Onat Kutlar'ın külleri arasında
Onat Kutlar’ın Paris, Valensiya, Barselona, Frankfurt ve Cenova şehirlerinde tuttuğu notlar 'Kül/Günlükler' adıyla Kırmızı Kedi Yayınları tarafından okurla buluştu. Kutlar’ın hem sanatsal izleğini anlamak hem de iç dünyasına dair fikir sahibi olmak için 'Kül/Günlükler' değerli bir kaynak niteliği taşımakta.
Özellikle edebiyat ve sinema alanında büyük katkıları olan Onat Kutlar’ın 1962 yılında Paris, Valensiya, Barselona, Frankfurt ve Cenova şehirlerinde şubat-temmuz ayları arasında geçirdiği dönemde aldığı notlar Kırmızı Kedi Yayınları tarafından 'Kül/Günlükler' adıyla yayımlandı. Kitap, Onat Kutlar’ın hem sanatsal izleğini anlamak hem de onun iç dünyasına adım atmak için bir kaynak niteliğinde.
1936 yılında doğan Onat Kutlar küçük yaşta şiir ve öykü türleriyle edebiyata atıldı. Daha sonra ilk kitabı 'İshak' ile 1960 yılında Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Fethi Naci, “Adam Öykü” dergisinde “Onat Kutlar’ın Hikâyeleri” başlığını taşıyan yazısında bu kitabın büyülü gerçekçilik akımının ilk meyvelerinden biri olduğunu söylemekte: “Onat’ın yaptığını Márquez yapınca buna ‘büyülü gerçekçi’ diyorlar. Márquez’in adını bile duymadığımız yıllarda (Sanırım o yıllarda Kolombiya'da da tanıyanı pek yoktu!) yirmi yaşlarında Onat Kutlar, Türkiye’de, büyülü gerçekçiliğin (O yıllarda bu terim de bilinmiyordu!) ilk örneğini veriyordu.”
Nitekim bu terimin ilk defa 1925 yılında Alman eleştirmen Franz Roh tarafından zikredildiği göz önüne alınırsa Naci’nin tespiti yanlış sayılmayacaktır. Bu noktada durmakta fayda var zira büyülü gerçekçilik akımı fantastik yazınla dirsek temasında gözükse de farklı bir izleği vardır. Fantastik, gerçeğin sınırlarından taşar, yepyeni bir anlatı olarak karşımıza çıkar fakat büyülü gerçekçilik ismiyle müsemma olarak bu sınırı aşmaz tam serhatte durur. Mitlerden, efsanelerden, masallardan beslenir çünkü bu türler kolektif bilinç dışının anonim ürünleri olduğundan özünde daha derin bir gerçekliğe sahiptir. Günlüklerde de “MYTHOS, FANTEZİ OLMAMALI. GERÇEKLİĞİ YİTİRMEMELİ” diye büyük harflerle bu ilişkinin altını çizer Kutlar. Zaten yazar, “gizli mesleğim” olarak nitelediği mesleğin “Pan mesleği” olduğunu söylemekte, mitik anlatıya göz kırparak kendini bir masal anlatıcısı olarak görmektedir.
“Yalnız sonsuz sevgiyi anlatmayı düşünüyorum. Duran, büyüyen o uçsuz gölde benim yerim nedir ki? Yaşama sürüp gidecektir. İşim bu masalı anlatmak.” (s.33)
Pan, Yunan mitolojisinde satirlerin ve çobanların yarı keçi yarı insan suretindeki tanrısıdır. Aynı zamanda hedonizmin de simgesidir. Zaten sonsuz sevgiyi anlatmanın peşinde olan Kutlar, çilecilikle bağlantılı olan her yola karşıdır. “Cynique davranış. İğreniyorum. Humour’la bile ilgisi yok.” (s.40) Başka bir yerde de Hıristiyan çileciliği olan ascétisme’e ve mistisizme karşı olduğunu belirtir. Bu bağlamda, “oyun” kavramından hareket eden sinema ve tiyatrodan etkilenmektedir.
“Tiyatro konusunu düşünmem, bir yazar olarak sanat eserini kavrayışıma bazı yenilikler getirdi. Romanla birlikte giriştiğim bir çeşit ayıklama işine yepyeni bir ışık düştü. Şunu düşünüyorum: Eskiden hikâye yazarken sık sık başvurmaktan korkmadığım image ve tasvir dokusu eserime istemediğim halde bir çeşit yapaylık daha doğrusu ‘litteraire’ görünüş karıştırıyordu. Romanla birlikte bu durumu kesin olarak önlemek gerçeği ortaya çıktı.” (s.77)
“Ve romancılık her zaman her şeyden önce bir anlatıcılıktır. İşte oyun sanatı bana ‘edebiyat’ olandan kurtulma konusunda yepyeni bir kesinlik getirdi.” (s.78)
Bu etki Kutlar’ın edebî olandan ve edebiyat sayılandan kurtulma çabasından kaynaklanır. Hatta dönemin roman sanatına yeni bir isim bulur: Anlatıcılık sanatı. Ona göre yazarın kişiliğine sıkı sıkıya bağlı olan yaratılar edebiyat değildir. Edebiyata ulaşmak için önce onu yıkmak gerekir. Böylece, günlük metinlerinden yazarın poetikası hakkında fikir edinme şansını buluruz.
Temas edilmesi gereken bir diğer husus da bizzat günlük türünün kendisidir. Bugün hâlâ amfilerde “ikincil kaynaklar” olarak öğretilen bu türün tarihe ışık tuttuğu noktayı iyi saptamalı zira 19. yüzyıldan kalma tarih yazımı kuramı tarihçiye kabaca şu ödevi verir: Tarihçi boş bir kafayla arşive girer, belgeleri okudukça kafasında bir fikir şekillenir ve bunu yazıya döker. Ancak bu görüş zamanla yıkılacaktır çünkü arşiv kaynaklarında halka yer verilmez, yani tarihin asıl öznesi eksiktir. Zamanla tarih edebiyat, sosyoloji, antropoloji gibi bilimlerle farklı yazım biçimleri kazanır. Özne sorunsalı kapsamında anı, günlük, mektup gibi türler ön plana çıkar. Bu sefer de “İnsan günlük tutarken ne kadar dürüsttür?” sorusu öne çıkar. Bu türlerin doğruluğu sorgulanır. Sorunun cevabı olmasa da yüzyıllardır devlet eliyle yok edilen, değiştirilen hatta yeniden yazılan arşiv kayıtlarının doğru olduğu kadar doğrudur, desek yanlış sayılmaz. Kutlar da bunun farkındadır:
“Kimi günler günlükte bazı oyunlar yapıyorum. Tembellik yüzünden. Gördüğüm, yaşadığım bazı şeyler bana bu konudaki düşünceleri not etmek isteğini verince hemen oturup yazmalıyım değil mi? Oysa böyle yapmıyorum. Tembellik, başka şeyler not almayı sonraya bıraktırıyor. Aradan zaman geçince de, örneğin 20 Haziran’da, 17 Haziran’a değgin olaylardan söz açmak hoşuma gitmiyor. İşte o zaman bir oyun oynuyorum: Deftere 20 Haziran yerine 17 Haziran tarihini atıp olayları o gün yaşamışım gibi anlatıyorum.” (s.79)
Bu farkındalık onun kişisel bir tarih bırakma arzusundan ileri gelir. Okuru bunu düşünmeye sevk eden ise yazarın bazı isimleri gizli tutmasından. Bu gizlilik, Kutlar’ın günlüklerinin bir gün yayımlanacağını öngörmesiyle açıklanabilir sadece. Yine de iç dünyasıyla ilgili okurdan saklamadığı iki duygu ön plana çıkar. İlki anne sevgisidir ki annesinden mektup alamayınca epey kederlenir. Hatta ona duyduğu sevgi bazen Anadolu ağzıyla “anam” diye dökülür kaleminden. İkinci duygu ise Sevil’e (Akdoğan) duyduğu aşktır. Bunu sık sık zikreder, onunla evlilik hayali kurarak bir an evvel yanına dönmek ister. Barselona’da “Hotel Paris-Sevilla” tabelasını görünce kalemi yine coşar:
“Muştular gülüm, geliyorum. Ne çok anlatılacak şey var sana.” (s.65)
Son olarak, Türkiyeli her aydın gibi Batı-Doğu kıyası içerisinde bulur kendini. Batı’dan öğrendiklerini sorgular. Öncelikle Batı “uygarlığı” ülküsüne karşıdır, hatta bu ülküye kapılmayan, aksine karşı duran Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy’u över. Ne Camus ne de Sartre hayranıdır, hatta insanın cehenneminin öteki değil, kendisi olduğunu söyleyerek Sartre’ı inceden hicveder. Onun meselesi zihnin sorunlarına saplanıp kalmadan ortaya bir fiiliyat dökmektir. Burada sıkça alıntı yaptığı Bergson’un sezgicilik felsefesine, Nietzsche’nin Dionysos diyalektiğine yaklaşır. Bergson’a göre özgür hareket gücünü zamanın yaratıcı etkisinden alırken, Nietzsche de uyumun, nizamın tanrısı Apollon’un karşısına şarabın, tutkunun tanrısı Dioynsos’u koyarak bir diyalektik inşa eder. Kutlar, “Özgürlük dışımızdaki dünyaya açılmamızla başlar. Benim dışımdaki dünyaya açılışım tutku ile oluyor. Seviyorum, kızıyorum, coşuyorum” diyerek bunu ifade eder. Evrende mantıksal bir düzen olmadığını, psikolojiyi de aşan bir tutkunun evreni ayakta tuttuğunu söyler. Buradan hareketle sarsıcı bir Batı-Doğu kıyası yapar günlüklerin sonuna doğru:
“Türkiye’de nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyorum. Ama doluyum, güçlüyüm, kararlıyım. Bu kez kendimden başka dayanağım olmadığını bilerek gidiyorum. Hepsinin üstesinden geleceğime güvenim var. Batı’nın bana kazandırdığı tek şey bu sanıyorum: Yaşamaya sıkı sıkıya yapışık bir experience (burada yaşantı sözü anlatmıyor sanırım). Bu experience’ın en önemli yanı da ayrıca özel olarak “açık davranma” alışkanlığını getirmesi oldu. Türkiye’de bu çok güçtü. O Doğulu iki yüzlülüğü içinde başka türlü davranmak hemen hemen imkânsızdı. Şimdi sözümü sonuna kadar söyleyebiliyorum. Bu da yeter!” (s.83)
Gerçekten de yazar 30 Aralık 1994’te The Marmara otelindeki saldırıda ağır yaralanıp 11 Ocak 1995’te hayata gözlerini yumana kadar sözlerini sonuna kadar söylemiştir. Ardında 'İshak' isimli öykü kitabı, 'Sinema Bir Şenliktir', 'Yeter ki Kararmasın', 'Bahar İsyancıdır' isimli deneme kitapları 'Peralı Bir Aşk İçin Divan', 'Unutulmuş Kent' isimli şiir kitaplarıyla 'Hakkâri’de Bir Mevsim', 'Hazal', 'Yusuf ile Kenan' gibi senaryolar ve daha nice eser bırakmıştır. Fransa’da Sanat ve Edebiyat nişanına layık görülen yazar, Türk Sinematek Derneği, İstanbul Film Festivali Düzenleme Kurulu, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi mecralarda çalışmıştır. Gerek sinema gerek edebiyat alanlarında Türkiye sanatına bunca katkı sağlayan Onat Kutlar’ın hem sanatsal izleğini anlamak hem de iç dünyasına dair fikir sahibi olmak için 'Kül/Günlükler' değerli bir kaynak niteliği taşımakta.