YAZARLAR

Orta Doğu’da türbülans ve bir meteliksiz, itibardan nasipsiz

Erdoğan, Biden’la uyumsuzluğu gidermek için bir yandan Türkiye’nin stratejik ağırlığını NATO kantarına çıkartıyor, diğer yandan Orta Doğu/Körfez/Doğu Akdeniz akslarında yeni dengelere göre pragmatizmin müstesna örneklerini sergiliyor. Bu minvalde İsrail’le normalleşmenin Batı’da bazı kapıları açacağını, İran karşıtı cepheyle paslaşmanın para getireceğini umuyor.

Siyasal İslam’ın kutsalı yoktur. Kendilerinden bildikleri gazeteci Cemal Kaşıkçı için gözyaşı dökerken kullandıkları mendille Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın (MbS) kanlı ellerini sildiler. Tenakuz değil, hepsi sicile uyuyor. “Devletin ali menfaatleri neyi gerektiriyorsa” diye başlayan ifadelerin kaldıramayacağı sakillikler dönüyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan birkaç kez ötelendikten sonra ancak nisanda gidebildiği Cidde Havaalanı’nda vali seviyesinde karşılandı. Ayrılırken de vali yardımcısı seviyesinde uğurlandı.
Kendisi ne yaptı? MbS’yi devlet başkanı, cumhurbaşkanı ve başbakanlar için düzenlenen devlet töreniyle karşıladı. Dışişleri, İçişleri ve Savunma Bakanları dahil kabinenin ekabirini önünde dizdi. Uğurlarken şahsen uçağının merdivenlerine kadar gidip el salladı. Ne dokunaklı aşkmış meğer! MbS buraya gelmeden önce Mısır’da Abdulfettah Sisi’yi 7.7 milyar dolarlık 14 anlaşmayla mesut etmişti. Ankara’dan ayrılırken sağda solda imzalanmış bir şey bıraktı mı diye bakınanlar samanlıkta iğne arar gibiydi. Elbette para diplomaside silahtır, susturucuları olan. Ekonomik çıkarları neyi vaaz ediyorsa ona uygun davranırlar. Zamanla, karşılığını bekleyerek, sonunda alarak. Fakat Erdoğan’ın Cidde, MsB’nin Ankara’da gördüğü protokol kimin bu ilişkiye ne denli muhtaç olduğunu resmediyor. MbS, Kaşıkçı dosyasını BM ve ABD’ye vererek kendisini siyaseten bitirmeye azmetmiş olan Erdoğan’ın elindeki tüm kozları geçersiz kıldı. Dahası orantısız karşılanma ve uğurlanma töreni sayesinde kendisini uluslararası alanda tecrit etmek isteyenlere nanik yaptı. İşin bu boyutuna bin kelam edildi. Ben biraz daha bölgesel çerçevesine gideyim.

BÖLGESEL DİNAMİKLER

Bölgede bir süreden beri çapraz ilişkiler yaşanıyor, yeni ittifak kombinezonları deneniyor. Erdoğan’ın normalleşme debelenmesi hem kendi sıkışmışlığının dayatması hem bu değişimlere ayak uydurma çabası.
Her şeyden önce önümüzde ilişkilerini çeşitlendirme gereği duyan bir Körfez var. 5+1 grubunun Viyana’da İran’la yürüttüğü nükleer müzakerelere paralel olarak Riyad birbirine zıt eğilimler gösteriyor. Bir taraftan Bağdat üzerinden Tahran’la normalleşme denemesi yapıyor. Ola ki İran’ı dizginleyecek bir koalisyon oluşmazsa tek başına kalacağı ana hazırlanıyor; İran’dan emin olmak istiyor. Bunun için normalleşme en mantıklı yol. ABD’nin yaptırımları kaldırmaya yanaşmaması nedeniyle Viyana görüşmeleri üç aydır çıkmazdaydı. Fakat hafta sonu AB’nin dış politika şefi Josep Borrell’in Tahran ziyaretinde müzakerelere dönülmesi kararlaştırıldı. Rusya’ya yaptırımların tetiklediği enerji krizi Batılılara İran’la anlaşmanın iyi geleceğini fısıldıyor. Eş zamanlı olarak Irak Başbakanı Mustafa el Kazımi, İran-Suud diyaloğunu ilerletmek için hafta sonu önce Cidde'ye ardından Tahran'a gitti. Bunlar İran’la düşman olarak baş başa kalma seçeneğini bertaraf etmeye matuf adımlar.
Buna mukabil Riyad’ın yaptığı diğer şey, 2015’te Yemen’e savaş başlatırken sarıldığı stratejiyi güncelliyor: Ortak düşmana karşı safları sıklaştırmak. Yemen’de İran destekli Husilere karşı “Sünni İslam Ordusu” kurma denemesi bir fiyaskoydu. Erdoğan 2013’de Mısır’da İhvan iktidarını deviren Sisi’yi finanse ettiği için çok bozulduğu ‘haşmetli’ kralın gönlünü alırcasına Yemen’de Suudilere arka çıkmış, hatta İran karşıtlığında bayrağı en yükseğe çıkaran lider oluvermişti. İran tanklarını Kâbe’ye yürüten manşetlerden geçilmiyordu. Dost olurken de savruluyor, düşman olurken de! O sıralar Obama yönetimi Erdoğan’ı Suriye’de cihadi örgütlerle iş tutmakla suçladığı için Suudi kapısına dönmüştü. İdlib’in El Kaide türevlerinin eline düşmesi, bir Türk-Suud dayanışmasının neticesiydi. Suudiler de ABD’nin İran’la anlaşmasından dolayı tedirgindi. Riyad, Yemen’de Amerikalıları zaferi garantileyecek katkı sunmamakla eleştirirken Türkiye gibi ülkeleri yanında görmeyi önemsiyordu. İran’a karşı Amerikan kalkanı işe yaramayınca bu ihtiyaç kendini yeniden hissettirdi. 2015’teki koşullardan farklı olarak yakınlaşmayı dürten bir de Türk SİHA’ları var. Bir de Suud-Emirlikler arasında kızışan rekabet, Türkiye ile yumuşamanın önünü açtı. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid (MbZ) ile MbS usta-çırak ilişkisi içindeydi. Sonra aralarına kara kedi girdi. Yemen’deki ortaklık bozuldu. MsB, Vizyon 2030’a yatırımcı çekmek için BAE’ye çarpıyor. Gümrük vergileri ve Programme HQ uygulaması bunların başında geliyor. Program devletle iş yapmak isteyen uluslararası şirketlere bölgedeki merkezlerini Suudi Arabistan’a taşıma şartı koşuyor. Hedef 2030’a kadar en az 480 şirketi çekmek. Dubai sarsılacak. Dubai’deki yatırımlarını NEOM’e çekmeyen Suudilerin tepesine de biniyorlar. Kavga havada kapışmaya ve OPEC’te restleşmeye kadar vardı. Haliyle MbZ, Erdoğan’la el sıkıştıktan sonra MbS bundan geri kalamazdı.

TAHT, İSRAİL’İ TANIMA VE AMERİKAN HESABI

Suud-Türk yakınlaşmasının arka fonunda İsrail’le ortaklaşma var. Kuşkusuz Suudi Kralı Selman mezarı dikizlerken adının tarihe İsrail’le kucaklaşan lider olarak geçmesini istemiyor. Bu, İsrail’le gizli ortaklığı gizlemese de. Fakat alenen Yahudi devleti ile el sıkışma potansiyeli taşıyan isim tahtı bekleyen oğul. MbS geçen martta “İsrail’e düşman gözüyle bakmıyoruz, onları birlikte takip edebileceğimiz birçok çıkarları olan potansiyel bir müttefik olarak görüyoruz” sözleriyle heyecan yaratmıştı. Tahta giden dikenli yol belki Washington’un desteğini de gerektiriyor. Taht ile İsrail’i tanıma arasında bağ kurulması şaşırtıcı olmaz.

Sonuç olarak İsrail’in Abraham Anlaşmaları ile Araplarla barışın taçlanması ve İran’a karşı İsrail-Arap koalisyonunun tekâmüle ermesi Riyad’ın kulübe katılmasına bağlı. Biden, Riyad’a gittiğinde “Hadi sıra sizde” diyebilir.

Tabii ki mevcut koşullarda “2002 Arap Barış İnisiyatifi temelinde Filistin meselesi çözülsün” demekten başka şansları yok.

İsrail’le örtülü ortaklığı açık ilişkiye çevirmenin Amerikan koridorlarında getirisi olabilir ama bölgesel riskleri düşünmeye değer. İsrail’le kucaklaşma, Filistin bayrağının hepten İran’a geçmesini sağlar. Arap halkları arasındaki Filistin duyarlılığını dikkate almak durumundalar. İşin bir tarafında İslam dünyasının liderliği var. MbZ’nin böyle dertleri yok. Ayrıca başka bir tartışma da devreye giriyor: Abraham Anlaşmaları ile Filistin davasını gömmek isterlerken Ürdün’ün altını oyuyorlar. Hadim’ül Haremeyn yani Mekke ve Medine’nin hizmetçisi sıfatını taşıyan Suudiler, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Harem’üş Şerif’in hamiliğini de Ürdün’den alsın isteniyor. Haliyle Amman huzursuz. MbS ikinci durağı Ürdün’de Sisi’ye yaptığının aksine Kral Abdullah’a keseyi açmadı. O da MbZ’nin kapısını çalacak.
Suud-Amerikan ilişkiler tarihinde petrole karşı güvenlik anlaşmasının oturduğu zemin çürüse de Biden yönetimi, Ukrayna savaşına bağlı enerji krizinde Riyad’ı kendi oyununda görmek istiyor.  O yüzden ‘parya’ muamelesi yaptığı MbS’ye kur yapıyor. Erdoğan gibi kucaklaşmadan. Biden temmuzda Riyad ziyaretini resmi değil Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çerçevesine sokup MbS ile ikili görüşmeyeceğini söyledi. Sahtekârlık hünerlerini konuşturuyor. Fiilen işlere bakan MbS, oturup konuşacağı kişi de o. Zaten telefonda konuşuyor. Rusya’ya karşı vekâlet savaşı petrol-doğalgaz-tahıl fiyatlarındaki tırmanış yüzünden tökezliyor; bunun için Biden, Körfez’in küskünlerini yakın plana alıyor. Olan bu.
Yine de ilişkiler düz bir çizgide ilerlemiyor. Suudiler önemsedikleri Amerikan korumasının Aramco vurulduğunda kendilerine kalkan olamadığı gerçeğini unutamazlar. İlişkileri çeşitlendirmek için Çin ve Rusya ile de paslaşıyorlar. Bu motivasyon Türkiye ile ilişkiler için de geçerli. Bu türbülansta Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un KİK toplantısı için Riyad’a davet edilmesi, OPEC+’da Rusya’nın gözetilmesi ve Suudi Enerji Bakanı’nın St. Petersburg ekonomi forumuna gönderilmesi sıradan bir direnç sayılmaz. Biden bunu kırmak istiyor.

İSRAİL’İN ARAPLARLA DANSINDA TÜRK’ÜN YERİ

Erdoğan’ın rotayı İsrail-Arap eksenine kırması İsrail-Amerikan stratejisiyle çakışıyor. İran’ın Türkiye’deki İsraillileri hedef alacağı iddiaları, MbS ve İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in ziyaretlerine denk gelecek şekilde İran hücrelerinin çökertildiği haberleri bu diyalogda harç işlevi görüyor. Bu görüntü İran’ı gücendirme pahasına Erdoğan’ın da işine geliyor. İran Dışişleri iddiaların Türkiye-İran ilişkilerini sabote etme amacı taşıdığını düşünüyor.
Erdoğan, Biden’la uyumsuzluğu gidermek için bir yandan Türkiye’nin stratejik ağırlığını NATO kantarına çıkartıyor, diğer yandan Orta Doğu/Körfez/Doğu Akdeniz akslarında yeni dengelere göre pragmatizmin müstesna örneklerini sergiliyor. Bu minvalde İsrail’le normalleşmenin Batı’da bazı kapıları açacağını, İran karşıtı cepheyle paslaşmanın para getireceğini umuyor.

Erdoğan, İran’la ilişkileri meze yapan tutumundan dolayı daha sonra dönüp Tahran’la yüzleşmek zorunda. Bu hatta güven bunalımı derinleşiyor. Erdoğan’ın okuduğu Aras şiiriyle kendini ele veren Karabağ gerilimi, susuzluktan Ankara’yı sorumlu tutan çıkışlar, Irak’ta hükümet kurma kavgası, Tahran’ın Türkiye’nin sınır ötesi harekâtlarına karşı açık muhalefeti, Irak’ta Haşd el Şaabi güçlerinin Türk üssünü hedef alması, Şengal’deki restleşmeler, İran’ın Suriye’de güvenli bölge planına karşı durması ve Türkiye’nin İran karşıtı kampa atlaması ilişkilerdeki kamburu yükseltiyor. Erdoğan’ın Tahran’a ziyaret planı rafa kalkarken İran Dışişleri Bakanı Emir Abdullayihan’ın Ankara ziyareti de bir ayda iki kez ertelendi. Normal değil. İran’ın, İsrail’in suikast ve sabotajları karşısında zafiyet yaşadığı, Devrim Muhafızları İstihbarat Şefi Hüseyin Taib’i görevden almak zorunda kaldığı kırılgan bir dönemden geçerken Türkiye’nin Suudiler ve İsrail’le dansını izliyor.
Velhasıl herkes ilişkiler torbasını yeniden karıştırıyor. Hepsinin kendince nedenleri var. Ankara’ya gelen Moskova, Pekin ve Yeni Delhi’nin yolunu da biliyor. Kimse çaresiz değil. Kimse bir günde o kapıdan o kapıya düşmüyor. Beri tarafta Erdoğan’ın arayışları mücbir sebeplere dayanıyor. Bir çöküş senaryosunun tam ortasında orantısız işler yapıyor. Çaresizce. Demek ki Ukrayna’nın sunduğu fırsatlar Batı’daki tecridini kırsa da kendini güvende hissetmiyor. Son 10 yılda ihtiraslarıyla Türkiye’nin dış ilişkilerini zehirledi. Şimdi kendi bekası için toparlamaya çalışırken ülkeyi itibarsızlaştıracak şeylere tevessül ediyor. Yine birine karşı ötekini kullanıyor. Öfkeyle kalkıp pişmanlıkla ilişiyor. Ve ne zaman yeni bir düşman kazanacağı belli olmuyor.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.