Önce ağaçlar ve kadınlar
Doğa üzerinde iktidar kurmaya çalışan eril zihniyet, kadına da ağaca da aynı şekilde davranıyor. Onlara hükmetmeye çalışarak yaşamı söndüreceğine inanıyor. Ne mümkün! Yaşam sönmez, yaşam sürer.
Bir ülke düşünün ki ağaçlara da kadınlara da aynı şekilde davranıyor. Onlar üzerinde eril bir tahakküm kuruyor, onlara şiddet uyguluyor. Ne ağacı rahat bırakıyor, ne kadını. Ne ağacın hakkını savunuyor ne de kadının…
Gündemde yine zeytin ağaçları var. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün böyle bir gündemin üzerine gelmesi oldukça manidar. 2014 yılında Manisa'nın Soma ilçesine bağlı Yırca köyünde termik santral yapmak amacıyla 6 bin adet zeytin ağacının katledilmesini ve köylü kadınların ağaçların başında nasıl nöbet tutup ağıt yaktıklarını hatırlarsınız belki. İzlediğim bir videoda köylü bir kadının söylediği şu cümleleri unutamıyorum;
“Aynı evlat gibidir bu zeytin, bizim için evlattan hiçbir farkı yoktur. Yetiştirdiğimiz bu evlatlarımız kesiliyor. Bir çocuğun el ve ayağını kesebilir misin? Zeytinlerimizi çocuk gibi yetiştirdik. Canımızı alıyorlar. Biz para pul değil, canımızı istiyoruz.”
Şimdi de zeytinler, maden rantına kurban ediliyor. Ağaca bu kadar düşman olmak, bu ülkenin tarihinde daha önce görülmüş müdür bilmiyorum.
Bir dostum aktarmıştı, -belki çoğumuz için batıl olduğu düşünülen- kötü bir şey akla geldiğinde kulağımızı çekip tahtaya vurmanın anlamına dair;
Afrika kabilelerinde insanlar canları sıkıldığında, kötü duruma düştüklerinde, kötü enerji hissettiklerinde hemen bir ağaca sırtlarını dayarlarmış çünkü bir ağacın ruh taşıdığına inanılırmış ve ağacın ruhundan güç alırlarmış. “Ben senin ruhuna dayandım, bu kötülükten kurtar beni, bana iyi bir yaşam sağla!” Tahtaya vurmak, ağaçtan destek almak anlamına geliyormuş.
Ağacın canlı bir varlık olarak ruhu olduğuna inanılması birçok ilkel kabilede rastlanan bir şey. Sözgelimi Doğu Afrika’da Wanika’lar her ağacın, özellikle de her hindistancevizi ağacının bir ruhu olduğunu hayal eder, bir hindistancevizi ağacının yok edilmesine anne katilliği gözüyle bakılır, çünkü anne nasıl çocuğuna hayat ve besin verirse o ağacın da insanlara aynı şeyi yapacağı düşünülürmüş. Maluku Adaları’nda karanfil ağaçları çiçeğe durmuşken onlara hamile kadın muamelesi yapılırmış. Yakınlarında gürültü yapılmaz; geceleyin yanlarından ışıkla ya da ateşle geçilmez; hiç kimse başında şapkayla onlara yaklaşmaz hatta başında ne varsa çıkarmak zorunda hissederlermiş. Bu önlemler, ağaçlar korkmasın ve meyve tutmazlık etmesin diye alınırmış aksi halde gebeliği sırasında bir şeyden çok korkmuş bir gebe kadın gibi çok geçmeden meyvesini dökermiş. Kongo bölgesinin bazı kabilelerinde gebe kadınlar, belli bir kutsal ağacın kabuğundan kendilerine giysiler yaparlar, bu ağacın kendilerini çocuk doğururken karşılaşacakları tehlikelerden koruyacağına inanırlarmış.* Ağaç bu denli yaşayan, yaşamı sürdüren ve insanın onunla son derece bağ kurduğu bir varlık olarak hayatın dışında değil, en içinde, en temelinde yer alırmış. Şimdilerde ise yaşanan inşaat çılgınlığı, rant düşkünlüğü sonucunda tanık olduğumuz ağaç düşmanlığı, ağaca karşı gösterilen şiddet, insan canlısının açgözlülüğünün hazin bir dışavurumu. Kendisini gezegenin merkezi sanan insan, kendi cehennemine en çok ağaca düşman olarak, doğayı tahrip ederek odun taşıyor belli ki…
Her insanda ölüme ve yaşama dair eğilimler bir arada bulunur (Eros ve Thanatos). Kişinin nereye meylettiği, neyi çoğaltmak istediği, neyi tercih ettiği onun yaşam öyküsünü oluşturuyor. Erich Fromm’un Sevginin ve Şiddetin Kaynağı başlıklı kitabında geçen bir makalede “ölümsever” diye ifade ettiği, kendilerini bütünüyle ölüme adamış kişiler vardır; bu kişiler çıldırmışlardır. Onlar ancak ölümden bahsederken canlanırlar. Yaşarken yaşamı değil ölümü, gelişmeyi değil yıkımı severler. Onlar yaşam veremediği için yaşamı yok etmek, parçalamak ister, gücünü kötüye kullanırlar. Ağaçla, hayvanla, doğayla, kadınla oynanan yıkıcı bir oyunun başrol oyuncusudurlar. İçten içe hissettikleri değersizliği, güçsüzlüğü ötekine yansıtıp öteki üzerinde eril tahakküm kurarlar. Fromm’a göre bu yıkıcılığın tek çaresi insanın içindeki yaratıcılığı, insanca güçlerini üretici bir şekilde kullanma yetisini geliştirmektir. Şiddet, yaşanmamış bir yaşamın sonunda zorunlu olarak doğar. Ölümsever kişi, yaşamın karşısındadır, onu yaşamayı bilmez.
Dünyanın ağaçlarla ve kadınlarla daha güçlü olduğunu inkar etmenin bir yolu sanırım bu ölümseverlikten, şiddetseverlikten geçiyor. Yaşamı ve dahi yaşamayı bilmeyen toksik erkeklik, ağaçları kesiyor, kadınları öldürüyor. Doğa üzerinde iktidar kurmaya çalışan eril zihniyet, kadına da ağaca da aynı şekilde davranıyor. Onlara hükmetmeye çalışarak yaşamı söndüreceğine inanıyor. Ne mümkün! Yaşam sönmez, yaşam sürer.
8 Mart vesilesiyle ekolojinin olmadığı bir feminizmden, feminizmin olmadığı bir ekolojiden bahsetmenin son derece güdük kalacağını belirtmek isterim. Kadın haklarını savunurken doğa haklarını görmezden gelemeyiz. Ha keza doğa haklarını savunurken kadın haklarını da görmezden gelemeyeceğimiz gibi… Ekofeminizm tam da bunun üzerine kurulmuştur. Ekofeminist yazar Karen Warren’ın ortaya koyduğu ekofeminizmin dört şartını bu bağlamda düşünmeyi ısrarla öneririm;
1- Kadınlar üzerindeki tahakküm ile doğa üzerindeki tahakküm arasında düzenli bir bağ vardır.
2- Kadınların uğradığı zulümle doğanın uğradığı zulüm arasındaki bağlantıların anlaşılması gereklidir.
3- Feminist teori ve pratik, ekolojik bir perspektif taşımak zorundadır.
4- Ekolojik sorunlara getirilen çözümler feminist bir bakış açısına sahip olmalıdır.
Israrla yaşamı savunmak, kötülüklerle bir baş etme biçimi olabilir. Çünkü unutmamak gerekir ki yaşam da iyilikler de bulaşıcı. Dünya bizim evimiz, insanın bir ağaçtan, bir kediden, kurttan kuştan daha ayrıcalıklı bir tarafı yok. Dünya insanın etrafında dönmüyor, dünya insanın da içinde olduğu bir yaşamın etrafında dönüyor.
* James George Frazer, Altın Dal, YKY
* Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Bağlam Yayınları