Önemli olan tek şey yazmasıydı ve yazdı: William Saroyan
Aras Yayıncılık’la birlikte altı kitaplık William Saroyan dizisini yöneten Aziz Gökdemir ile Saroyan’la yolunun nasıl kesiştiğini ve Saroyan’ın yazarlığa bakışını konuştuk.
DUVAR - “Kendimi seçme şansım yoktu. Dünyaya geliverdim” diye yazmış William Saroyan. “Bir yazar olaraksa, seçeneklerim sınırsızdı, ama yine de bir seçimde bulundum. İhtimal, kanıt, hatta gerçeklik dahil hiçbir şeyin gözümü korkutmasına izin vermemeyi seçtim” diye de devam ediyor.
Hırslı değil, egosu yok, edebiyatın peşinde ama edebiyat üzerinden şöhret peşinde değil. Peki ne zaman yazar olmuş Saroyan? İlk kitabı yayınlandığı zaman mı, Pulitzer Ödülü’nü aldığı zaman mı yoksa o ödülü reddettiği zaman mı? Hiçbiri değil. Çünkü aslolan “olmak” değil “inanmak”tır belki de Saroyan’ın dünyasında. O zaman soruyu şöyle değiştirebiliriz: William Saroyan ne zaman yazar olduğuna inanmıştı? Ortaokul üçüncü sınıftayken; telgraf kuryeliği işinden kazandığı haftalığının büyük bir kısmını ikinci el Underwood daktilosu satın aldığı, yazdıkları uzun zaman boyunca editörlerce ret aldığı zaman. Elinde değildi. Kendi deyişiyle “iyi yazdıysa da, budala gibi yazdıysa da elinde olmadığı” içindi.
Saroyan’ın bu elinde olmayan şeylerle olan bağı hiç kopmadı. Ne yaptığının farkındaydı: “Tek bir yazarın bu kadar çok yazması neye yarar? Her şeyden önce, yazar kim olursa olsun, ne kadar yazarsa yazsın, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın bu pek bir şeye yaramaz. En büyük yazarın en büyük yazını, yüz yaşına kadar yaşasa ve seksen sene sadakatle yazsa bile, çok bir şey etmez” diyordu 1964 yılında. 2021 yılında ben bu satırları yazmaya ve Saroyan’ı ondan alıntılarla anlatmaya çalışırken Saroyan’ın şu cümlesini defalarca tekrarlıyorum: “Bir yazarın düşünmesi gerekir mi gerekmez mi ya da gerçekten düşünür mü düşünmez mi hiç önemli değildir aslında. Önemli olan tek şey yazmasıdır.”
Saroyan için önemli olan yazmaktı. Elbette yayın dünyasına girmeyi, edebiyat çevrelerince kabul görmeyi istiyordu ama az önce belirttiğim ve tekrar altını çizmek istediğim üzere bu isteğinin tepesinde bir hırs bulutu, dağ gibi bir ego yoktu. Yazmak istiyordu. Dergiler tarafından reddedilse de yazmak istiyordu. 1933 yılında Story dergisine bir öykü gönderdi: 'Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam'. Bu öykü dergi tarafından kabul edildi. Saroyan derginin editörlerine Ocak ayı boyunca her gün yeni bir öykü yazıp göndereceğini söyledi ve yaptı. Şimdi Aras Yayıncılık etiketiyle geçen hafta yayımlanan ‘Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’, Saroyan’ın ilk kitabı olarak artık İrma Dolanoğlu Çimen çevirisiyle Türkçede. Kitabın önsözü Saroyan tarafından kalem alınmış. Şöyle yazmış Saroyan:
“Birinci baskıya bu önsözü yazmaktaki amacım, bu kitabın ikinci bir baskı yapması halinde, birinci baskının önsözünde söylediklerimi açıklayarak ve bu zaman zarfında neler yaptığım vesaire konusunda iki çift söz ekleyerek ikinci baskıya da bir önsöz yazabilmek. Kitabın üçüncü bir baskı yapması halinde, niyetim üçüncü baskıya da birinci ve ikinci basıkların önsözlerinde yazdıklarımı kapsayan bir önsöz yazmak, ayrıca, bu kitabın her yeni baskısına bir önsöz yazmak, ta ki ölene kadar.”
MANİFESTO GİBİ ÖNSÖZ
Saroyan bunu gerçekten yapmış. Kitabın sonunda 1964’teki 30’uncu yıl baskısı için kaleme aldığı bir önsöz daha var. Bu önsöz bir manifesto gibi. Hayat hikâyesinden ve yazdıklarından da öte Saroyan’a daha çok yaklaştırıyor sanki okurunu. Edebiyata dair hevesini, direnişini ve bazen de dalgasını görüyorsunuz. Yazmak, yazar olmak, yazar olamamak ve edebiyat üzerine bir metin bu. Aynı zamanda ‘Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’ın nasıl şekillendiğini ve Saroyan’ın birçok “insan halleri”ni de görüyorsunuz. İşte biz de bu gördüklerimizi ve göremediklerimizi zamanında Saroyan’la babasının kitaplığında yolu kesişmiş, daha sonra da hayatına ve eserlerine vakıf olmuş Aziz Gökdemir’in kapısını çaldık. Hatırlayanlar olacaktır, Aziz Gökdemir, en son 2019 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanan ‘Yangından Sonra’ kitabının yazarı. Öncesinde de ‘İç İçe Geçmiş İstanbul Öyküleri’ (1998) ve ‘Gökyüzü Defni’ (2013) kitaplarını yayınlamıştı. Washington’da yaşıyor. Gökdemir, Aras Yayıncılık’la birlikte altı kitaplık William Saroyan dizisini yönetmiş ve Saroyan’ın Türkiye’de tanınmayan önemli öykülerinin yanında ilk gençlik yıllarında yazılmış şiir ve öykülerin de ilk kez Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulunmuş. Biz de Aziz Gökdemir’le Saroyan’ın ilk kitabı ‘Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’ın Türkçedeki ilk baskısını bahane ederek Saroyan’la yolunun nasıl kesiştiğini ve Saroyan’ın yazarlığa bakışını konuştuk.
Saroyan’la ilkin babanızın kitaplığında karşılaştınız bildiğim kadarıyla…
Evet, daha doğrusu evimizin salonunun bütün bir duvarını kaplayan kütüphanede ikamet ediyordu Saroyan ama ben bundan bihaberdim. Babam kendi kuşağının üniversite gençliğinin tiryakisi olduğu Varlık çevirilerini oraya koymuştu; herhalde ortaokuldaydım, onların içinden Panait Istrati ve William Saroyan’ı önerdiğini hatırlıyorum. “Bunları seversin, bu kitapların içten bir dili, sıcak bir anlatımı var” gibisinden bir şeyler söylemişti. Açıkçası, ne kadar okuduğumu hiç hatırlamıyorum o kitapları, ama o zamanlar tek kanallı televizyonda Heidi, apartmanın bahçesinde voleybol, masa tenisi ve yakartop, cumaları da Gırgır dergisi vardı. Yani demek istediğim, internet, Netflix, akıllı telefonlar yoktu, çocuklar olarak daha fazla okumaya vakit ayırabiliyorduk herhalde.
Orta okul 2. sınıfta karşımıza çıkan İngilizce kitabında da Saroyan’ın bir öyküsü vardı: 'Yüreği Dağlarda Olan Adam'. Onu görünce eski bir dostla karşılaşmış gibi olmuş ve severek okumuştum.
Babanızın yakın bir arkadaşı Saroyan’ın Bitlis ziyaretinde ona mihmandarlık yapıyor. Biraz anlatır mısınız, size nasıl aktarıldı bu ziyaret?
Böyle bir ziyaretin gerçekleştiğini babam Bitlis-Tatvan civarında yedek subay ve daha sonra sağlık ocağında doktor olarak görev yaptığı yıllarda yazdığı mektupları derleyip kitaplaştırınca öğrendim, 1990’lı yıllarda. Merak ettim, biraz daha bilgi edinmeye çalıştım. Uzun bir Anadolu gezisinin ortasına düşen o tek günlük Bitlis ziyaretine tanık olanlardan Fikret Otyam ve Bedros Zobyan uzun uzun yazmışlardı tanıklıklarını ama henüz bunu bilmiyordum. Telefon ve faksla (o zamanlar faks kullanırdık!) birtakım görüşmeler yaptım ve bu konuşmaların, yazışmaların içinde Saroyan’ın cebinden mendilini çıkarıp 45-50 yıldır harap duran evlerin taşlarını silip ağladığı ayrıntısı yakama yapıştı ve bırakmadı. O noktadan itibaren Saroyan’ın hayatını inceleyip öğrenmeye başladıkça ve onunki gibi birçok Ermeni’nin “kavuşma” ziyaretini betimleyen metinlerle karşılaştıkça bu tür temasların, toprağa dokunuşların Saroyan için de, diğer Ermeniler için de ne kadar önemli ve duygu yüklü anlar olduğunu anladım. Saroyan on bir yıl sonra kalemi eline alıp, “Burada ölmek ve ölülerimle birlikte olmak istiyorum” diye yazacaktı 'Bitlis' adlı oyunda. Hrant Dink’in “Biz Ermenilerin bu topraklarda gerçekten gözü var. Ama alıp götürmek için değil, altına girip yatmak için” sözünü hatırlamamak mümkün değil.
Peki bir okur olarak -kitaplarının editörlüğüne başlamadan önce- ilk hangi kitaplarıyla tanıdınız Saroyan’ı? Okur olarak yolculuğunuz nasıl başladı?
Az önce andığım Varlık kitaplarından hatırladıklarım 'Aram Derler Adıma' ve 'Yoksul İnsanlar'. 1990’ların sonunda Saroyan’ın 1964 Bitlis ziyaretiyle ilgili bir yazı yazmaya karar verince başladı diyebilirim asıl okur yolculuğu. Araştırdıkça yazının kapsamı ve perspektifi Saroyan’ın yazarlığa ilk adım atışları, yazarlığını üzerine oturttuğu temeller, taşıdığı soykırım travmasının yazdıklarına yansıması gibi daha önceden planlamadığım alanlara yayılmaya başladığı için sayısız öykü, kitap ve inceleme okudum. Hemen hemen hiç bilinmeyen öykü ve şiirleri de bu süreç içinde karşıma çıktı. Bilinmeyen derken iki kümeyi kastediyorum aslında. Birincisi, çoğu Amerikalı Saroyan okurunun da bilmediği, kıyıda köşede kalmış, bazıları takma adla gençken yazılmış şeyler, “Van Gölü’ne” şiiri gibi. İkincisi ise, benim 'Sen Bir Ermeni, Ben Bir Ermeni' diye çevirdiğim 'The Armenian and the Armenian' veya Aras’ın yeni yayımladığı 'Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam' gibi, o noktada Türkiye hariç her ülkede Saroyan denince ilk akla gelen metinler.
Saroyan’da sizi en çok etkileyen şeyler nedir?
Mutlaka şiirsel dili, sıcak anlatımı ve benzeri öğeleri vurgulayanlar olacaktır ve mümkündür, ben de geçmişte böyle şeyler yazmışımdır. Bugün aklıma gelenler başka: Özgüveni, korkusuzca oturup çalakalem, yılmadan, yorulmadan yazabilmesi, iyi mi kötü mü yazacağım endişesi taşımadan.
Yarattığı kişiler; bazıları gerçek hayattan alınmıştır ama bir yağlı boya portrenin modelle aynı şey olmadığı gibi, bu insanlar da Saroyan’ın fırçasından çıkmış kişilerdir benim gözümde. Onları o yapan içinde bulundukları hikâyedir, nasıl anlatıldıklarıdır.
Ve yazdığı gibi yaşaması, yaşadığı gibi yazması: “Elinizden geldiğince büsbütün, var gücünüzle canlı olmaya çalışın ve güldüğünüzde deli gibi gülün, kızdığınızda iyice kızın. Canlı olmaya çalışın. Nasıl olsa çok geçmeden öleceksiniz.”
Saroyan kitaplarına editörlüğünüz ve Aras Yayıncılık’la ilişkiniz nasıl başladı?
İstanbul’da, o zaman Tepebaşı’nda kurulan kitap fuarında tanıştık. Yayınevine davet ettiler, konuşalım diye. Çaylar, çörekler eşliğinde güzel bir sohbet oldu. Birkaç ay önce uzun Saroyan yazım nihayet yayımlanmıştı, yaklaşık üçte bir kısaltılarak; onu okumuşlar, incelemişler. Yayınevi de zaten Ohannes Kılıçdağı’nın çevirdiği bir Saroyan öyküleri seçkisi hazırlamaya başlamış ve bir de günce yayımlamaya karar vermişti o noktada; bu planları genişleten bir yayın stratejisi belirlememi ve serinin editörü olmamı teklif ettiler.
Kaç kitabı birlikte yaptınız?
Altı kitap; bunlara bahsettiğim, tanışmamızdan önce yayın programına alınan ilk iki kitap dahil. 'Ödlekler Cesurdur'un adını koydum diye hatırlıyorum, kısa birer sunuş yazısı, elden geçmiş metni bir de benim okumam, o ikisine katkım ondan ibaret. Roman seçmemi istediler, 'İnsanlık Komedisi'ni önerdim; oyun istediler, 'Yüreğim Dağlardadır' ile sonradan yeniden isimlendirilen 'En Güzel Günlerin'i seçtim, bunlar tek cilt olarak çıktı, şimdi ayrı ayrı yayındalar. 'Yetmiş Bin Süryani' içinse az önce değindiğim “bilinmeyen” metinleri önerdim, birlikte dünyada benzeri olmayan bir Saroyan kitabı oluşturduk; o yüzden benim için özel bir yeri var o derlemenin. Altıncı kitap ise 'Bitlis' oyunundan, röportajlardan ve Saroyan incelemelerinden müteşekkil. Ve biliyorsunuz, altıncı kitap son olmadı, yayınevi kanonik bir yaklaşımla Saroyan’ın kitaplarını ABD’de basıldıkları şekilde, yani o kitaplardaki seçkileri takip ederek yayımlıyor artık.
Türkçede yeni çıkan 'Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam'ın birinci baskısı için yazdığı önsözde olası ikinci ve üçüncü baskılar hatta her baskı için birer önsöz daha yazacağını belirtmiş. Nihayetinde de bunu yapmış. 1964’teki 30. yıl baskısı için yazdığı uzun önsözü okuyunca onun “nasıl yazar olduğu”yla beraber “nasıl bir yazar” olduğunu da kendi adıma çok net bir şekilde anladım. Bu her baskıya önsöz yazmasını siz nasıl yorumluyorsunuz?
Delişmen kişiliğinin bir parçası olarak yorumluyorum. Önsözün metni de öyle zaten. Edition (edisyon) ve printing (baskı) terimlerini de bilinçli olarak iç içe geçirerek ima ettiğini düşünüyorum ayrıca. ABD’de Türkiye’den farklı olarak birinci baskı, ikinci baskı, bilmem kaçıncı baskı diye ibare yazılmaz kitaplara. Çok satan kitaplardan kaç tane basıldığı toplam olarak bazen kapağa yazılır, o kadar. (Kitabın bendeki İngilizcesi kim bilir kaçıncı baskı; başında hâlâ “Birinci Edisyona Önsöz” var. Arada başka önsözler yazdıysa, bunlar elimde yok.) Edisyon ise gözden geçirilmiş ve kimi zaman zenginleştirilmiş baskıya denir; genellikle milyonlarca satan, yüzlerce “baskı”sı yapılan kitapların bile olsa olsa üç ya da dört edisyonu olur. “Otuz yıl sonra” kitabının bu nedenle ikinci edisyon olduğunu düşünüyorum, yazdığı upuzun önsözün de birinci edisyonda şakayla karışık duyurdu ikinci edisyon önsözü olduğunu. Gerçekten de otuz yılı, otuz baskıyı karşılayacak uzunlukta yazmış.
1934’ün Ocak ayında her gün bir öykü yazıp dergi editörlerine gönderiyor ama tuhaf bir şekilde yazar olmaya dair ihtirası yok. Hem 1934’de hem de 1964’te yazdığı önsözleri okuduğumda ama tabii en çok 1964’tekini- gerçekten de ihtiras, hırs, ego hiçbirini görmedim. Siz ne düşünüyorsunuz, bu duruma yorumunuz nedir?
Karşı taraftan, yani Story dergisinden öyle bir talep gelmediği halde böyle bir şeye azmetmesi ve yılmadan başarması gerçekten kayda değer. Yeni önsözde “Parmak ısırtan bir yazar olarak tanınmak istiyordum” demiş ama size katılıyorum, bunu “hırs” olarak adlandırmak yersiz olur. Daha ziyade, Sait Faik’in çok çeşitli anlamlara çekilmiş olan “Yazmasam deli olacaktım” cümlesine benzer bir ifade diyebiliriz belki.
'Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam' ilk kitabı Saroyan’ın. Sizce nasıl bir ilk kitap?
Bunu daha ziyade okurların, eleştirmenlerin yargısına bırakmayı tercih ederim ama benim için ne zaman yeni bir dille, ne zaman klasik bir anlatımla karşınıza çıkacağı kestirilemeyen, sürprizlerle dolu bir kitap. Zaman zaman neredeyse bir asır önce yazıldığına inanmak zor, bilmesek.
Saroyan’ın kökle, kimlikle, memleketle, ait olmakla, milliyetlerle nasıl bir ilişkisi var sizce?
Bu soruyu kısaca cevaplamak çok zor. İfade etmekte de zorlanacağımı biliyorum ama deneyeyim. Saroyan’ın yazdıklarında dünyaya mensup bir varlık olarak insan var. İnsanlar olarak hepimiz dünyanın ortak mirasını taşıyoruz, günahıyla sevabıyla; Saroyan’ın da bunun bilincinde olduğunu anlıyoruz, mesela 'Varşova Ziyaretçisi' adlı oyunu okuduğumuzda. Ama dünyevilik, evrensellik köksüz, kimliksiz, milliyetsiz olmak demek değil. Sürülmüş, öldürülmüş, ufalanmış bir halkın hayatta kalan bireylerinin ve sonraki kuşakların yoğun bir aidiyet duygusunu kalplerinde taşıması doğal; zaten bir, kimimiz için birden fazla kimliği, memleketi benliğimizde hissetmek hepimiz için doğal bir şey. Güzel olan, bunun bilincinde olmak fakat dışlayıcı, tahakküm özlemi duyan bir noktaya taşımamak. Böylece özetleyebileceğim dünya görüşünün Saroyan’ın satırlarına sinmiş olduğunu düşünüyorum ben.
Oğlu Aram Saroyan da bir şair. Yıllar önce Amerika’da yaşayan ama aslen Bitlisli olan bir arkadaşım kendisiyle Saroyan üzerine görüştüğünde kendisinin pek Türkiye ile ilgili konuşmak istemediğini söylediğini iletmişti bana. Sanıyorum Saroyan’ın yaşayan birinci dereceden tek akrabası. Siz kendisiyle görüşüyor musunuz?
Hayır, bir temasım olmadı ve bunun herhangi bir nedeni yok. Saroyan kitaplarıyla haşır neşirken yakın dostu Profesör Dickran Kouymjian’la zaman zaman görüşüyordum; herhalde kapsamlı bir Saroyan biyografisi yazmaya yeltenseydim (böyle bir niyetim yok) oğlu ve diğer akrabalarıyla temasa geçerdim mutlaka.
Bir yazınızda Saroyan’ın ölüm haberini sayfalarında veren Milliyet gazetesinin “Ülkemize de gelmişti” başlığına değinerek “keşke ülkesine gelmişti” deselerdi demişsiniz… Bu yorumunuzu da içine alarak Türkiye medyasının Saroyan’ın 1964'teki Bitlis seyahatine bakışını ve yansıtması ile ilgili ne düşündüğünüzü sormak istiyorum.
Elimde sadece Fikret Otyam’ın Cumhuriyet’te yayımlanan uzun yazı dizisiyle Bedros Zobyan’ın Marmara için Ermenice yazdığı izlenimlerin Bitlis bölümünün özeti var. Bu ikisinin dışında basında uzun yazılar, röportajlar yayımlandıysa bilmiyorum. Tahmin ederim İstanbul’a geldiğinde ve Ankara’da birtakım söyleşiler yapılmış, en azından kısa haberler yayımlanmıştır ama ziyaretin haber değerini sezip kurt muhabir içgüdüsüyle Saroyan’ın çekirdek ekibine dahil olan Otyam kadar geziyi yakın takibe alan başka kimse yoktu herhalde, ayrı bir kategoride düşündüğüm Zobyan hariç.
Otyam’la Saroyan’ın ilişkisini ve Otyam’ın uzun röportajının içine oturduğu bir diplomatik çerçeve algılıyorum ben, tabiri caizse. Saroyan nazik bir konuk gibi davranmış, konuklarını terletecek şeyler söylememeye gayret etmiş, Otyam da atalarının memleketini sıcak duygularla ziyarete gelmiş, dışı Amerikalı içi Anadolulu bir yazar portresi çizmiş. Sanki arka planda sıradan bir göç hikâyesi varmış gibi. Saroyan da o noktada hissettiklerini kelimelere dökecek noktada değildi diye düşünülebilir, fakat ilk kitabında da, kitabına giren öykülerle aynı dönemde takma adla yazdığı öykülerde de görülür ki adına hüzün mü demeli, yıkım mı demeli, bir tını vardır, bazen derinde, bazen yüzeyde. Fakat Otyam ne o kitaptan haberdardı, ne kitaptaki 'Yetmiş Bin Süryani' öyküsünden, ne de ona benzer başka öykülerden. 1999 yılında telefonla konuştuğumda, benzetme yerindeyse Ahmet Haşim’in tül perdesi ardına koyup baktığımız Anadolulu Saroyan imgesinin Otyam’ın zihninde aynen durduğunu anladım.
Zobyan’a gelince, Otyam’a çeperdeki muhabir diyeceksek, ona içerideki muhabir demek herhalde daha doğru olur çünkü seyahatin başından beri Saroyan’ın yanında ve Saroyan hissettiklerini ona rahatlıkla söyleyebiliyor, Otyam’la kurduğu diplomatik ilişkinin kısıtları olmadan. Ermenice yazılan izlenimler bildiğimiz nedenlerden ötürü küçük bir okuyucu kitlesine hitap ettiğinden Zobyan röportajını Türkiye medyasının bakışı başlığı altında değerlendirmek doğru olmaz diye düşünüyorum.