Orhan Murat Bahtiyar: Edebiyat hiçbir şey olmak zorunda değil
Orhan Murat Bahtiyar'la Doğan Kitap’tan çıkan ‘Etini Acıtmak’ kitabını konuştuk. Bahtiyar, "Edebiyat politik olmak zorunda değil ama bu topraklarda yaşayınca tüm bu olanları dert ediyorsunuz" dedi.
Aslı Örnek
DUVAR - Orhan Murat Bahtiyar'ın, 'Etini Acıtmak' isimli kitabı Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Bahtiyar, farklı öykülere ve yaşamlara dikkat çektiği kitabında, kabullenmesi zor değişimleri, kayıpları ve ölümleri okuyucuyla yüzleştirmeyi amaçlıyor. Toplumsal duyarlılığın yoğun olduğu öykülerin genelinde ise hayatı anlamaya, insanoğlunun varoluşsal tutarsızlığını çözmeye çalışan insanlar bulunuyor.
Aynı zamanda mühendislik yapan ve profesyonel olarak görsel sanatlarla ilgilenen Bahtiyar, New York National Academy ve School of Visual Arts’ta fotoğraf ve sinema eğitimi aldı. İlk kısa filmi ‘Boşluk’, New York Creative Mischief Show’da gösterildi.
Orhan Murat Bahtiyar’la ‘Etini Acıtmak’ üzerine konuştuk.
Kitabın ismi ‘Etini Acıtmak’. Kitaba bu ismi vermek nereden aklınıza geldi?
Babaannemin, rahmetli dedemin cenazesinde ‘Etim acıyor’ diye ağladığını hatırlıyorum. Sözlük anlamı da bir nevi insan etini parmakla sıkıştırıp acıtmak… Kitapta da bol bol işin içinden çıkamayan, sıkışmış, hatta kesilip biçilen karakter var. Hem fiziksel hem de ruhsal acıyı birbirine bağlayan bir isim olduğunu düşündüm. Bir de benim bir şeye çok üzüldüğümde parmak uçlarım sızlar. Acımaz ama acıdan daha beter bir his.
‘Bir Anlık Şey’ isimli öykünüzde ‘İnsanlar ikiye değil, üçe ayrılır: Yaşayanlar, yaşamayanlar ve bir de kendine ait bir yaşam kuramayanlar’ cümlesi geçiyor. En zoru yaşamamak mı yoksa kendine ait hayat kuramamak mı?
En zor olanı kesinlikle kendine ait bir yaşam kuramamak bence. Yaşamayanlar bir nevi kurtulmuş oluyor artık; ya ölüyor ya da vazgeçiyorlar. Kendini var etmek için çabalayanlar ise ömrünün sonuna kadar mücadele ediyor. Özellikle Türkiye gibi, düşünce yapısı olarak muhafazakar olan ülkelerde bu çok daha zor.
Kitaptaki öyküler görülmeyen ama görülmek ve anlaşılmak isteyen kişilerin hayatları gibi… Yaşama karşı dikkatli birinin iç dökmesi mi bu hikâyeler?
Karakterler gerçekten görülmek ve anlaşılmak istiyorlar mı emin değilim ama evet, ben onları anlamak istiyorum. Baş etmesi zor olay, düşünce ya da hislere karşı nasıl tepki verdiklerini, neyi neden yaptıklarını, iç dünyalarında yaşadıkları ikilemleri… Bu kitap bir yönüyle iç dökme sayılabilir elbette; fakat diğer yönüyle de karakterleri bilerek çıkmaza sokulmuş, zorlanmış, kendileriyle yüzleşmek zorunda bırakılmış öyküler bunlar.
‘Pırlantanı da Taksana’ isimli hikâyede dışarıya karşı mutlu bir evliliği varmış gibi görünen ama aslında aldatıldığını hissettiğimiz bir kadın hikâyesi okuyoruz. Hikâyenin sonu da sürprizli… Bir kadının ağzından hikâye yazmak zor olmadı mı sizin için?
İlk başlarda evet, erkek karakterlere göre daha çok zorlanmıştım. Daha çok irdelemem, gözlem yapmam ve bazen kadınlar üzerine daha çok okumam gerekiyordu. Ama zamanla öğrendim diyebilirim. Bir de her öyküyü annemle uzun uzun tartışırım, tepkisini ölçerim, fikirlerini alırım; bu da işimi çok kolaylaştırıyor. Ayrıca yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim; bir kadının veya başka tür bir canlının, hatta nesnenin ağzından yazabilmek benim kendi kendime koyduğum bir hedef, bir meydan okuma sanırım. Üzerine çalışmayı seviyorum.
Tüm öykülerin yeri ayrı ama ‘Süt, Çamur ve Beton’, ‘Lütfen Yiyecek Vermeyiniz, Daha Önce Beslediler’ beni okuyucu olarak ayrıca etkiledi. Sizin için yeri hepsinin ayrıdır ama sizi zorlayan, başka yere koyduğunuz bir öykünüz var mı?
‘İstenmeyen Şeyler’. Kitabın son öyküsü. Bana sorarsanız bu kitaptaki en iyi öykü. Ama ne editörüm ne de arkadaşlarım benimle aynı fikirde… Yazarken en çok zaman harcadığım ve kitaptaki diğer tüm meseleleri kapsayan bir öykü bana sorarsanız. Teknik olarak da diğerlerinden ayrıştığını düşünüyorum. Hatta bu nedenle ilk taslakta en başa koymuştum bu öyküyü. Fakat editörüm Sibel Oral’ın da önerisiyle sona aldık. Okuması biraz zor, kabul ediyorum. Bu nedenle en baştan okuru korkutmak istemedik.
'EDEBİYAT DA GÖRSEL BİR SANAT'
Yurt dışında fotoğraf ve sinema eğitimi almışsınız. İlk kısa filminiz "Boşluk", New York’ta gösterilmiş. Bu kitapta da sinematografik ögeler yoğun. Hiç öykülerin filmini çekmeyi düşündünüz mü?
Hep düşünüyorum, hatta zihnimde çektim de sayılır o filmleri. Yazarken de tekrar tekrar izliyorum… Sizin de bunu fark etmenize çok sevindim. Çünkü bana sorarsanız edebiyat da görsel bir sanat. Okurun zihin dünyasında bir imge yaratabildiğiniz kadar derdinizi anlatabiliyorsunuz. Gerçekten bir gün birer filme dönüşmelerini isterim elbette. Fakat sinema fazla kapitalist bir sanat dalı, koca koca ekipleri yönetmek bir yerlerden sürekli para bulmak gerekiyor. O açıdan zor gibi…
Kitapta Gezi eylemlerinden Madımak Katliamı’na birçok toplumsal olaya da yer vermişsiniz. Türkiye’yi değiştiren bu dönüm noktalarını direkt anlatmıyorsunuz ama fonda ipuçlarıyla işaret ediyorsunuz. Edebiyat politik olmak zorunda mı sizce?
Hiç değil, edebiyat hiçbir şey olmak zorunda değil elbette. Ama bu topraklarda yaşayınca ister istemez tüm bu olanları dert ediyorsunuz. Ben ‘Cumartesi Anneleri’yle büyüdüm, televizyona her çıktıklarında ve hatta dayak yediklerinde anneme sarılırdım. Bir yandan tüm bunları görmezden gelmem mümkün değildi ancak bu olayları direkt olarak anlatmanın edebi açıdan bir tür kolaycılık olduğunu da düşünüyordum. Hiç Cumartesi Annesi demeden onların hissettiklerini anlatabilmeyi hedefledim. Bu toplumsal olayları öykünün içinde fark edenler olsun ama fark etmeyen ya da önemsemeyenler de öykülerden edebi bir tat alsın istedim. Hatta kitabın yayımlanması bu yüzden biraz gecikti. Zaten ilgimi çeken de ülkenin yönünü değiştiren bu koca koca olaylar değil de, onları ortaya çıkaran insana ait temel faktörler. Örneğin; Madımak Katliamı’ndan daha çok Sivas’ta yaşayan İslamcı, yaşlı bir kadının bir kız çocuğuyla kurduğu ilişki daha çok ilgimi çekiyor. Çünkü tüm bunlar o derinlikte başlıyor bana sorarsanız.