YAZARLAR

Ortak Mutabakat metni üzerine: AKP ve beka tartışması

Türkiye Cumhuriyeti bir beka sorunu yaşıyor ya da yaşayacaksa bu, siyasîlerin bekayı bir sorun olarak sürekli burnumuza sokmaları, onu bir ötekileştirme-manivelası haline getirmeleriyle kronikleşecek bir sorundur. Her muhalif, öteki; her öteki bir beka sorunu; bekayı her tanımlayan da bir kurtarıcı olarak kendini tanımlarsa ülke ciddi bir beka sorununa gebe demektir.

Altılı Masa’nın, nam-ı diğer Millet İttifakı’nın Ortak Mutabakat Metni, Congresium Kongre ve Sergi Merkezi’nde 30 Ocak 2023 Pazartesi günü gerçekleştirilen bir toplantıda açıklandı. 3.107 kişilik salonun tamamı davetlilerle doluydu. 240 sayfalık bir kitaba sığdırılan Mutabakat Metni, dokuz ana başlık altında toplanmıştı. Sinevizyonla desteklenen sunumlar, Millet İttifakı’na mensup siyasî partilerin yetkililerince sunuldu. 11.45 civarlarında başlayan sunum, altı liderin sahneye çıkmasıyla 14 sularında son buldu.

Bu yazıda -ve müteakip birkaç yazıda- dilim döndüğünce bu Mutabakat Metni üzerine düşünce ve değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum: Mutabakat Metni içindeki vaatleri alt alta sıralayarak metnin bir minik özetini yapmak değil; dikkatimi çeken, aklıma takılan, eksik yahut da kayda değer ve önemli bulduğum kimi hususları sizlerle paylaşmaktır murâdım. Bu nedenledir ki -peşin söyleyeyim- sizi bazen siyasî hayatın farklı dönemlerine götürmem gerekecek; bazen de Mutabakat Metni içindeki bir kavramdan hareketle siyasal hayatımızın kavramsal fay hatlarında dolaşmamız gerekecek. Sabrınıza sığınıyorum.

BEKA SORUNU

Mutabakat Metni, altı liderin imzasını taşıyan bir Önsöz ile başlamakta ve bu dîbâcenin henüz ikinci parafında altı muhalif lider “Mevcut sistem[in] Devlet için bir beka sorununa dönüş”tüğünün altını çizmekte.

Mutabakat Metni’nin açıklamasını takip eden Salı günü, 31 Ocak’taki mutat grup toplantısında da bekayı yeniden gündemine taşıyan ve “Altı lider bir aradayız. Birlikte mücadele ediyoruz, demokrasiyi savunuyoruz. Var olan sorunlara akılcı politikalarla çözüm üreteceğiz" diyen Kılıçdaroğlu, "Erdoğan geldi oturdu, tek adam rejiminin faturası hepimizin önünde duruyor. İşçisinden çiftçisine, memurundan emeklisine, tüccarına kadar. Bu rejim bizi mahvetti. Bu rejim artık Türkiye Cumhuriyeti için bir beka sorunudur. Türkiye buradan çıkmak zorundadır.” dedi. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın bir beka sorunu olduğuna daha önce de değinmiş, Erdoğan’ın Afganistan’daki gelişmelerle ilgili olarak Ağustos 2021’deki açıklamalarına istinaden; “Erdoğan, sen bir beka sorunusun. Ülkenin demografik yapısını alenen tehlikeye attın. Seçimden de kaçtığın için, halkımız sana gerçek fikrini ‘şimdilik’ iletemiyor. Ama gün gelecek göreceksin, sen de gerçekle yüzleşeceksin” karşılığını vermişti.

Erdoğan da birçok defa muhalefeti bir beka sorunu olarak gördüğünü dile getirmiş; katıldığı bir televizyon programında “Türkiye'nin en önemli sorunu beka sorunu ile muhalefettir." sözlerini sarf etmişti.

Beka, sadece Kılıçdaroğlu ve Erdoğan arasındaki atışmaların değil, diğer liderlerin de dillerine pelesenk bir kavram. Bahçeli’nin, devletin bekasını vurguladığı konuşmalardan örnekler vermektense, bekadan dem vurarak rakiplerini tehdit etmediği, onları “satılmışlık”, “alçaklık”, “kanıbozukluk” vb. ile suçlamadığı konuşmalarını arayıp bulmayı tercih ederim. Meral Akşener’in de Davutoğlu, Babacan ya da Karamollaoğlu’nun da devletin bekasına dair güzide kasidelerine rastlamak zor değildir; hatta bir adım daha atıp Osmanlı Türkiye siyasî tarihinin  fenâ-beka (fâni-bâkî) düzleminde bile okunabileceğini; bekanın, siyasî hayatımızı (explanandum) okumayı kolaylaştıracak bir explanan (açıklayıcı) olduğunu bile söyleyebiliriz.

Kuvvenin fiile, bir boş gösteren olarak bekanın hegemonik mücadelede bir tanıma kavuşması süreci de başlı başına politik bir mücadelenin sonucu olarak tezahür etmektedir. Bu hegemonik mücadelede anarşi/terörün yani bekayı problematik hâle getirenin (fenâya neyin yol açtığının) belirlenmesi önem taşımaktadır. Anarşi/terörün (anarşistin ve teröristin) ne/kim olduğunun tespiti ise bir hostis/şeytan inşasını gerektirmektedir. Tam da bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Ernesto Laclau, Populism: What’s in a Name (2015) başlıklı makalesinde söylemsel olarak bir düşman yaratılmadan popüler öznelliğin olmayacağını ve bu düşmanın da eski rejim (ancien régime, oligarşi, müesses nizam, establishment) ya da başka herhangi bir özne olabileceğini belirtir. Nitekim popüler öznelliğin içsel bir sınır yaratılmadan ortaya çıkması mümkün değildir. Yine unutmamak gerekiyor ki beka politik süreçte tanımlanmadığı (operasyonel olarak fiile geçirilmediği) sürece bir yüzer-gezer gösteren gibidir; sabit bir anlamı yoktur, söylemsel bir alanda çoğul anlamlar tarafından üst-belirlenen bir tanıma sahiptir. Laclau yüzer-gezer gösteren kavramını popüler gösterenlerin ve bu gösterenlerin artiküle ettiği (eklemlediği) taleplerin muğlaklığını işaret etmek için kullanır. Kuşkusuz ki bir talebin (örneğin adalet, eşitlik, barış ya da beka) –kategorik olarak popüler öznelliğin oluşması için Laclaucu anlamda bir çıkış noktası olduğu göz önüne alındığında– neden yüzer-gezer hâle geldiği önemlidir. Bu, Laclau’nun da özellikle altını çizdiği üzere bir talebin –ya da diğer bir anlamıyla bir iddiayı başkasına empoze etme girişiminin– çatışmakta olan farklı projelerin eklemleme girişimlerine açık hâle geldiği; kimseye ait olmayan sularda yüzmeye başladığı bir momenttir. Bunu belki de özellikle 1960’lı yıllardan itibaren beka kavramının farklı siyasal projelere eklemlenmesi çabasında görmek mümkündür. Türkiye’de sağ siyasetin ve temsil kurumlarının (partiler, sendikalar, sivil toplum örgütleri vd.) solun karşısında hegemonik üstünlük kurma mücadelesinde beka kavramını (talebini) kendi siyasal projelerine artiküle etme girişimini kullanışlı ve mümkün görmesi de kavramın 1960’lı yıllar sonrasında kendi tikelliğini güçlü bir biçimde korumakla kalmayıp farklı toplumsal talepleri temsil eden eş değerlik zincirleriyle olan bağlantısını zayıflatmış olmasıyla ilgili olabilir. Bu da 12 Eylül 1980 tarihli askerî darbenin ardından yeni sağ siyasetin muhafazakâr, otoriter ve neoliberal hegemonik projesinin yaratılmasında -tasavvufi anlamda- ölümsüz bir varlık alanını imleyen ve tanrısal özde bulunma hâlini de temsil eden bekanın neden bu tür bir siyasal proje için kullanışlı olma özelliği taşıdığını da açıklar niteliktedir. Dolayısıyla Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine’de (2007) ele aldığı sıfır (rakamı) benzetmesinden yola çıkılırsa beka, münhasıran bir anlama sahip olmayan bir boş (gösterileni olmayan) gösterendir (tıpkı “adalet”, “komünizm”, “düzen”, “devrim” ya da “bağımsızlık” gibi), bir düğüm noktasıdır (nadal point). Beka, Laclau’nun teşbihini devam ettirecek olursak, sıfır rakamı gibi kendi başına bir anlam ifade etmez ve bir yokluğu temsil eder ama tarihsel süreç içinde farklı farklı tanımlara sahip olarak farklı farklı gösterilenlere sahip olarak matematiğin (Türkiye siyasetinin) temeline yerleşir. Çalışmamıza konu olan vahdet-i devlet de beka boş göstereninin (kuvvesinin, sıfırının) 1960’tan sonraki (operasyonel) tanımı (gösterileni) olarak tasavvur edilecektir. Laclau Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme’de (2015) “Boş gösteren[in], tamı tamına, gösterileni olmayan bir gösteren” olduğunu “Ancak bu tanım[ın], aynı anda bir sorunun ilam[ı]” olduğunu da belirtir. “Bir gösteren hem herhangi bir gösterilene iliştirilmiş olmayacak hem de bir anlamlandırma sisteminin ayrılmaz bir parçası olacak.” Bunu tikel bir talebin (bekanın) kendi tikelliğinden bütünüyle vazgeçmeden, eş değerlik zincirini bir bütün olarak temsil eden bir gösteren olarak da işlev görmeye başlamasıyla açıklamak mümkündür. Laclau’nun da belirttiği üzere bahsi geçen bu durum, “hegemonya” olarak adlandırılmış olan durumun kendisidir. Elbette böylesi bir durum -mesela- hem bekanın Osmanlı-Türkiye siyasetinin temel kavramı olması hem de somutta bir şeye tekabül edememesi mümkün değildir. Somutta bir şeye tekabül etmektedir ki beka, 1970’lerde gülmeyi unutacak ama sonra gülme sırası kendisine gelecek olan büyük burjuvazinin taleplerini, işçi sınıfının sermayeye meydan okumasını mevcut devlet biçimine bir meydana okuma olarak algılayan devletin yeniden otorite istencini, muhafazakâr ideolojinin ve “henüz endişesiz” muhafazakârların herkese kendi yerini öğretme görevini ve hiyerarşi isteğini temsil eden bir boş gösterendir. Laclau’nun da altını çizdiği gibi “Boş bir gösteren… herhangi bir anlamlandırma işlevinden yoksunsa, ‘gösteren’ teriminin kendisi de fuzuli hâle gelecektir.” Bir başka ifadeyle, Osmanlı-Türkiye siyasal hayatının temel kavramı olarak beka, kendine sabitlenmiş bir gösterilene sahip değildir; beka göstereni -kuvveden fiile geçişi- tarihsel ve toplumsal bağlamda ve hegemonya içinde kavrama sabitlenmektedir. 1960’tan sonra da bekanın (fenânın, anarşinin izalesi ile tesis edilecek olanın) fiile geçişini (vahdet-i devlet) de bu manada ele almak gerekmektedir. Bu noktada E. P. Thomson’un The Making of The English Working Class’ını anmak gerekiyor.  Tıpkı Thompson’un İngiliz işçi sınıfını tanımlamanın tek yolunun onun tarihine bakmak olduğunu hatırlatması gibi   Osmanlı’da beka ve vahdet-devletin  “tanım”larının da tarihsel olduklarını; bizzat “tanımla”ma işinin tarihsel bir süreç olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Sadece Osmanlı-Türkiye siyasal hayatını açıklamakta mahir bir maymuncuk olarak değil Doğu’nun ekonomipolitiğini imleyen bir kavram olarak da düşünüldüğünde beka; durağan, despotik, axial, patrimonyal (ya da hangi kavram bagajıyla tanımlanırsa tanımlansın somutta Osmanlı-Türkiye’deki)  devletin dışarıdan görünen yüzüdür: Doğulu devletin içinden dışarı bakıldığında baki devletin, dışından içine bakıldığında ise despot/axial/patrimonyal devletin görüldüğünü; Doğu’yu ve onun Devlet’ini tanımlamak için kullanılagelen bu kavramların Türkçe’ye beka olarak -tercüme değil- tefsir edilebileceğini söylemek yanlış olmaz. Bu noktada patrimonyalizm, axial, despotik ya da başka bir kavramsal bagajın Osmanlı toplum yapısını ne kadar açıklayabildikleri, bu kavramların aralarındaki farkları ve bu konudaki tüm tartışmaları bir kenara koymam gerekiyor.

Boğdum sizi biliyorum; sabrınıza sığınıyorum demiştim. Lâkin madem hâlâ bu satırları okuyorsunuz sözü yine AKP ve beka sorununa getirmek istiyorum.

AKP BİR BEKA SORUNU DEĞİLDİR; BEKA DA BİR ALTILI MASA SORUNU DEĞİLDİR

Bekanın, siyasî hayatımızı açıklamakta mahir bir maymuncuk olarak kullanılageldiğine; bir boş gösteren hâline getirildiğine yukarıda değinmiştim. Sadece bu değil; beka, aynı zamanda, siyasî liderlerin popüler -ve daha da önemlisi- popülist politik dillerinin nadide kavramlarındandır da. (Politik) rakibi fenâ etrafında tanımlayarak kendini bekanın garantisi, hâmîsi ve bânîsi olarak sunmak bu popülist politik dilin en kıvrak argümanlarındandır. Altılı Masa da -ne yazık ki- daha Mutabakat Metni’nin Önsöz’ünde aynı popülist dili benimsemeyi tercih etmekte ve AKP’yi bir beka sorunu (fenâ); kendilerini de bu sorunu çözecek -ve bekayı tekrar tesis ederek fevzaya son verecek bir kurtarıcı olarak tanımlamayı tercih etmektedirler. Konumuz Altılı Masa’nın Ortak Mütabakat Metni değil de Erdoğan’ın ya da Bahçeli’nin politik dilleri olsaydı benzer şeyleri çok ama çok rahatlıkla onlar için de söyleyebilir, onların Altılı Masa’yı bir beka sorunu olarak tanımlamalarının popülist karakteri üzerine konuşabilirdik.

Oysa AKP’yi bir beka sorunu olarak tanımlamak sosyal bilim açısından pek doğru bir tavır/tercih olmasa gerektir. Rejimin otoriter karakterinden; AKP’nin ekonomi politikasının, dış politikasının, eğitim politikasının…. ülke gerçekleri ile örtüşmediğinden; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen garâbetin bir başkanlık sitemi olmayıp, Cumhurbaşkanlığı kurumunu Başbakanlık kurumu  içinde eriten bir Her Adam Rejimi bir Reistokrasi olduğundan bahsedebiliriz ama bu, AKP’nin ya da Erdoğan’ın (ki Cumhur İttifakı’nın beka kavramı etrafında ördüğü popülist politik dili eleştiriyor olsaydık o da Millet İttifakı’nın, Kılıçdaroğlu,  Akşener ya da diğer liderlerin) birer beka sorunu olduklarını söyleyebilmemizi haklı çıkarmayacaktı.

Evet, ortada bir “beka” sorunu var; ancak bu beka sorunu neyin devletin bekasını tehdit ettiği ya da Millet İttifakı’nın mı yoksa Cumhur İttifakı’nın mı fenâya neden olduğu ile ilgili bir sorun değil; aksine, beka-fenâ dilinin yol açtığı ötekileştirme, teröristleştirme, düşmanlaştırma ve siyaset dışılaştırma ile ilgili bir sorundur.

Türkiye Cumhuriyeti bir beka sorunu yaşıyor ya da yaşayacaksa bu, siyasîlerin bekayı bir sorun olarak sürekli burnumuza sokmaları, onu bir ötekileştirme-manivelası haline getirmeleriyle kronikleşecek bir sorundur. Her muhalif, öteki; her öteki bir beka sorunu;  bekayı her tanımlayan da bir kurtarıcı olarak kendini tanımlarsa ülke ciddi bir beka sorununa gebe demektir.

Devam edeceğim...


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.