YAZARLAR

Önümüzdeki 24 saat

Yazar ve düşünür John Berger’ın yazın yaşamına rehber olan düstur: Önündeki 24 saati azami özsaygı ve haysiyet, asgari tavizle yaşamak… Ona bunu öğreten Prag Baharı’ndaki Çek öğrenci bugünün Türkiye’sini görseydi aynı şeyleri söylemez miydi? İnsanların yaşam tarzı, zamanı ve gerçeği konusunda iktidarın söz sahibi olma iştahına şahit olsaydı?

Yazar, düşünür, ressam ve daha onlarca kişi olabilmiş John Berger, 1968’teki “Prag Baharı” sırasında olayların kalbinde, Prag’tadır. Muhalif hareketi destekler, yazılar yazar, öğrencilerle, liderlerle bir araya gelir. Bir yıl sonra, 1969’da, muhalif öğrenciler onu ve birtakım başka Batılı aydınları Prag’a davet ederler. Bir toplantı yapılacaktır. Berger, yıllar sonra gazeteci yazar Yücel Göktürk’e, bir yolunu bulup gittiği o toplantıyı “çok tuhaf bir tarihsel andı” diyerek tarif eder:

İstanbul'dan Gelen Telefon - Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi,

John Berger-Yücel Göktürk, Metis Yayınları, 2016

"O toplantıya katılanlar, özellikle Hollandalılar ve Fransızlar, Batı Avrupa 68’inin en idealist, en uçuk söylemlerinin fazlasıyla etkisi altındaydılar. Gelgelelim Doğu Avrupa'da ne olup bittiğinin pek farkında değillerdi. Batı Avrupa 68’inden mülhem çeşitli eğlence biçimlerinden, protesto tarzlarından bahsettiler. Derken, bir Çek öğrenci söz aldı ve şöyle dedi:

‘Buraya kadar geldiğiniz için hepinize teşekkür ederiz. Ancak derin bir uykudasınız. Size iyi rüyalar diliyoruz. Bize gelince, bizim meselemiz önümüzdeki yirmi dört saati azami özsaygı ve haysiyetle ve asgari tavizle yaşamayı becermek. Bizim tek derdimiz öz saygımızı, haysiyetimizi yitirmeden yaşamak.’

Bu sözler beni sarstı. O gün bugündür ‘azami özsaygı-asgari tavizle yaşamak’ mefhumu kulağıma küpedir. O Çek öğrencinin sözlerini hiç unutmadım. Yazdığım her şey bir bakıma onunla bağlantılıdır.” [İstanbul’dan Gelen Telefon - Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi, John Berger - Yücel Göktürk, Metis, 2016.]

Çek öğrenci haklı, Batı’nın derin uykusu devam ediyor. Şimdi Çeklerin de uyuduğu aynı uyku. Kendisini anlatının merkezinde sananların uykusu… Ama bu başka bir yazının konusu.

Bu yazının konusu ise Berger’ın bütün bir yazın yaşamı boyunca kulağına küpe ettiği söz: “Önümüzdeki 24 saati azami özsaygı ve asgari tavizle yaşamayı becermek.”

John Berger

***

Nasıl olacak?

Sadece kararlı olmak yeter mi? Her gün hiç durmadan, ara vermeden haysiyete, özsaygıya kasteden o kadar çok kişi, olay, haber var ki… Hangi birinden sakınmalı? (Burada sadece bugünün haberlerinden bir liste yapsam, bu yazının dibini bulacağımızı hepimiz biliyoruz.)

Türkiye, evlatlarını sadece kendiyle meşgul etmekle kalmadı, bunu artık bir gündem sağanağıyla da garantiye aldı. Kimse meşguliyetin tam olarak ne olduğunun farkında da değil artık. Bilinen tek şey, yeni tavizlerin istendiği.

Türkiye dediysem, siz iktidar diye anlayın. Her gün bir başka yasakla gelen iktidarı, bir başka izansızlıkla gelen iktidar aparatçiklerini anlayın. “Kimsenin yaşam tarzına müdahale etmiyoruz” sözüyle gelen dümdüz baskıyı anlayın.

İnsanlar tek başlarına, parasız pulsuz, çıkışsız ümitsiz, çıplak yaşamlarıyla baş başa kalmışken üstelik.

***

Kimsenin ekonomik olarak vereceği bir taviz kalmadı. İktidarın da zaten ekonomik olarak bir hedefi kalmadı.

Zorlayabileceği tek bir alan var iktidarın; hep zorladığı, onu bile tükettiği ama yine de zorladığı… Yaşam tarzı.

Bir de kazanması çok zor bir cephe: Bilginin kendi iktidarı. Neyin yalan neyin doğru olduğuna kim karar verecek? Neyin haber neyin yanıltıcı bilgi olduğunu kim belirleyecek? Bu cephe, doğrularla zaten başı hoş olmayan iktidarın yumuşak karnı.

Bugün ikisi birden gündemde. İki taviz.

Neyin yalan neyin doğru olduğunu devletin belirlemesi… Nerede ne zaman hangi etkinliğin yapılacağının devletin onayından geçmesi.

İşte bu yüzden şimdi iktidar için “dezenformasyonla savaşma” zamanı. İşte şimdi konser iptalleri zamanı.

***

Bugünün Türkiye'sinde bir konsere iki hafta önceden bilet alsanız, o gün gerçekten konsere gidip gidemeyeceğinizi bilemezsiniz. Öyle bir noktasındayız hayatın.

Valilik güvenlik gerekçesiyle iptal edebilir. Rektörlük yas gerekçesiyle iptal edebilir. Belediye, hassasiyet gerekçesiyle iptal edebilir.

Değerler yüzünden. Görülen lüzum üzerine. Kamu güvenliği böyle gerektirdiğinden. Yapılan inceleme sonucunda. İptal iptal iptal…

İktidarla sıkı fıkı bir sanatçının konserine gideceksiniz içiniz rahat olsun; programınızı yapabilirsiniz. Ama gerisi piyango. Gerisi yaşam tarzı, ifade özgürlüğü ve özellikle de kadınlar üzerinden açılmış bir mücadele alanı.

Gidebilirsiniz, gitmeyebilirsiniz. Hele bir o gün gelsin, görürsünüz.

İnsanların hayatlarına atılan bir sis bombası. Belirsizlik. Bu konser yapılacak mı yapılmayacak mı?

***

Gelelim AKP’nin parlamentoya getirdiği kanun teklifine…

Basın kanunu ve bu kapsamda internet medyasının düzenlenmesi konusunda bir teklif bu. Birçok farklı unsuru içeriyor ama ben özellikle “dezenformasyonla savaş” meselesini önemsiyorum.

AKP’nin önde gelen isimlerinden Grup Başkanvekili Mahir Ünal da işin o kısmını önemsiyor olmalı ki, NTV’de katıldığı yayında uzun uzun anlatmış. Bugünün en önemli meselesini “gerçeklik kaybı” olarak gördüğünü söylüyor Ünal.

“Dezenformasyon dediğimiz şey aslında gerçekle yalanın birbirinden ayırt edilemez hale gelmesi ve gerçekliğin kaybolması hali. Diğer taraftan, son dönemde çok kullanılan bir post truth yani gerçeklik sonrası kavramı var, hatırlarsanız. Bütün bunlar, bizim Türkiye olarak demiyorum insan olarak gerçekliği korumamız ve gerçek olanı teyit etmemiz gerekliliğini ortaya koydu.”

Bu konu hakkında epey kalem oynatmış biri olarak ben de dezenformasyonu çok tehlikeli buluyorum. Ama ben dezenformasyonun esas kaynağı olarak iktidarı görüyorum. Örneğin, Mahir Ünal, bugüne dek hiçbir tarihçi 2. Abdülhamit’in idam edildiğini ortaya atmadığı halde, onun idam edilmiş olduğunu defalarca söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu alternatif anlatısını dezenformasyonla savaş bağlamında nereye koyacak?

Yine Erdoğan’ın ağzından o dönemde hiç toprak kaybedilmediğini de duymadık mı?

Ya da 12 Ada’nın Lozan’la kaybedildiğini işitmedik mi?

Peki bunların gerçekle ilişkisi tam olarak nedir?

Sonra… Sansürde, yayın yasaklarında, haber karartmalarda lider ülkelerdeniz zaten. Bunların, içinde yaşadığımız gerçekle ilgisi tam olarak ne?

İçinde yaşadığımız gerçeği artık ne kadar biliyoruz?

Bu senenin başında yayımlanan ‘Memlekette Tuhaf Zamanlar’da şöyle yazmıştım:

"Düşünün, çok değil bir elli sene sonra, mesela bizim altmışların, yetmişlerin gazetelerini taradığımız gibi bugünün büyük gazetelerini tarayacak olanlar ne bulacaklar? Bugün yaşadığımız toplum hakkında nasıl bir fikir edinecekler? Ekonomik sıkıntıların yaşanmadığı, kimsenin depresyona girmediği, doğaya çevreye saygılı bir ülke; on numara bir iktidar ve onun mükemmelen tanzim ettiği bir toplum... Ah bir de birtakım yaramazlar, çıkıntılar olmasa... Vatan hainleri, dış güçler, iç mihraklar olmasa. Felaketler yok, kazalar yok, yolsuzluklar yok, yanlış icraatlar yok, dert yok, sıkıntı yok... Dertten tasadan azade bir ülke, bir toplum... Örneğin, o dönemin gazetelerine bakacak olanlar neredeyse her kritik olayda adli makamlar veya cumhurbaşkanlığı üzerinden gelen haber yasaklarını dikkate alacaklar mı? Otosansür- den, gazetelere atanan ‘hükümet komiserlerinden’, hem de en yüksek makamlar tarafından vakitli vakitsiz edilen telefonlardan haberdar olacaklar mı? Peki dikkate alsalar dahi bu veriyle bir tarih kurabilecekler mi?” [Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız, Yenal Bilgici, Doğan Kitap, 2022.]

Taviz burada işte.

Artık bu toplum kendini tanımıyor. Kendi hikâyesini kurması giderek güçleşiyor. Her gün, her an gerçeklikten taviz vermeye zorlanan; kendini tanıması engellenen bir toplum… Özbilgisi, özsaygısı, haysiyeti her an saldırıya maruz kalan bir toplum… Toplum her bir yalanda, gerçeğe her müdahalede artık sadece cebinden kaybetmiyor. Haysiyetinden, özsaygısından da kaybediyor. Çarşıya pazara çıktığında, mönüye baktığında, dönüp kendi cebine baktığında ama daha çok “gözlerimdeki ışıltıya bakın” gibi laflarla karşılaştığında ama daha da çok iktidarınkiler dışında hiçbir ekonomistin “böyle de olur” demediği bir ekonomik teoriyle sınandığında… Bu bir özsaygı kaybı artık.

Ama kayıp bitmemiş meğer. Enflasyon ya da işsizlik rakamlarını açıklarken bile bocalayan, yanıltan iktidar şimdi dezenformasyonun ne olduğunu tanımlamak istiyor.

İktidar matbu habere zaten ambargosunu koymuş, şimdi gerçeğin ne olduğunu da kendi belirlemek istiyor.

Gerçek, her bir yurttaş için hava kadar su kadar gereklidir.  Ama iktidarın gerçeği ülkenin gerçeği midir?

***

Önümüzde yine bir 24 saat var.

Önümüzde hep bir 24 saat var.

Nereden ne geleceğinin, gerçeğin nasıl eğilip büküleceğinin, iki hafta önce yapılan planların halen geçerli olup olmadığının bilinmediği 24 saat’ler.

Berger’ın yazı yaşamına rehber olan o sözler gibi, tek dert, en büyük dert, o 24 saati azami özsaygı ve asgari tavizle yaşamayı becermek.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.