YAZARLAR

On saniyelik bir mesele değil!

Bu hafta gösterime giren ‘On saniye’, bir tiyatro oyunundan esinlenmiş, nerdeyse iki oda gibi çok kısıtlı bir mekanı kullanıyor ve başarılı olma sorumluluğunu asıl olarak diyaloglara ve başrolü paylaşan oyuncularına yüklüyor. Ancak hikayenin çıkış noktası, gidişatı, tetiklenen ve yaşanan olaylar ve belki de asıl olarak senaryonun varacağı noktalara asla uluşamaması filmin pozitif noktalarını gölgeliyor.

Bilindiği üzere bir tiyatro oyunundan esinlenmiş sinema filmleri oldukça kısıtlı bir mekan kullanırlar. Bu kısıtlı alan kullanımı bir uyarlama olan filmin bütçesinde ciddi bir ‘rahatlık’ sağlasa da bizce ilk gözetilen şey bu değildir. Filmin yaratım sürecinde, esinlenilen tiyatro oyununun senaryosunun başka bir sanat dalıyla uyuşup uyuşmayacağı, bu ‘geçişte’ sinema filminin işlenen konu bazında ‘yeni pencereler’ açıp açmayacağı ve de belki de en önemlisi tiyatro seyircisinin rahatlıkla kabul edeceği ‘mekan darlığının’ sinema filminde bir tıkanmışlık, hantallık veya kısırlık duygusu yaratıp yaratmayacağı gibi sorular başta film ekibi olmak üzere herkesin aklında belirir!

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Bir filmin bütçe olanaklarının ilk planda olmasa da konu seçiminde hiç etkili olmadığını söylemek biraz abartılı olabilir. Örneğin Peter Jackson, kendisine milyonlarca dolarlık, devasa bütçeli ‘Yüzüklerin Efendisi’ gibi projeler emanet edilmeden önce sinemada ilk adımlarını (‘Bad Taste’ vb.) evinin bahçesinde, arkadaşlarını toplayarak gerçekleştirmişti! Ancak dediğimiz gibi bu tarzda tiyatro uyarlamalarına (kariyerinin ilerleyen yıllarında) Roman Polanski veya Kenneth Branagh gibi isimlerin de ‘el attığını’ gözönüne alırsak bu maddi olanak bizce ikinci planda kalıyor. Hatta büyük üstat Alfred Hitchcock bile ‘İp’ veya ‘Dial M for Murder’ gibi filmlerinde de benzer koşulları seçmişti.

Bu hafta gösterime giren ‘On saniye’, tahmin edileceği üzere bir tiyatro oyunundan esinlenmiş, nerdeyse iki oda gibi çok kısıtlı bir mekanı kullanıyor ve başarılı olma sorumluluğunu asıl olarak diyaloglara ve başrolü paylaşan oyuncularına yüklüyor. Ancak ne yazık ki film yönetmenlik ve oyunculuklar açısından başarılı olsa da hikayenin çıkış noktası, gidişatı, tetiklenen ve yaşanan olaylar ve belki de asıl olarak senaryonun varacağı noktalara asla uluşamaması filmin pozitif noktalarını gölgeliyor. Yani bizce burada bir beceri veya yetenek eksikliğinden ziyade bir senaryo problemi göze çarpıyor.

Burada şunu da eklemekte yarar var: Film, esinlendiği çok başarılı bir tiyatro oyununun yüzünü kara çıkaran bir yapım değil. Çünkü filmde dikkatimizi çeken boşluklar tiyatro oyununda da göze çarpmış ve eleştiriler almış!

Konuya değinecek olursak: Bir yavru kediyi katleden, üstelik bunu internette yayınlayan bir öğrenci eğitim gördüğü özel William Kolejinden uzaklaştırılma cezası almıştır. Velisi olan annesi bu durumu önlemek ve okul kararını geri aldırmak için rehber öğretmenle görüşmeye gelir. Bu görüşme, yaşanan olayla kısıtlı kalmayacak kişisel suçlamalar, sorumluluktan kaçmalar ve açıklanan sırlarla daha da gerilimli bir hale dönüşecektir.

ÖZEL OKULUN ŞIKLIĞI!

Filmdeki ana olayın normal bir devlet ortaokulunda değil de özel William koleji gibi muhtemelen yüksek puan gerektiren, pahalı, lüks ve bazı kesimlere özel bir kontenjan ayırdığı belli olan bir eğitim merkezinde geçmesi göründüğünden çok daha büyük bir önem taşıyor. Çünkü ister istemez sosyal sınıf farklılıklarını keskin çizgilerle ayıran bu mekan, hem iki ana karakter olan Yasemin (söz konusu öğrencinin annesi) ile İpek (rehber öğretmen) arasındaki gerilimi arttırıyor hem de işlenen kedi cinayetinin vahametini (bizim değil karakterler açısından) tartışmaya açıyor!

Bergüzar Korel (Yasemin)

Öğrencinin annesi Yasemin’in kibirli, bencil, zengin ve zaman zaman saldırgan tavrı İpek’in idealist, dürüst ve profesyonel duruşuna adeta ‘tosluyor’ ve savunmalarının yetersiz olduğunun farkına varan Yasemin bir süre sonra İpek’i, gelmiş olduğu kırsal kesimden, eskiden ait olduğu sosyal sınıftan ve aralarında hâlâ var olan maddi farklıklardan ‘vurmaya’ çalışıyor.

Belli aralıklarla alevlenen tartışmada sık sık ‘Ama burası William Koleji!’ veya ‘zaten dönemin bitmesine sadece 1 ay kaldı!’ gibi sözlerle okulun ayrıcalıklı ve elit konumunun altı çiziliyor. Yasemin sanki işlenen bir suç, üst sosyal sınıfa ait birisi tarafından üstelik yine üst sosyal sınıfın gidebileceği bir yerde işlenirse hafife alınması, çok umursanmaması hatta göz ardı edilmesinin (kendine göre tabii) gerekliliğini hatta haklılığının savunuyor.

Bige Önal (İpek)

TOPLUMSALI KİŞİSELE İNDİRGEMEK…

Filmde bahsettiğimiz bu sosyal sınıf çatışması, en baştan bazı emareler verse de asıl yerini ikinci yarıda buluyor. Yasemin ve İpek arasındaki tartışma iyice kişisel bir boyuta inmeden önce Yasemin’in çocuğu olan Özgür’ün işlediği suç üzerine yoğunlaşıyoruz. Burada anne Yasemin’in bu olayı hafifletmek için yaptığı savunmalar biraz yersiz duruyor: Kurban bayramlarında dökülen hayvan kanını ve bazı ülkelerde yenilen kedi ve köpek etini bahane etmesi veya son kertede ‘Çocuğum insan öldürmedi ya’! diye itiraz etmesi karakterinin sorunlu yanını daha da açığa vuruyor.  

Ancak bizce asıl problem bu karakterin tutarlı ve tartışmayı belli bir dengeye oturtabilecek diyaloglarının olmamasından kaynaklanmıyor; hayvan katli üstelik bunun çekilip internete koyulması ve ne yazık ki bunu izlemeyi ilginç bulan hatırı sayılır sayıda bir kesim insanın olması hikayeyi çok daha toplumsal bir boyuta taşıyacakken senaryo sürekli kişisel planda kalmayı seçiyor. Yeni bir jenerasyonun artık sabır ve nezaket göstermeden, ilginç görüneni ilginç olana, hemen tüketilmeye hazır olanı minimum bir konsantrasyon gerektirene ve bir anda ünlenmeyi emek vererek bir yer gelmeye tercih ettiği bu dönemde, anlatılan olay çok daha evrensel bir temaya oturabilecekken daha çok münferit ve kişisel bir boyuta indirgeniyor.

İYİ Kİ YÖNETMENLİK VE OYUNCULUKLAR BAŞARILI!

Peki, özellikle ilk bölümde konuşmaların dallanıp budaklanıp tekrar ve tekrar aynı noktaya bağlanmasına, sert kavgalarla hatta fiziksel şiddete varan eylemlerden sonra karakterlerin tekrar sakinleşmesinin pek inandırıcı olamamasına ve hikayenin gerçek potansiyelini ortaya koyamamasına rağmen nasıl 1 saat 12 dakika süren bu filmde sıkılmıyoruz veya konsantrasyon olarak ‘dağılmıyoruz’?

Ceylan Özgün Özçelik

İlk neden tabii ki yönetmenlik: Ceylan Özgün Özçelik daha önceki filmleri ve özellikle ‘Kaygı’ filmiyle dramatik bir ortam, gerilimli ve endişe verici bir atmosfer kurma konusundaki başarısını göstermişti. Burada sadece iki odada ve iki kişi arasında geçen sekanslarda, geçilen duygusal etaplara göre kamera açılarını değiştiriyor, bazen isteyerek çarpık kadrajlar kullanıyor, zaman zaman karakterlerin yüzünün tamamını görmüyoruz. Bu hareketli ve adeta ‘nefes alan’ kamera kullanımı filmi bir ‘konuşan kafalar’ formatının çok dışına itiyor!

Filmdeki ikinci güçlü nokta ise oyunculuklardan geliyor: Artık güzelliğini olabildiğince geri plana atıp oyunculuk yeteneğini iyice geliştiren Bergüzar Korel bu snop, çıkarcı ve şekilci karaktere insani bir boyut katmayı beceriyor. Karşısında özellikle ‘Bir başkadır’ dizisinden tanıdığımız Bige Önal güzel bir denge noktası oluşturuyor.

Sonuçta yönetmen Özçelik’in bu filmi kusurlarına rağmen kendini izlettiriyor. Ama keşke anlatılan hikaye biraz daha incelikli ve derinlikli ele alınsaydı! Sonuç çok daha farklı olurdu herhalde!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .