YAZARLAR

Ortaklığın sofrası

Sofra kültürü önemlidir, bir araya gelme, karşılaşma neşeyi ve derdi paylaşma işlevi görür. Her mevsimi içinde bulunan yemeklerle temsil eder. Sofralar paylaşmaktır, sadece öğünü değil, hayatı da. Ama bu konuda da eşitsizliklerin peşimizi bırakmadığını görürüz, sofradaki hayvan, toplumsal cinsiyet rolleri, gıdanın eşit paylaşılmaması gibi konular bize eleştirel düşünme imkânı verir.

Sofra kelimesi; masa, sini, tepsi, ayaklı hamur tahtası üzerinde yemeğin yenmeye hazır olması anlamına geliyor. Geniş sofralarda oturup uzunca muhabbetler etmeyi özlediğimiz şu dönemde sofra ve yemekler üzerine düşünmek nostalji duygusu bıraksa da altını biraz deştiğimizde sofra ve mutfak, hakkında konuşacak epey malzeme veriyor, toplumsal cinsiyet rolleri, “millilik”, sofrada bir nesne olarak yer bulabilen başka türler… Bunları düşünmek hem zihin açıcı hem de başka şeyleri sorgulamaya imkân veriyor.

Geniş sofralardan bahsetmek güzel geliyor kulağa ama biraz kafa yorunca o geniş sofraların ardında görünmez bir emek olduğunu da fark ediveriyorsunuz. Özellikle ikili cinsiyet üzerinden biçimlenmiş, aile içi roller düşünüldüğünde kadınların sofralara verdiği emeğin çok da öne çıkmadığını fark ederiz belki de o nedenle sofrada çekilen toplu aile fotoğraflarında kadınların yorgun yüzleriyle karşılaşırız. Sofra kalksa da iş bitmez çünkü mutfakta yığınla bulaşık, dağınıklık genellikle kadınlara yük edilir. Sofradaki oturma düzeninin bile söylediği bir şeyler vardır; geleneksel ailelerde sofranın başına ya ailenin büyüğü ya da baba oturtulur, bu da ev içinde otoritenin sahibinin kim olduğuna gönderme yapar. Sadece bu da değil, Delphy, Fransa kırsalında yaptığı bir araştırmada şuna dikkat çekiyor “erkekler kıt besin kaynakları açısından (hayvan eti gibi) geleneksel olarak ayrıcalıklı bir konumdaydı ve bu uygulama özellikle evin reisi olan erkekler için geçerli bir durumdu.”(1) En azından bahsedilen bölgede kıt bulunan hayvanlardan yapılmış yiyeceklerde erkeklere ayrıcalıklı davranıldığını söyleyebiliyoruz. Erkek egemen sofralarda hayvan yemek gücün sembolü olmak gibi bir anlam da taşıyor. Carol J. Adams 'Etin Cinsel Politikası'nda şuna işaret ediyordu: “Etin hangi özelliği erkek egemenliğinin övgüsü ve sembolü hâline gelmiştir? Cinsiyet eşitsizliği birçok yönden tür eşitsizliğinin içine işlemiştir zira çoğu kültürde eti temin etmek erkekler tarafından yapılan bir iştir. Et, ekonomik anlamda değerli bir maldır; bu malın kontrolüne sahip olanlar güce de sahip olur.”(2) Bu durumda hayvan eti hem az bulunduğundan sofrada erkeğe tüketim konusunda ayrıcalık sağlıyor hem de temin etme görevinin bellekteki yeri erkek gücü ile ifade edildiğinden, sofralarda erkek egemenliğinin ve gücünün sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Bu da hem etik açıdan hem de cinsiyet politikası açısından hayvan yemenin sofradaki anlamını düşünmemizi sağlıyor ki günümüz dünyasında hayvan cesedi veya hayvansal ürün olmayan bir sofra tahayyülü sadece etiğin ve politikanın değil zorunlulukların da merkezinde duruyor.

Delphy’nin araştırmasında dikkat çekici bir yan da yemek miktarının erkekler daha çok enerji harcıyor gerekçesiyle eşitsiz dağıtımı, alkol konusunda bunun yanına bir de genel ahlâkçı bakış ekleniyor, “kırmızı şarabın erkekleri güçlendirdiği düşünülürken, bu içkiyi bir kadının bir miktar içmesi dahi ayıp karşılanıyordu.” Bunu tüm dünyaya genelleyemesek de aile kurumunun geleneksel yapıyla devam ettiği pek çok bölgede benzer uygulamaların olabileceğini seziyoruz. Özellikle alkol konusunda bu bakışın çok daha sert yanıyla yaşadığımız coğrafyada da sıklıkla karşılaşıyoruz.

Sofra, aynı zamanda kadınların kendi aralarında kurdukları diyaloglar için de önemli bir unsur. Karşılıklı yemek tarifleri alınıp veriliyor, sofra hakkında muhabbetler ediliyor. Bunlar hakkında konuşmanın kendince bir dili var. Türkiye’deki altın günü örneğinde olduğu gibi; bir araya gelinip, sofralar kurulur, yemekler yenerek, dertleşilir, sırası gelene, genellikle altından oluşan hediye verilir ve bu bir dayanışma işlevi de görür. Bu gün sofraları, kendi içinde diyalogu sürdürmenin, ev içinde kendine ait bir alan açmanın yolu olarak değerlendirilebilir fikrimce. Her şeyin ev içi alanın, sofrada oturma biçiminin bile erkek egemenliğine göre şekillendiği bir dünyada bu kadınların kendi aralarında geliştirdikleri bir ilişki biçimi, muhabbeti sürdürme yöntemi, hatta kendi sorunlarını paylaşabilme yeri olma işlevi taşıyan bir strateji olarak bile düşünülebilir.

Sofra ve yemeklerin bir de “milli” olma durumu var, özellikle ulus devletlerin inşa süreçlerinde, kimlik inşasının bir parçası olarak işlev görür mutfak kültürü. Burak Onaran(3), mutfakları “milli” olarak etiketleme hevesinin milliyetçiliğin doğasından ve ulus devletlerin politik amaçlarından kaynaklandığını anımsatır, Anderson’ın “Hayali Cemaatler” kavramına atıfla, ulus kurgusunda olduğu gibi “milli” olduğu düşünülen yemeklerin de kurgusal olduğuna dikkat çeker. Bu durumda sorun Onaran’ın cümleleriyle: “Buradaki ‘kurgusallık’ vurgusu, somut olarak var olan ve nüfusun baskın ve/veya elit unsurları tarafından tüketilen mutfak kültürünün, söz konusu ulus devlet sınırlarında yaşayan nüfusun geri kalanını da kapsayacak bir biçimde “milli” etiketiyle sunulması ve bu anlayışla yaygınlaştırılması sürecine işaret eder.” Böylece, egemen gruba göre belirlenmiş bir sofra anlayışıyla karşılaşırız ve ulus olarak belirlenen çoğunluk kimliğinin dışında kalanların mutfağının da bunun içinde eridiğini görürüz. Oysa farklı grupların yaşadığı bir coğrafyada sofra ve yemek kültürü de çokludur; her ne kadar tekleştirilme çabasına girişilse de kullanılan bir baharat, bir ot, bir pişirme tekniği o çokluğu çağırır. Tıpkı ülkeler arasındaki “benim yemeğim” çekişmesinde olduğu gibi yemekler sınırları aşar, aşındırır her kültürün sofrasında kendi anlamını taşımaya devam eder.

Sofra kültürü önemlidir, bir araya gelme, karşılaşma neşeyi ve derdi paylaşma işlevi görür. Her mevsimi içinde bulunan yemeklerle temsil eder. Sofralar paylaşmaktır, sadece öğünü değil, hayatı da. Ama bu konuda da eşitsizliklerin peşimizi bırakmadığını görürüz, sofradaki hayvan, toplumsal cinsiyet rolleri, gıdanın eşit paylaşılmaması gibi konular bize eleştirel düşünme imkânı verir. Oysa eşit emekle hazırlanmış sofralar olmalı değil mi, birinin görünmez emeği onun kahkahasını eksiltmemeli sofradan, bir başka tür yenecek bir nesne olarak değil dost olarak payını almalı bu ortak yerden. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kimsenin ayrıcalıklı olmadığını kabul etmeli; sofralarda da cinsiyete göre belirlenmiş roller aşındırılsa, herkes kim olduğuna bakılmadan davette yerini alsa, sofralar çoğalsa güzel olurdu fikrimce çünkü diyalog kurmanın en güzel yerlerinden biri sofralar. Sembolik anlamda dışlamayan kapsayan bir ortaklık sofrası olarak da tahayyül edebiliriz bunu. Benjamin’in şu cümlesinde hatırlattığı gibi: “Çünkü yemek sadece topluluk içinde hak ettiğine ulaşır; yemek yerini bulacaksa paylaşılmak ve paylaştırılmak ister. Kiminle o önemli değildir: eskiden bir dilenci zenginleştirirdi her sofrayı. Tek önemli olan paylaştırmak ve vermektir, sofradakilerin bir toplum ruhu içinde konuşması değil.”(4) Kim olduğuna bakmadan açmak sofrayı, bölüşmek olanı, karşılıksız vermek ve pay almak o ortak sofradan. Bunu umamaz mıyız, kocaman bir dünya sofrasında buluşamaz mıyız?

Dipnotlar

  1. Beardsworth, A., Keil, T., (2011), “Yemek Sosyolojisi”, s. 132, (Çev. Abdulbaki Dede), Ankara: Phoenix.
  2. Adams, C., J., (2013), Etin Cinsel Politikası ‘Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram’, s. 90, (Çev. G. Tezcan, M. E. Boyacıoğlu), İstanbul: Ayrıntı yayınları.
  3. Onaran, B., (2015), “Mutfaktaki Tarih ‘Yemeğin Politik Serüveni’”, s. 72, İstanbul: İletişim Yayınları.
  4. Benjamin, W., (1999), “Tek Yön”, s. 67, İstanbul: YKY.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.