Organ nakli, organ hırsızlığı
Organların hastanelerde ne tür biçimlerde dolaşıma girdiği, bize o toprakların devleti/devletsizliği hakkında bir şeyler söyler. Tam da bu yüzden, yenidoğan çetesinin yaptıkları, basitçe insanların sağlık sistemine duymuş oldukları güvenin aşınmasının ötesinde bir şeydir ki, zaten hemen mesele organlar konusuna gelmiştir.
En genel anlamıyla bizi dış dünya karşısında koruyan duvarlar ilga olduğunda, dünya güvenli bir yer olmaktan çıkıp bir güvenlik sorunu haline geldiğinde, toplumsal sözleşme askıya alınıp doğa durumuna döndüğümüz durumlarda, önce bedenimizi yokluyoruz, vücudumuzda bir delik açılmış mı, bir yerimiz kanıyor mu, uzuvlarımız tamam mı, sonra zaman-mekan üzerinden zihin kontrolü ve evet, sıra sevdiklerimize geliyor, çocuk(lar), eş, anne-baba, arkadaşlar, akrabalar… Sonra pek çok sebepten dolayı, birbirimize korkunç olaylar, korkutucu hikayeler anlatmaya başlıyoruz…
Hansel ve Gretel, Kırmızı Başlıklı Kız, toplumun direncini geliştirmeye yarayan bu ihtiyat hikayelerinin en eski ve bilindikleri.
Organ kaçakçılığı ve bağışı üzerine küresel çapta literatür ve politika kurucu çalışmalara imza atmış olan Nancy Schepher-Hughes’e göre, Latin Amerika’nın her sokağında muhayyel bir organ hırsızlığı hikayesi vardır. Schpeher-Hughes bu muhayyel hikayeleri, toplumun çocukları ve güçsüzleri her şeyi yapabilecek olan çetelere karşı teyakkuz halde tutması olarak görür. Benzer bir durum, Türkiye’de de var, depremler, seller, salgın hastalıklarla uğraşırken bir yandan da ‘Siyah Transporter’ heyulası muhayyel sokaklarda gezinmeye başlıyor.
Yenidoğan Çetesi sonrasında da benzer bir durum ortaya çıktı, belki gerçek olan, gerçeğe yakın pek çok organ hırsızlığı hikayesi sosyal medyada dolaştı. Çoğunluğu teyide muhtaç bilgiler ama şu mantıksal klişe hep çalışır, paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmeyebilir. O yüzden, organ meselesinde ne durumdayız, hatırlamak faydalı olabilir.
…
Organ nakli, tıbbın içindeki en karmaşık konulardan birisidir. Çünkü, sınıf, kültür, toplumsal cinsiyet, etnisite, din, teknoloji gibi bütün meseleler ve bunların arasındaki gerilimler organların tarihinin içinde katman katman organ nakli ve kaçakçılığının dokularını oluşturur. Organ nakli, suni solunum ve suni kan dolaşımı cihazlarının icadıyla oluşturulan yoğun bakım ünitelerinin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Daha önce, horozlarda ya da basit dokularda gerçekleştirilen nakiller, 1950’lerden itibaren insandan insana böbrek nakli ile yeni bir aşamaya gelmiş, sonrasında 1967 senesinde Dr. Christian Barnard ilk kalp naklini gerçekleştirmiş, sonra da olayın popülerliğinin şehvetine kapılarak, kısa süre sonra ikinci kalp naklini gerçekleştirmiştir. Barnard’ı, Japonya’da Dr. Wada takip etmiş 1968 yılında o da Japonya’da kalp nakli gerçekleştirmiştir. Kalbi alınan ‘canlı’ hastalar kısa sürede ölmüş, nakil yapılan hastalar da birkaç ay içerisinde hayatlarını kaybetmişlerdir.
Fakat bu ilk büyük nakillerle birlikte, organ meselesi, dini-hukuki-etnik-sınıfsal olarak tartışılmaya başlamıştır.
Öncelikle, Christian Barnard Güney Afrika’da apartheit rejiminde bir doktordur ve ikinci verici siyahi birisidir. Barnard dünyadaki siyahi hareketin ayağa kalkması sonucu adam öldürmeye taammüden kalkışmakla suçlanır ve cinayetten ceza alır. Benzer bir süreç Japonya’da Dr. Wada için de yaşanır, o da cinayetten ceza alır ve ilk kalp nakillerinde doktorlar uzun sürelerde hapis cezaları almış olurlar. Dr. Barnard daha ziyade etnisite ve sınıf meselesinden itham edilirken, Japonya’da Dr. Wada daha dini bir motivasyonla itham edilir. Japonlar, herşeyin ruhu olduğuna inandıklarından, herhangi bir insanın öldüğünü değil, ‘ölüm’ sonrası karmada başka bir aşamaya geçtiğini düşünmektedirler ve dolayısıyla Dr. Wada 2. Dünya savaşı felaketi henüz canlıyken, Batı’nın kültürel tecavüzünün aleti olmakla suçlanır ve ağır bir ceza alır.
Böylelikle, tıbbın tıbbi bir mesele olarak gördüğü meseleyi sosyal olarak çözmek için Harward Ad-Hoc komite denilen bir kurul oluşturulur ve cerrahlar, teologlar, felsefeciler, anestezistler ve hukukçulardan oluşan bir topluluk, organ almanın ve vermenin hukukunu, dini, felsefi, hukuki, ahlaki, tıbbi katmanları göz önünde bulundurarak oluşturmaya çalışırlar.
Bu noktada, Harward Ad-Hoc Komite, “Coma de Passe” denilen bir tanım yapar. Bu dönüşü olmayan yol demektir ve kişi eğer geçirdiği travma sonucunda, beyin sapı geriye dönüşsüz bir şekilde zarar görmüşse, yani kardiyovasküler sistem çalışıyor olmakla birlikte, beyin sapından başlayarak nörolojik sistem çökmüşse (yani kişi hala nefes almaya devam etse ve kan dolaşımı hala sıcak olsa da), beyin ölümü gerçekleştiğinden tıbbi olarak ölü sayılacak ve organları alınabilecektir.
Zaman içinde, organlara dokular, kornea, yumurta, sperm, kan nakli eklenmiş, tüm bunlar da, kültür, din, hukuk, sınıf, etnisite meselelerine başka başka muvazaalar eklemiştir. Zira hangi organ, doku ya da sıvının naklinin kime göre mübah olduğu ve hangi durumda yasal, hangi durumda gasp olduğu ya da organın hangi durumda meta hangi durumda bağış/hediye olacağına ilişkin ülkeden ülkeye, dinden dine büyük bir sorunlar yumağı ortaya çıkmıştır.
Daha doğrucası, her devlet, din hatta mezhep organ nakli meselesini kendi meşrebince yorumlamış, bir hukuk ve fıkıh oluşturmaya çalışmıştır.
Fakat konuyu asıl karmaşık hale getiren şey, organın kadeverik mi, canlıdan mı alınacağıdır. Aslında her ikisinden de almak mümkündür, canlıdan almak daha çok sınıf, coğrafya, hukuk meselesiyken, kadavradan almak ya da mevtanın kadavra olarak etiketlenmesine rıza göstermek daha ziyade, kültür, din, inanç meselesidir.
Bu ayrışma aslında bizi başka bir yere, şu anda karşılaştığımız kimi sorunların kaynağına götürüyor. Organ nakilleri ya da gaspları canlıdan mı olmalı, kadavradan mı?
Kadavradan olma meselesinde, dini, milli, etnik bir sürü bariyer var. Mesela Türkiye’de kişi ölmeden önce organını bağışlamış olsa bile, aile rıza göstermediği müddetçe, organ naklinin gerçekleşmesi mümkün değil. Genel olarak dünyada da Türkiye’de de kadavradan organ nakli oranları bir hayli düşük(1).
Canlıdan alımda ise çok anlaşılır sebeplerden dolayı, büyük etik-hukuki bariyerler var. Gene Türkiye’de en genel anlamıyla kan bağı akrabaları ya da evlilik akrabaları birbirleri arasında organ alıp verebiliyorlar. İki tarafın da zorluklarına rağmen, insanlar yasal ya da kaçak olarak canlıdan organ almaya çalışıyorlar. Çünkü, kadavradan alımlarda büyük bir bekleme listesi var ve kadavradan alınan organların vücutta tutunma oranları ve süresi canlı bedenlerden alınmışlara göre daha düşük. Ama her durumda, ister canlı ister kadavradan alınmış olsun, nakiller bekleme listesindeki insanların yüzde 10 kadarına yetiyor. Bütün dünyada bir yılda bekleme listesindeki hastaların (geneli böbrek) yüzde 10’u da ölüyor, yani yüzde 80 beklemeye devam ediyor. Bu bekleyişin, ağrılı, masraflı, bezdirici, yalnızca kişiyi değil, akrabalık ilişkilerini ve aile bütçesini tüketici yönü zaten bir başka mesele.
Bu noktada, yani toplumdaki devlet, bakanlık, diyanet, papalık gibi kurumların, kültürel yapıların, etnik tarihlerin işin içine girdiği bu hikayede, devlet, hukuk, yurttaşlık ve zenginlik karşısında alıcı-vericinin konumu belirleyici olmaya başlıyor. Örneğin, İspanya ve Belçika gibi zengin ülkelerde canlı ya da kadavradan bekleme listelerine giden organların çözdüğü problemler yüzde 30’lara kadar yükseliyor, Türkiye’de bu oran yüzde 2, Romanya’da ise yüzde 0.5.
Bu oranların bu şekilde gerçekleşiyor olması öncelikle, (sosyal) devletin gücü, ülkenin sermaye yapısı (mafyatik mi ‘demokratik mi’?), sigorta ve sağlık sistemlerinin demokratikleşmesi gibi pek çok değişken ile yakından alakalı.
Örneğin, organ naklinde başarı hikayesi olarak anlatılan Belçika ve İspanya’da oranların böylesine yüksek olmasının sebebi, bu devletlerin uygulamış olduğu zorunlu rıza sistemi ile ilgili. Yani kişi örneğin Türkiye’dekinin tersine, sağlık bakanlığına gidip organlarını bağışlamadığına ilişkin bir belge vermediği müddetçe, beyin ölümü durumunda, organlarını bağışlamış sayılır. Ne var ki kişi, cebri gönüllülük sisteminden çıkarsa, sosyal devlet sistemine bağlı sağlık uygulamalarının dışına da çıkmış olur, bu durumda daha yüksek sağlık primi ödeme ya da özel sağlık sigortaları üzerinden ilerlemek durumunda kalır. Yani, sistemin en başarılı olarak işlediği yerler, sosyal devletin geliştiği ve kişileri cebren de olsa sistemin içinde tuttuğu yerlerdir.
Başka türlü söylersek, devletlerin organ nakli politikalarına/protokollerine bakarak, ya da bunların oluşup oluşmadığına bakarak, orada sosyal devletin durumu, sermayenin ve neo-liberal sistemin gelişim düzeyi hakkında net bir görüş sahibi olabiliriz. Örneğin, İsrail bütün meselelerde olduğu gibi burada da gaspçı ve kolonici konumundadır, vatandaşlarının dünyada organ avı yapmasını teşvik eder, dahası bunu fonlar. Ele geçirdiği direnişçilerin organlarını gasp eder, uzuvlarını gerekli olduğunda kullanmak üzere derin dondurucularda saklar. Çin de benzer bir durumdadır. Genellikle Falun Gong tarikatına mensup (Taoizm ile Budizm’den esinlenmiş ahlakçı bir öğreti) muhaliflerin ve Uygurların organlarını alıcıya göre kategorize ederek satmaktadır: Örneğin, Körfez sermayesinin zenginleri Uygurların ‘helal’ organlarının en büyük alıcısı konumundadırlar.
Afrika’nın bilinen ülkelerinde, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’nın pek çok ülkesinde organ alıp-satmak serbesttir. Bununla birlikte, organ etrafındaki ticaret pek çok bakımdan etnikleşmiş, coğrafileşmiş diyebiliriz. Afrika, Hindistan, Ortadoğu, Güneydoğu Asya ülkeleri genelde verici ülkelerdir, G8 ülkeleri ya da coğrafyadan bağımsız olarak zenginler ise genel alıcılardır. Sırbistan, Karadağ, Güney Afrika, kimi Latin Amerika ülkeleri ise merdivenaltı ya da yasal organ nakillerinin/gasplarının yapıldığı ülkelerdir. Bu ülkelerin organ gaspı, ticareti ve naklinde santral hale gelmelerinin sebebi ise, organların dünyada ticareti ve transplantasyonu en global olarak yapılan ‘meta’ olmasıdır. Ortaya çıkmış olan vakalara baktığımızda, örneğin Gürcistan’daki bir organ simsarı, çalıştığı İsrailli, Türkiyeli, Ukraynalı doktorlara Gürcistan’dan bir organ temin ettiğinde, operasyonu yapacak ekip, ‘verici’ ve alıcı (Suud, Avrupalı ya da İsrailli olabilir), Güney Afrika, Karadağ ya da Sırbistan’da uygun bir hastane ve ameliyat ekibi ile buluşup ameliyatı yapmak üzere o ülkeye/kente uçuyorlar ve operasyon bittikten sonra tekrar herkes kendi memleketine dönüyor.
…
Türkiye’de 1975 yılından beri organ nakli yapılıyor. Kimi münferit olaylar sayılmazsa, organların metalaştırılmasına izin verilmedi. Belki de sosyal devletin büyük bir hassasiyetle savunduğu alanların başında, organların, dokuların ve vücut sıvılarının metalaştırılmaması geliyordu. Ne var ki, ilk önce kan, ardından retina ve ardından da organlarla ilgili istismar hikayeleri şayia boyutunun ötesine geçmiş görünüyor.
Burada organlar, dokular, yumurta, ve hayati vücut sıvılarıyla ilgili başka bir noktaya geliyoruz. Bir insanın kendi bedeni ve bedenindeki parçaları ötekilerin paylaşımına açıp açmayacağı meselesi, dinsel, kültürel, tarihsel pek çok katman tarafından ön belirlenir, ama burada asıl mesele devletin ve devletin ilişkilendiği sermayenin niteliğidir. Amerika’da Latinolar ve siyahlar arasında yapılan araştırmalar ya da Türkiye’de organ bağışı ile ilgili yoksullar arasında çalışmalar göstermiştir ki, insanların organlarını bağışlamamaları ile ilgili temel motivasyon, yaralı ya da bilinçleri kapalı olarak hastaneye düştüklerinde, hastane tarafından organları için ölmelerine göz yumulacağı, hatta ölümlerinin kolaylaştırılacağıdır.
Dolayısıyla, beden bütünlüğü ve sağlık kelimenin birinci anlamıyla kamu güvenliği sorunu ya da devletin niteliği sorunudur ya da tersinden söylersek, organların hastanelerde ne tür biçimlerde dolaşıma girdiği, bize o toprakların devleti/devletsizliği hakkında bir şeyler söyler. Tam da bu yüzden, yenidoğan çetesinin yaptıkları, basitçe insanların sağlık sistemine duymuş oldukları güvenin aşınmasının ötesinde bir şeydir ki, zaten hemen mesele organlar konusuna gelmiştir.
NOTLAR:
(1) Peki organlar neden bağışlanmıyor? Ya da devletin istediği ve izin verdiği şeyi, vatandaş neden istemiyor, izin vermiyor. Öncelikle, şehir efsaneleri ile popülist tarikatların tuhaf içtihatları (Hamdy, 2012, 2008a; Sanal, 2012; Özarslan, 2019), karşılıklı olarak birbirini besliyor; Müslüman dünyanın dışında, örneğin Japonlar, tanımadıkları insanlardan organ almayı ödenmeyecek bir borcun altına girme, batının bir başka kültürel tecavüzü ve beyin ölümü tanısının, inandıkları Şintoizm dininin animizmine çok da uyumlu olmadığını düşünüyorlar (Lock, 2002; Lock&Honde 1991; Ohunuki-Tierney, 1997, Hardacre, 1994) Tarihsel arka planda bir diğer mesele; örneğin, Nazi mirasından dolayı, Almanya’da tıp her zaman temkinle yaklaşılan bir alan, ki 1990’larda kadavraların farmakoloji firmalarına ve sürüş testi yapan firmalara deney amaçlı satıldığı/kiralandığı bilgisi bu bagajı patlattı ve büyük bir skandala dönüştürdü (Hogle, 1995, 1996, 1999). Etnik azınlıkların, tarihsel tecrübelerinden edindikleri “önyargıları” organ bağışının önündeki bir diğer engel. Örneğin Amerika’da organ bağışı yapanlar arasında, siyahiler ve Latinler en aşağı sıralarda yer alıyorlar. Zira, (bu kanaat Türkiye’de de oldukça yaygındır) eğer organlarını bağışlarlarsa, beyin ölümü tanısının istismar edici bir şekilde kullanılacağını ve belki yaşama şansları varken, öldürülüp, organlarının bir ‘beyaz’a aktarılacağını düşünüyorlar (Navaneethan&Singh, 2006; Rodrigue vd. 2006; Brown vd, 2010; Reid vd, 2004; OPTN, 2011) Tarihi, kültürel, dinsel, sosyal bariyerlerin dışında, insanları bekleme listelerinden çıkıp kendi çözümünü bulmaya iten başka nedenler de var. Bunların en başında, aslında gene devlet politikaları geliyor; Avrupa ve ABD’de resmi olarak ameliyat olmak son derece pahalı. Osman Özarslan (2020) Göç ve Bedel Bedenler DOI: https://doi.org/10.33182/gd.v7i2.710