büzülüşünden belliymiş. Demek ki her şey yine Bahçeli’nin sözleriyle “dümenden ve düzenden”miş.

Ne diyelim: “Dürüst ol ciğerimi ye”

Keyifli günler….


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.