YAZARLAR

Oscar töreninden kalanlar…

Geceden ‘eli boş’ dönen ‘Nightmare Alley’ ve ‘Licorice Pizza’nın biraz hakları yendi. Çünkü bu filmlerden ilki bizce Del Toro’nun formunun zirvesinde olduğu, görkemli bir fantastik hikaye, ikincisi ise Paul Thomas Anderson’un sunduğu uslu ve naif gözüken ama ilerledikçe katmanlarını gösteren belki de senenin en iyi yapımlarından biriydi.

Bu yıl 94’üncü defa yapılan Oscar ödül töreni, bizce yine bazı ‘kesinleşmiş’ ödüllerin, ‘boş dönmeyecek’ yapımların ve özellikle teknik dallarda ‘ağır favori’ adayların eksik olmadığı bir ortamda gerçekleşti… Ancak bütün bunlara rağmen bazı önemli dallarda sürprizler yaşanmadı da değil. Gerçi belki iki sene önce ‘Parasite’ filminin yarattığı gibi küçük çaplı bir ‘devrim’ olmadı ama yine herkesi şaşırtan sonuçlarla karşılaştık. Bu arada benim ödül töreni öncesi tahminlerimin büyük ölçüde tutmadığını ve bazı teknik dallar dışında nerdeyse ‘sıfır’ çektiğimi ve zayıf bulduğum hatta ‘kâale’ bile almadığım bazı yapımların bolca ödülle döndüğünü itiraf etmem gerekir! Belki de uzun zamandır tahminlerimin bu derece boşa çıktığı bir gece yaşamamıştım.

Bunları değerlendirmeden önce bu seneki törenin, pandemi yüzünden oldukça sönük ve daha çok ‘online’ gerçekleşen geçen seneki törenden daha canlı, renkli ve heyecanlı geçtiğini kabul edelim!

Bu durum tabii ki dünyada yaşanan göreceli ‘normalleşme’ ile bağlantılıydı ve bu sene törenin daha renkli geçmesine üç kadın oyuncunun hareketli sunumu ciddi bir katkı sağlıyordu. Sanırız biz de herkes gibi ünlü isimlerin (biraz mesafeli de olsa) törenin ana merkezi olan salonu doldurmasını özlemiştik. Sonuç olarak Oscar ödül töreni, tabii ki ödülleri kadar sahne şovları, performansları ve birbirinden tanınmış simaların aynı yerde buluşmasıyla da ilgimizi çeker.

Oscar ödül gecesinde doğal olarak herkesi şaşırtan ve bazı kişilere göre törenin de önüne geçen Will Smith’in ‘tokat’ olayını bir kenara koyacak ve ödüllere veya beklemediğimiz sonuçlara bakacak olursak:

Öncelikle ilk beklenmedik olay belki de bu sene hiçbir zaman olmadığı kadar çok sayıda büyük bütçeli yani ‘blockbuster’ filmin Oscar yarışında olmasıydı. Kuşkusuz zaman zaman bu ölçekte yapımların birkaç tanesi ödül töreninde kendilerine yer buluyor hatta bazılarının büyük ödüllerde ‘tulum’ çıkardığı da oluyordu ama bu sene 10 aday filmin çoğu (‘Dune’, ‘West Side Story’, ‘Nightmare Alley’ veya ‘Don’t look up’…) kadrosunda yıldız oyuncular barındıran, yönetmen koltuğunda çok ünlü veya daha önce Oscar kazanmış isimlerin oturduğu ve oldukça yüksek bütçelere sahip yapımlardı.

Biz kendi tahminlerimizde ‘Dune’ün bir ‘üçlemenin ilk ayağı olması, Spielberg’in daha önce birkaç defa Oscar’ı kucaklaması ve ‘Don’t look…’un fazla parodi şeklinde akmasının şanslarını azalttığını düşünüyor, çok daha mütevazı gözüken ‘Belfast’ veya ‘Coda’ gibi filmlere de pek şans tanımıyorduk… Del Toro’nun görkemli yeni filmi ‘Nightmare Alley’ veya uzunca bir aradan sonra formunun zirvesine çıkan Jane Campion’nun ‘The Power of the Dog’ filmlerini ise favori görüyorduk. Hatta bizi, Akademinin diğer ödüllerde es geçip en büyük ödülünü ‘altın çocuğu’ Spielberg’in filmine vermesi de şaşırtmayacaktı. Ancak Akademi geçen sene olduğu gibi çok daha ‘kişisel’, mütevazı ve evrensel bir konuyu işleyen ‘Coda’ filmini seçti ve belki de en zayıf (film değeri açısından değil Oscar ‘alışkınlıkları’ açısından söylüyorum!) adayı ödüllendirdi.

En iyi yönetmen seçiminde ise tam anlamıyla yanıldık diyemeyiz çünkü Jane Campion güçlü bir adaydı ve biz de ona ciddi ölçüde şans vermiştik. Ancak bizce asıl şaşırtıcı olan ‘The Power of the dog’ın birçok dalda adaylığına rağmen törenden sadece bu ödülle ayrılmasıydı. Sanki Akademi Campion’a nazikçe ‘bu kadar yeter!’ diyordu. Bütün diğer adaylıklar teker teker kaybedildi ve film geceden sadece tek (ama yine de büyük) bir ödülle ayrıldı.

En iyi erkek oyuncu ödülünde yine fena halde yanıldık: Andrew Garfield’e biz de fazla şans vermedik ama ‘The Power….’da bir kez daha ‘döktüren’ Benedict Cumberbatch ağır favoriydi. Hatta son senelerde sürekli aday olan büyük oyuncu Denzel Washington’ın bile üçüncü defa (biri yardımcı erkek oyuncu) bu ödülü alması ihtimal dahilindeydi. Ama Will Smith tabiri caizse bizi ‘ters köşeye yatırdı’ ve hiç fena olmasa da diğer adaylardan çok daha vasat bir filmle ödülü kucakladı. Tabii ki bu durum, uzun süre aksiyon filmleriyle ‘oyalandıktan’ sonra giderek daha ağır rollerle kariyerini zenginleştiren ve bu filmde de çok etkileyici bir performans çıkaran Smith’in başarısını gölgelemez.

Bir büyük sürpriz de ‘en iyi kadın oyuncu’ Oscar ödülünde yaşandı. Özellikle Akademinin gerçekten yaşamış, tarihi karakterlere karşı ‘zaafını’ düşündüğümüzde ‘Spencer’ filminde Prenses Diana’yı canlandıran Kristen Stewart açık ara favori gibi gözüküyordu. Biz kendi adımıza filmi çok beğenmesek de Stewart’ın performansı gerçekten takdire şayandı. Diğer adaylardan Nicole Kidman biraz geride kalsa da, ikinci büyük aday yine bir Almadovar filmiyle ‘ışıldayan’ Penelope Cruz’du. Ancak bu dalda da ödülü kucaklayan biraz geride kalan Jessica Chastan (The Eyes of Tammy Faye) oldu. İnanılmaz bir makyajın da katkısıyla bu ödülü alan Chastan bizce törenin en beklenmedik sonuçlarından biriydi.

‘En iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında yine kendi adımıza ‘boşa çıktık’! Bu ödülde deneyimli oyuncu JK. Simmons’ı bir adım önde görüyorduk ama ‘Coda’nın işitme ve konuşma engelli oyuncusu Troy Kotsur ödülü alan isim oldu. Kuşkusuz Kotsur’ın performansı üst düzeydi ve filmin başarısına büyük bir katkıda bulunuyordu ancak bence bu adayın hem Simmons’u hem de ‘The Power of the dog’un güçlü iki adayını geride bırakarak kazanması sürpriz sayılabilirdi.

Yanılmadığımız ender ödüllerden biri ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ dalında yaşandı. ‘West Side Story’ filminde adeta ‘coşan’ Ariana DeBose en güçlü adaydı ve nitekim de ödülü o kazandı. DeBose’u belki ‘Belfast’ta bir kez daha ustalığını konuşturan Judi Dench’in zorlayacağını düşünüyorduk ama şansı kazanan isme göre düşüktü. Etkileyici performanslar çıkarmalarına rağmen Kirsten Dunst’ın ve Aunjanue Lewis’in şansları ise bizce yok denecek kadar azdı.

DeBose ismi dışında bu kadar ‘ıskaladığımız’ tahminlerde bazı ufak ‘teselli’ ödülleri bulduk! ‘En iyi görsel efekt’, ‘en iyi ses’ gibi teknik dallarda ‘Dune’ filminin rakipsiz göründüğünü söylemiştik. Bizce bu dalların dışında ‘en iyi görüntü yönetmeni dalında ‘Dune’ü ‘Nightmare Alley’ zorlayabilirdi ama Villeneuve’ün bilimkurgu filmi tam altı teknik dalda nerdeyse Oscarları ‘sildi süpürdü’ ve gecenin bir diğer ‘kazananı’ oldu!

‘En iyi uyarlama senaryo’ dalında biz Murakami’nin bir eserine dayandığı için ‘Drive my car’ filmini daha şanslı görmüştük ama bu dalda kazanan yine ‘Coda’ oldu. Bizce bu seçimde adaptasyonun başarısı kadar hikayenin rahatça ‘kavranabilir’ olması da rol oynadı. ‘Belfast’ın ‘en iyi özgün senaryo’ ödülünü kazanması da hakkaniyetli oldu.

Yeni adıyla ‘en iyi uluslararası film’ dalında ise bizce ‘Drive my car’ rakipsizdi ve ödülü kolayca aldı.

Bizi şaşırtan ve biraz rahatsız eden iki nokta ile bitirelim: Geceden ‘eli boş’ dönen ‘Nightmare Alley’ ve ‘Licorice Pizza’nın biraz hakları yendi. Çünkü bu filmlerden ilki bizce Del Toro’nun formunun zirvesinde olduğu, görkemli bir fantastik hikaye, ikincisi ise Paul Thomas Anderson’un sunduğu uslu ve naif gözüken ama ilerledikçe katmanlarını gösteren belki de senenin en iyi yapımlarından biriydi.

Bir de pandeminin ciddi darbe vurduğu bir sinema yılında, hem de ‘blockbuster’ların bolca olduğu bir Oscar töreninde, özellikle yakaladıkları büyük ticari başarılarla sinema sektörünü ‘şaha kaldırdıkları halde ‘kâale alınmayan’ son James Bond filmi ‘No time to die’ya (sadece bir ödül) ve ‘Spiderman: No way to home’a (sıfır adaylık ve ödül!) ‘sırt dönülmesi’ biraz acımasız oldu. Bu filmlerin sinematografik başarısı tartışmaya açık bir konu ama en azından birkaç teknik dalda adaylık verilebilirdi diye düşündük….

Daha az yanıldığım ve daha heyecanlı Oscar törenleri izlemek umuduyla….


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .