YAZARLAR

Onu öyle bırakmam

Selahattin Demirtaş siyasi rakibiniz olabilir ama terörist değildir; bu gerçeğe irili ufaklı muhalefet mensuplarının da sahip çıkmaları asgari ahlâkın ve hem kendilerinin hem ulusun başat çıkarları gereğidir. Kâh ite kaka, kâh tekme-tokat sürdürülegelinen “denge-gerilim” durumunun herkesin kaçınması zorunlu bir kaosa dönüşme sakıncası da geçerlidir.

"Yargının işine müdahale benim işim değil. Özellikle biz Selahattin Demirtaş gibi bir teröristin bu noktada varsa bir hakkını koruyacak değiliz. Ben inanıyorum ki yargımız Selahattin Demirtaş gibi bir teröriste böyle bir hak tanımaz. Kobani'nin faili, Diyarbakır'ın faili, Yasin Börü'nün faili odur. Bunları görmezden mi geleceğiz? Yargımız bunları görmezden mi gelecek? Böyle bir teröristin asla önünün açılmasına yol vermeyiz. Bunların mülkiyet hakkı diye bir şey yok ki. Bunların bu millete ödemesi gereken çok büyük hesapları var.”

Cumhurbaşkanı veya AKP Genel Başkanı böyle konuştu. Yargıya müdahale ediyor. Benim de seçmenlerinden olduğum ve hakkında bir hüküm bulunmayan Demirtaş’ı terörist olarak yaftalıyor. Terörist de olsa yurttaşın temel savunma hakkını yok sayıyor. Yeniden terörist yakıştırmasını yineleyip, ikinci kez yargıya müdahale ediyor. “Kobani” diye bir olay yok; “Kobani düştü düşecek” diye IŞİD’in YPG’yi yok etmesini beklediğini kendi açıklamıştı. Diyarbakır’dan kasıt, HDP mitinginde patlayan bombaysa, az çok kafası çalışan her yurttaş o kanlı eylemin failini biliyor. Yasin Börü cinayeti konusunda Demirtaş’a faillik isnat edilemeyeceği ve bugüne dek edilmediği gibi, sözkonusu olaylarda HDP üyelerinin öldürülenlerin, yaralananların, hedef alınanların çoğunluğunu oluşturduğu biliniyor. Önce bir efsane yaratıp sonra halkı onu görmezden gelmemeye çağırıyor. Devamla, bir paragrafta üçüncü kez yargıya müdahale ediyor. Teröristin önünün açılmasına müsaadeden söz ederken hem kendinde böyle bir yetki vehmediyor,  hem siyaset alanını imha ediyor, hem benim gibi altı milyon seçmenin haklarını sakatlıyor. Mülkiyet hakkı anayasayla, yasalarla saklı; oysa “bunlar” derken herhalde biz Demirtaş seçmenlerinin de önüne “ödenmesi gereken bir hesap” koyuyor.

Baştan aşağıya facia olan bu konuşmayı kim yapıyor yineleyelim: Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı. İki ünvanından hangisiyle yapıyor? Herhalde Bakü ziyaretinden önce Esenboğa’da yapıldığına göre açıklama, cumhurbaşkanı sıfatıyla. Bakü ziyareti öncesinde girilmesi gereken toplar, odaklanılması gereken konular bunlar mı? Hayır değil. Geçen gün üç-dört dakika salgın önlemi açıklayıp, yirmi beş dakika yine “bunları” yani benim gibileri, bizleri azarlamış, aşağılamış, dışlamıştı. Yine aynı doğrultuda konuşuyor. Demek ki cumhurbaşkanının birleştirmek gibi bir kaygısı yok. İlk paragraftaki sözleri sarf eden bir cumhurbaşkanından hak ve özgürlükler, adalet, demokrasi, eşit anayasal yurttaşlık gibi konularda herhangi bir olumlu, yapıcı adım atması beklenebilir mi? Bu ifadeleri bu bağlamda kullanabilen bir cumhurbaşkanından bu ülke ve bu halk için ortak, asgari müşterek dahi olsa diyelim, bir gelecek vizyonu umulabilir mi? Cumhurbaşkanının bu ifadeleri, “rahip Brunson vakasında da böyle olmuştu, demek ki Demirtaş yakında serbest kalacak” denilerek geçiştirilebilir, görmezden gelinebilir mi? Bu ifadelerin ardından herhangi bir muhalif siyasetçiye Demirtaş konusu sorulduğunda yalnızca “ilkesel olarak tutuksuz yargılama esastır” yaklaşımına sığınılarak sessiz kalınabilir mi?    

Sayın Kılıçdaroğlu da Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta, Çakır’ın “Millet İttifakı'nın varlığını” sorgulamasına, gelecek seçimin partiler yahut ittifaklar arasında değil demokrasi isteyenlerle, istemeyip, tek adam rejimiyle yönetilmeyi yeğleyenler arasında olacağını belirtiyor. Tasarlanan seçim zaferinin ardından, bir ittifak çatısı altında buluşmasalar da, kazanacak demokrasi yanlılarının “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıracak” anayasayı yapıp, halkoyuna sunacaklarını dile getiriyor. Sözkonusu tutum, istihzaya kaçmaksızın Sayın Kılıçdaroğlu’nun kendi “imza ifadesini” ödünç almak gerekirse, “böyle bir şey olabilir mi ya?” diye sormayı gerektiriyor. “Böyle bir cehenneme biz nasıl düştük, bu cehennemden nasıl çıkacağız?” diye de sorulabilir alternatif olarak. Bir başka deyişle, toplumun güncel ve güvenilir kamuoyu yoklamalarına göre yaklaşık yüzde kırka varan kesimi, cumhurbaşkanının girişteki ifadelerini destekliyor, benimsiyor öyle mi? Bu destekçiler, alıntıladığım ifadelerde keserin dönüp, sapın dönüp, hesabın da dönüp, bir gün sıranın kendilerine de geleceğini zinhar akıllarını getirmiyor öyle mi?

Öyleyse hastalık zaten bünyeyi sarmış demektir. İktidarı paylaşan milliyetçi, mukaddesatçı, siyasal İslamcı ekibin dönüp dönüp emperyalizmle, kolonyalizmle, islamofobiyle suçladıkları “tek dişi kalmış canavar” Batı’nın gerçekten demokratik olan ülkelerinde devletlerin demokratik yapısı ve hukuk devleti sorgulanmaz. Başkanlık rejimi bakımından örnek vermek gerekirse diyelim tek adamlığa en yaklaşan Trump’ın dört yıllık icraatında neyi, ne kadar yapabildiğini gördük. Fransa’nın De Gaulle’ün yarattığı “seçilmiş monarklık” V. Cumhuriyet rejiminde de hiçbir lider çıkıp böyle konuşamaz. Oralarda bir lider böyle konuşsa adliyeye, hapishaneye değil doğrudan tımarhaneye götürülür. Aramızdaki fark bu kadar açık. Denge, denetim, medya, hukuk, yerinden yönetim bizde hepsinin karşılığı kocaman bir sıfır. Dolayısıyla sürekli yineleyegeldiğim üzere meselemiz cumhuriyetimizin güncellenmesi, temelden, kökten bir dönüşüm. İçi giderilen hacetle dolu lazımlık oturma odamızın orta yerinde dururken, onun etrafında sanki o yokmuş gibi davranıp, dolaşarak, kahvehane sohbetiyle yitirecek zamanımız yok. Şimdi, bugün, hemen başlasak çalışmaya, bize ancak bir nesil, bir çeyrek yüzyıl gerek durumu biraz olsun durumu kurtarabilmemiz, belimizi doğrultabilmemiz için.                     

Eski ABD Başkanı Obama, dolaylı olarak yükselen yıldız Alexandra Ocasio Cortez hakkında konuşurken, “Anahtar (yahut “kilit soru”) bir şeyi yaptırmak (bir meseleyi halletmek) mi istiyorsunuz? Yoksa zaten kendiniz gibi düşünenlerin arasında (kalıp) kendinizi iyi hissetmek mi istiyorsunuz?” diye soruyor. Bu soru geçerli ancak bizim buralar için oralardan farklı biçimde bu bir ölüm-kalım sorunu. Kendimiz gibi düşünenler arasında kalırsak burada, belli ki ümüğümüz sıkılacak, malımıza çökülecek, özgürlüğümüz elimizden alınacak. Özetle, insan gibi, eşit anayasal yurttaşlar gibi yaşayamayacağız. Öyleyse “çoğunlukçular çoğulcuları istemiyor madem, ne yapalım, biz de mahallelerimize, evlerimize, kozalarımıza çekilelim o zaman” demek burada bir seçenek değil. Dönüp seçmene, “ey ahali, insan gibi eşit anayasal yurttaşlar gibi yaşamak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” diye sormak da herhalde abesle iştigal.

Burada özgürlükçü ve çoğulcu muhalifler için bir başka sakınca da pandemi döneminde de olsak kısıtlayıcı önlemlere balıklama atlamak. Aynı doğrultuda püritanizm de siyasal İslam'a, milliyetçi-mukaddesatçılığa karşı sanmıyorum sarılınması gereken bir dal olsun. Dayanışma adı altında bireysel alanın tahribinden özenle kaçınmak gerektiği kanısındayım. Ancak, bunu da daha önce çok kez yineledim, ben solcu değilim; muhalefetin içinde değil çoğunluğu bir azınlığı dahi temsil etmiyorum; geniş kitleye hitap eden bir kanaat önderi de değilim. Şu ara sıra ortaya çıkan, bizim buraya da soruları pek uymayan ve uyarlanamayan testleri bazen üşenmeyip tamamladığımda “sosyal liberter” çıkıyorum. Ne kuş, ne deve: Liboş, kullanışlı ahmak, bir tür “affedersiniz” sağcı, tatlısu solcusu, salon bilmemnesi.

Püritanizm bağlamında, Clinton’un stajyer Lewinsky ile (gülünç kaçacak ama) mahut oral seks vakasında konu vakanın kendi değil görevdeki başkanın halkına yalan söylemesiydi. “Ménage à trois” yaşama biçiminin mucidi Fransızlardaysa, Mitterand’ın metresi ve metresinden doğan kızı Mazarine, geçtiğimiz günlerde vefat eden Giscard’ın sıkıldığı kabine toplantılarında erotik çizimler yapması, Hollande’ın evli olmadığı eşiyle yaşayıp dört çocuk sahibi olması ve sonra görevdeyken metresine Elysée Sarayı’nın arka kapısından kafasında kaskla kaçışları, İtalya’da bir dönemin Dışişleri Bakanı Venedik asilzadesi De Michelis’in hamam âlemleri vb. göz önünde yaşanan, kanıksanmış gerçeklerdi. Girişteki paragrafın tamamının ise, haydi “yalan” demeye dilimiz varmasın canım kardeşim ama, tümüyle “gerçek dışı” olduğu ortada. Asıl mesele de orada.

Doğru, yolsuzluğun adının israf, kleptokrasinin adının kamu ihalesi, yerinden yönetimin adının bölücülük, tek adamlığın adının sağlam irade, sorumsuzluğun adının pratiklik olduğu yerde daha belki çok mesele de vardır. Buna karşılık, yalanın kanıksanmaması, yönetimden gerçeğin talep edilmesi, TÜİK’inden, Sağlık Bakanlığı’na ve oradan en tepeye dek önümüze konan sahte dolmaya “buna da şükür, Allah bereketini artırsın” deyip yumulmamak alçakgönüllü ama köktenci bir başlangıç olabilir. Sözün özü: Selahattin Demirtaş siyasi rakibiniz olabilir ama terörist değildir; bu gerçeğe irili ufaklı muhalefet mensuplarının da sahip çıkmaları asgari ahlâkın ve hem kendilerinin hem ulusun başat çıkarları gereğidir. Kâh ite kaka, kâh tekme-tokat sürdürülegelinen “denge-gerilim” durumunun herkesin kaçınması zorunlu bir kaosa dönüşme sakıncası da geçerlidir. Gün ola, harman ola.   
 


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.