Osmanlı ve Türkiye’de Yahudiler
Corry Guttstadt ile Türkiye Yahudileri'ni ve Holokost sürecini konuştuk. Guttstadt, "Yahudiler, Anadolu'da Osmanlılardan önce yaşadı" dedi.
Kazım Gündoğan
DUVAR - Türkiye düşün dünyasında üzerinde en az konuşulan ve tartışılan konulardan biri Türkiye Yahudileri ve Holokost sürecinde Türkiye'nin tavrı konusudur. Bunun nedenleri konusunda net şeyler söyleyebilmem zor. Zira benim de içinden geldiğim sosyalist düşün dünyasında bu konu yeterince bilinen veya araştırılan bir konu olmadı. Böyle olunca sağlıklı düşünce üretimi gerçekleşmedi, üretilen fikirler sınırlı kaldı ya da resmi tarih tezinin gölgesinden kurtarılamadı.
Pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da Türkiye resmi tarih yazımı/söylemi uzak ve hastalıklı haliyle etkinliğini sürdürmektedir. Bu konuya dikkatleri çekmek, hakikatin bilinmesini sağlamak ve yeni bir tarih bilinci ve yazımına katkıda bulunmak amacıyla bu alanda uzun yıllardır çalışmalar yapan, eserler üreten akademisyen, yazar Corry Guttstadt ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkiyeli Yahudilerin tarihine dair kısa bir bilgiyle başlayalım. Osmanlı İmparatorluğu'nda Yahudilerin ekonomik, sosyal ve siyasal durumu nasıldı? Yaklaşık ne kadar Yahudi yaşamaktaydı? Bir hilafet devleti olan Osmanlı’nın Hıristiyanlar ve Kızılbaşlar’da olduğu gibi Yahudiler üzerinde de bir baskısı var mıydı?
Sorunuza bir itirazla başlamak istiyorum. “Osmanlı İmparatorluğu ve bir hilafet devleti olan” ifadesiyle, sanki tek tip, katı, sârih ve belli bir hedefe yönelik altı yüz yıllık bir politika varmış iması ediliyor. Bu tarih dışı ve yanlış bir yaklaşım. Osmanlı Devleti kurulduktan iki yüz küsur yıl sonra hilafet ilan edildi. Ayrıca, İslamiyet’e verilen önem ve uygulamalardaki sertlik, dönemsel ve bölgesel olarak çok değişiyordu. Örneğin Alevilerin yöresel devlet temsilcileriyle iyi ilişkilerin olduğu dönem de vardı. Yani bu soruya genel bir cevap vermek mümkün değil.
Yahudilere gelince, Türk resmi tarih yazımında ve Türkiye’de genellikle anlatılan hikâye: “Biz mert Osmanlılar, Yahudileri misafir olarak kabul ettik. Dolayısıyla misafir olarak davransınlar, bize bir minnet borçları var, itiraz etmesinler”.
Buna karşın ilk vurgulanması gereken husus, Anadolu’da veya bugünkü Türkiye topraklarında, Türklerden ve Osmanlılardan çok önceden beri Yahudilerin yaşadığıdır. Osmanlı’nın fethettiği her şehirde, mesela Bursa, Edirne’de, bir Yahudi cemaati mevcuttu. İkincisi, Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerin çok farklı grupları vardı. Eski Bizans topraklarında ilk Yahudi diasporası olarak adlandırabileceğimiz Romanyot Yahudileri yaşıyordu. Hemen hemen bütün Ege ve Akdeniz kıyılarında, Roma’dan, yani Bizans’tan kalma Yahudi cemaatleri vardı. Bugünkü Kürdistan topraklarında Aramca konuşan Yahudi cemaatleri vardı. Mesela, Hakkâri, Van ve bugün Irak Kürdistan’ında bulunan Akra’da… Arap bölgelerinde de yerleşik Yahudi cemaatleri vardı. Bağdat’taki cemaat çok önemliydi. 20. yüzyılın başlarında dahi Bağdat’ın nüfusunun yüzde yirmisi Yahudi’ydi. Onun dışında 15. ve 16. yüzyılda, Reconquista olarak adlandırılan Hıristiyanların, İspanya’yı fethetmesiyle ve orada yaşayan Yahudi ve Müslümanları “ya ölüm ya vaftiz” sloganıyla zorla ihtida ettirip, öldürüp veya topraklarından kovması sonucunda 16. yüzyılda on binlerce Sefarad Yahudisi İber Yarımadası’ndan (önce İspanya sonra da Portekiz’den) Osmanlı topraklarına geldi. Bugün Türkiye’de veya başka ülkelerde yaşayan Türkiyeli Yahudilerin hemen hepsi Sefarad kökenli olduklarını, atalarının İspanya’dan geldiklerini iddia ediyorlar.
Sefarad göçü tabii ki çok önemlidir ancak tarih yazımında sayı veya oran olarak çoğu zaman abartılıyor. 17. yüzyılda örneğin Konstantinopolis (İstanbul) Yahudi cemaatinin ancak dörtte birini Sefaradlar oluşturuyordu. Peki neden çok daha fazlası kendini Sefarad olarak algılıyor veya neden Türkiye’nin tarih yazımında hemen herkes bütün Türkiye Yahudilerini Sefarad olarak adlandırıyor? Kanaatimce cevabı şudur: Sefaradlar ilk geldikleri zaman ekonomik ve kültürel açıdan iyi durumdaydılar. İspanya’dan o dönemin çağdaş bilimini, sanatını ve parasını getiriyorlardı. Dolayısıyla gelmeleri Osmanlı Devleti için faydalıydı. Bu sebeplerle, hekimlik veya başka bilgi isteyen mesleklerde, hatta idarede yer bulabildiler. Ancak Osmanlı idaresi bir ayrım yapıyordu. Osmanlı vergi ve idare kaynaklarında Yahudiler “sürgün” ve “kendi gelen” olarak ikiye ayrılıyordu. “Kendi gelen” ile İspanya’dan gelmiş, vasıflı, eğitimli – ve bazen varlıklı – Sefarad Yahudileri kastediliyordu. “Sürgün” olan ise Osmanlı idaresi tarafından devletin ihtiyaçlarına göre “sürgün” edilenlerdi. Örneğin Konstantinopolis fethedilirken şehrin büyük kesimi talan edildi ve Osmanlı yönetimi, şehre alışık esnaf ve sanatkâr insanları şehre getirmek istedi. Selanik’te yaşayan Yahudileri ve başka etnik grupları bu amaçla toplayıp Konstantinopolis’e sürgüne tabi tuttu. “Kendi gelen” olarak sınıflandırılan grup hem vergi hem haklar açışından çok avantajlı bir durumdaydı. “Sürgün” olarak bir şehre sürülen Yahudilerin birkaç neslinin de o şehri terk etmesi yasaktı ve Osmanlı idaresinin onlara emrettiği mesleklerde çalışmak zorundaydılar. Dolayısıyla Sefarad olmak avantajlıydı ve sonraki yüzyıllarda diğer Yahudiler de giderek “Sefaradlaştı”. Artık ezici çoğunluk kendini İspanya’dan gelen Yahudilerin torunu olarak tanımlamaktadır.
Ancak Sefaradların bu “altın dönemi” 100-150 yıl sürdü. 18. yüzyıldan itibaren Yahudilerin durumu bozulmaya başladı. 18.-19. yüzyıllarda Avrupa’dan gelen gezgin veya diplomatlar, raporlarında ve anlatımlarında Yahudilerin “çok yoksul” olduğunu vurgular. Ermeniler ve Yunanlardan daha da düşük pozisyondaydılar. Ancak 19. yüzyılın sonunda eğitimle beraber bu durum kısmen düzelecekti. Yine de 19. yüzyılın sonunda tipik, ortalama bir Yahudi düşündüğümüzde onun bir hamal olduğunu, bir banker olmadığını görürüz. İçlerinde birkaç banker olsa da Yahudilerin ezici çoğunluğu yoksuldu ve nüfus olarak da diğer gayrimüslim gruplardan –azınlık demeyeyim- daha az idiler. 20. yüzyılın başında Osmanlı topraklarında yaklaşık 350 bin Yahudi yaşıyordu. Kalabalık bir nüfus elbette, dünya çapında Rusya ve Amerika’dan sonra gelen üçüncü büyük cemaat idi ama tabii sayı olarak. Toplumun bütün nüfusuna oranı ise yaklaşık yüzde 2’yi buluyordu.
Osmanlı’nın çöküşü ve uluslaşma sürecinde, özellikle “Jöntürkler” olarak bilinen ve sonra İttihat ve Terakki’ye dönüşen siyasal harekete bakıldığında Türk, Ermeni, Kürt, Rum kökenli eğitimli insanlardan oluştuğu görülür. Bu süreçte Yahudi toplumunun aydınlarının nasıl bir tutum aldığı konusunda neler söylemek istersiniz?
Müsaade ederseniz, Jöntürk’lere gelmeden önce, kısaca II. Abdülhamit dönemine değinmek istiyorum, çünkü o dönemde Yahudilerin durumunu üç etken değiştirdi. Birincisi, eğitim konusunda ciddi bir ilerleme kaydettiler. Abdülhamit zaten genel bir eğitim sistemi getirmişti. Aynı dönemde Fransız Yahudilerinin bir hayır kurumu olan Alliance Israélite Universelle, Osmanlı ve Ortadoğu’da pek çok okul kurdu. Bu sayede eğitim seviyeleri bir-iki nesil içerisinde iyileşti. İkinci etken, Osmanlı’da yaşayan Yahudi toplumunun bileşiminin göçlerle değişmesidir. Doğu Avrupa’dan, Rusya’dan hatta Romanya’dan, oradaki pogromlardan, katliamlardan kaçan Yahudiler Osmanlı’ya geldi. Abdülhamit, gelenlerin birçoğunun Filistin’e yerleşmesine müsaade etmediği için İstanbul’a veya Ege yöresine yerleştirildiler ve çoğu Anadolu ve Bağdat tren hatlarının inşaatlarında çalışıyorlardı. İşin ilginci, bunların belli bir kesimi siyasi fikirleri benimsemişti. Yani gelmeden önce zaten ya sosyalist ya da Siyonist'lerdi. Üçüncü etken, iletişim olanaklarının artmasıdır. Ulaşım, ticaret, haber alma olanakları Yahudilerin Batı Avrupa ülkeleri ile ilişkilerini kolaylaştırıyordu. Bazıları bu ülkelere seyahat ediyordu. Ayrıca binlerce Osmanlı Yahudisi, Fransız hükümetinin onlara sunduğu vatandaşlığı, “proteksiyon” dediğimiz himayeyi kabul etmişti. Bu etkenlerin bir sonucu olarak cemaat içerisinde, kutuplaşma demeyelim de, üç grup oluştu: İlki, geleneksel olarak biraz muhafazakâr olan, geleneksel yaşamı ve padişahla ilişkileri aynen sürdürmek isteyen, siyasetle ilgilenmeyen veya siyasetten uzak kalmak isteyen kesimdi. İkincisi “Alliance-cılar” dediğimiz kesim. Yani Alliance okullarının mezunları, ki zaten mezunların dernekleri vardı. Onlar, aydınlanmanın değerlerini savundular. Bu değerleri savunanların belli bir kesimi Jöntürklere yakın bir tavır takınmışlardı. Üçüncü kesim ki onlardan pek bahsedilmez, Siyonistlerdi. Yani sadece illa Filistin’e yerleşmek isteyenler değil, Siyonistlerin sosyalist fikirlerini de benimseyen bir kesim bulunmaktaydı.
Jöntürkler konusuna gelirsek… Jöntürk kavramının bence iki manası var: İlkine geniş olan, yani Abdülhamit’e muhalif olan Paris’te iki kongrede buluşan ya da başka yerlerde, örneğin Mısır’da muhalif gazeteler çıkaran, Türk-Müslüman olmayan başka grupların da dahil olduğu muhalefet yelpazesi diyebiliriz. Bugün Jöntürk dediğimizde İttihatçıları düşünüyoruz ama İttihatçılar da, onların milliyetçi fikirleri de sonradan egemen oldu. Bu açıdan son yıllarda yayılan, “Yahudilerin Jöntürklerle özel bir bağı var” söyleminin saçmalığına dikkat çekmek istiyorum. Özellikle bazı Ermeni çevreleri, bazı solcular, maalesef bu konuda İslamcı kesimin propagandasını benimsiyor ve Yahudilerin Jöntürkler içerisindeki durumunu yanlış okuyup abartıyorlar. Onlara göre Yahudiler, Jöntürkleri, İttihatçıları kontrol ediyormuş, bu tamamen yanlış! Yahudilerin belli bir kesimi İttihatçıları ya da çok daha geniş anlamda Jöntürkleri destekliyordu. Ama içlerinde Ahrar Fırkası’nı, yani liberal dediğimiz Prens Sebahattin’in partisini destekleyen de vardı. Şu da önemli: Abdülhamit’in baskıcı rejiminden sonra siyaset yapmak, dernek veya dergi kurmak serbest olunca çok sayıda insan siyasete katıldı ama fikirlerin çabuk değiştiği bir dönem yaşanmaktaydı. Bugün İttihatçı olan biri, iki yıl sonra komünist olabiliyordu. Bugün Ahrar Fırkası üyesi birisi, bir yıl sonra İttihatçı olarak karşımıza çıkabiliyordu. Ermeniler için de keza bu geçerliydi. Mesela Taşnak Partisi, 1913’e dek İttihatçılarla koalisyon içindeydi. Başlangıçta 1908 devrimini hemen herkes seviyordu, kucaklıyordu; kardeşlik, eşitlik, ortak bir hür yaşam için sokağa dökülmüştü pek çok kesimden insan. Ama bu durum zamanla değişti, bunu unutmamak gerekiyor. Mecliste, en düşük mebus sayısı sadece 4 kişi ile Yahudilerin'di. Rumların 23, Ermenilerin 12… 4 Yahudi mebustan ise sadece ikisi İttihatçıydı, buna karşın Vitali Farragi, Ahrar Fırkası'nı destekliyordu.
1915 Ermeni ve Süryani, 1919 Rum/Pontus Soykırımı bir etnik temizlik ve inanç kırımıydı. Bunların yanı sıra mülkiyetin gasp edilmesi ve el değiştirmesiydi. Türk ve İslam olmayan Yahudi toplumu bu soykırımlar sürecinde neler yaşadı?
1915 Ermeni Soykırımı çalışma alanım değil bunu şerh düşmek isterim. Ayrıca bildiğim kadarıyla Yahudilerin, Ermeni Soykırımı karşısında nasıl bir tutum aldığına dair kapsamlı bir çalışma da yok. ABD’de Vanderbuildt Üniversitesi'nde görevli olan Osmanlı-Yahudi tarihçisi Julia Phillips Cohen, bir yazısında 1895 – 1896’da Ermeniler'in İstanbul’daki banka baskınından sonra gerçekleştirilen Ermeni Katliamı sırasında Yahudilerin tutumlarını araştırdı. O araştırmadan yola çıkarsak Yahudilerin ortak bir tutumlarının olmadığı görülmekte: Bazıları Ermenileri destekliyordu; evlerine aldılar, korudular. Başkaları da, Müslümanlarla beraber Ermenilere karşı yürüdü, evlerini yağmaladılar. Ancak burada sorgulanması gereken bir husus şudur: Bir insanın tüm faaliyetlerini sadece etnik veya dinsel kimliğine bağlamak da sakıncalıdır. Ev yağmalarına katılan şahıslar acaba bunu “Yahudi olarak” mı yaptılar, yoksa yoksul/lümpen olarak mı? Bugün Avrupa basını uyuşturucu satanların etnik kimliğini öne çıkararak “Kürt” ya da “Afrikalı” uyuşturucu kaçakçıları yazdığında, bunu protesto ediyoruz. Bence tarih yazımında da buna dikkat etmek gerekir, her davranışı etnik/dinsel kimliğe bağlamamak gerekir.
1915’in Jenosidi'nde bildiğim kadarıyla Yahudiler yekpare bir grup olarak bir tutum sergilemediler. Mesela Osmanlı’da bulunan ya da zaman zaman Osmanlı’ya gelen Avrupalı Yahudilerin bazıları, Ermeni Jenosidine karşı seslerini yükselttiler. Dreyfus’un ilk destekleyenlerinden biri olan Fransız avukatı Bernard Lazare bunlardan biridir. Kendisi bağlı bulunduğu Siyonist örgütünü, Abdülhamid’e gösterdikleri oportünizm yüzünden sertçe eleştiriyordu.
Ayrıca bir örnek anlatabilirim size. Romanya’dan çocukken ailesiyle Filistin’e göç etmiş; (İbranice buna aliyah denir) yani aliyah etmiş Sarah Aaronson orada kardeş ve arkadaşlarıyla “Nili” isimli küçük bir Siyonist gruba katılır. Kendisi bir ara İstanbul’da evli olup kocasından ayrılmıştır ve tam 1915 yılında İstanbul’dan Filistin’e dönünce, trenden tehcir edilen Ermeni kafilelerini görüp, dehşete kapılmış ve sonraki bir-iki ay bunun travmasını yaşamıştır. Bunun üzere Nili grubu, “sıra bize gelecek!” endişesi ile radikalleşti ve İngilizlerle işbirliğine girdi. Bazı araştırmacılar için ilginç olabilir, Sarah Aaronson’un bir günlüğü var ve gördüklerini oraya not etmiştir. Osmanlı ordusu, Aaronson’un üyesi olduğu Nili grubuna saldırıp ele geçirdiği Sarah Aaronson’a feci işkenceler yapar ve Sarah bu işkence esnasında intihar eder. İşkence yapanlardan biri, sonradan Türkiye’nin en radikal İslamcı ve antisemitisti olacak Cevat Rıfat Atilhan’dır.
Ayrıca zamanında Suriye ve Filistin’in bölge valisi olan Cemal Paşa da Filistin’deki cemaatlere karşı epey baskı uyguladı. Mesela 1914’te, Nili grubu oluşmadan önce Yafa şehrindeki cemaati topyekün şehirden sürdü. 1917’de Tel Aviv’deki cemaatin de sürülmesini emretti. Ancak bu emir, uluslararası baskı ve Osmanlıların müttefiki olan Almanların müdahalesiyle engellendi. Bu da Alman Hükümeti'nin isteseydi, Ermenilerin Jenosidi'ni durdurmak için bir şeyler yapabilecek güçleri olduğunu gösteriyor. Buna rağmen yapmadılar.
Ama genel olarak, o bölgenin, yani Filistin ve Suriye’nin dışında Osmanlıların/Jöntürklerin Yahudiler'e yönelik özel bir politikası yoktu. Elbette birçok grup gibi Birinci Dünya Savaşı’ndan ve sonuçlarından etkilendiler. Osmanlı Yahudileri'nin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, mesela Trakya, Ege kıyısı, Gelibolu gibi, savaşın çok şiddetli olduğu yerlerde yaşayan Yahudi cemaatler tahribata maruz kaldı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti, malından, mülkünden oldu. Bazılarının yaşadığı bölgeler birkaç kez el değiştirdi ve gelen taraf Yahudiler'i diğer tarafı tutmakla suçluyordu. Yunanlar geldiklerinde Yahudilere, “siz Türk tarafını tutuyorsunuz”, Türkler gelince Yahudilere “Siz Yunanlılarla beraber çalışmışsınız” diyerek baskı uyguladılar.
Cumhuriyet dönemine gelelim; ırka dayalı ulus devlet inşa süreci Türkçülük ve İslamcılık üzerinden devam ederken Yahudi toplumunun payına ne düştü?
Bu noktada ilk olarak “Kurtuluş Savaşı” kavramına dikkat çekmek istiyorum. Bence tırnak işareti ile kullansak da yanlış, çünkü bu kavram, Türkiye’yi emperyalist güçlerin kurbanı olarak gösteriyor. Azınlıklar da emperyalist güçlerin beşinci kolu olarak görülüyor. Bu tarih anlatımı, bugüne dek devam ediyor ve sadece İslamcı ve sağ görüşlü kesimlerce değil, solcular tarafından da benimseniyor. Oysa Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı veya İttihatçılar tarafından sürülen bir yayılma savaşıydı, Orta Asya’ya kadar ilerlemeyi hedeflediler ve kaybettiler. Henüz 1918 sonbaharında Osmanlı ordusu Bakü’yü işgal etti ve bütün o bölgeye yayılmayı hedefliyordu. Mağlup olunca kendilerini mağdur ve kurban olarak gösterdiler. Savaş, gayrimüslim cemaatler için çok kötü sonuçlar doğurdu. Zaten “Kurtuluş Savaşı” İslami bir projeydi, milli müdafaa cemiyetleri, İslami örgütler olarak kuruldu. Kitaplarda öğrendiğimiz emperyalist güçlere karşı sürdürülen bir savaş olduğu ama fiilen Doğu’da Ermenilere ve Batı’da Rumlara karşı verilen bir savaştı.
Yahudiler aslında iki taraf arasında kaldılar. Müslüman olmadıkları için ilk etapta orduya alınmamışlardı, hatta bazıları çalışma tugaylarına sürüldü. Leyla Neyzi’nin yayınladığı bir Yahudi’nin günlüğünde bu husus detaylı anlatılmaktadır. Bazı Yahudiler ordu resmileşince savaşa katıldılar. Ancak genel olarak Yahudi cemaatleri iki cephe arasında kaldı ve özellikle köklü Yahudi cemaatlerinin yoğun olarak yaşadığı İzmir, Aydın, Edirne gibi şehirler savaşta talan edilince cemaatleri de talan edildi. Hatta bazı yerlerde, örneğin Aydın’da Türkler şehri Rumlardan geri alınca Yahudilere orada yerleşmeyi yasakladılar.
Erişebildiğim hatıra ve arşivlere göre Yahudilerin çoğunun Cumhuriyet'ten olumlu beklentileri vardı. Bunun farklı nedenleri vardır. Osmanlı’nın son döneminde, Yahudilerin durumu kısmen iyileştiği için Hıristiyanlar tarafından rakip olarak görülüyorlardı ve bazen de Hıristiyan azınlıkların baskılarına maruz kalmışlardı. Türk-Yunan Savaşı’nın ardından geri çekilen Yunan birliklerinin yaptığı saldırılara da maruz kaldılar. Batı Anadolu Yahudilerinin bir kısmı, en azından zamanın sözcülük görevini üstlenen Yahudi entelektüellerinin çoğu, Türkleri kurtarıcı olarak görüyordu ve Kemalistlerin ilericilik ve laikleşme coşkularını paylaşıyorlardı.
Ancak bu beklentilerin çoğu boşa çıktı. Yahudiler, Ermeni soykırımı ve Rumların mübadelesinden sonra çoğu yerde tek veya en büyük ve görünür azınlık hâline geldiler ve milliyetçi saldırıların hedefi oldular. İlk yıllarda bile karalama kampanyası yürütüldü. Mesela solcu geçinen Celal Nuri ki kendisi sonra İleri ismini aldı ve gazetesinin ismi de “İleri”ydi; yazılarda Yahudileri “Kanımızı emenler!” diye hedef gösteriyordu. Ayrıca Lozan Antlaşmasıyla Yahudilere ve diğer gayrimüslim azınlıklara verilen cemaat otonomisi çok kısıtlandı. 1926’da çıkan Memurin Kanunu’ndan ötürü de binlerce gayrimüslim işten atıldı. “Memur” sadece devlet şirketlerinde, büroda çalışanlar değildi. Tramvay şoförü, garda veya limanda çalışan işçiler de memur sayılıyordu. Avrupa’da yaptığım röportajlarda çok sayıda Türk kökenli Yahudi bana babalarının böyle bir işten atıldığı için Avrupa’ya geldiklerini anlattılar. Yine de Yahudilere karşı uygulanan baskıların, Ermenilere ve Rumlara yönelik baskılardan daha az olduğunu eklemeliyim. Mesela serbest dolaşım hakkı Ermeniler ve Rumlar için tamamen kısıtlanmıştı. Serbest dolaşım hakkı Yahudiler için kısıtlansa da belli bir süreden sonra yumuşatıldı. Ancak kültürel Türkleştirme çok önemli burada; Yahudi okullarının bazıları kapatılıp, bazıları tam kontrol ve denetim altına alındı. Kendi etnik veya dinsel kimlikleri üzerine dernek kurmaları yasaktı. En belirgin Türkleştirme uygulaması herhalde “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıdır. Bu yüzden çoğu yerde başka bir dilde gazete okuyan insanlar saldırıya uğradı. Milliyetçi öğrenciler Yahudi Hastanesi’nin İbranice yazılarını çekiçle söktüler. Bütün bunların sonucu olarak on binlerce Yahudi Türkiye’yi terk etti. Okuduğum anılar veya raporlardan çıkardığım sonuç ortak hissiyatın şu olduğudur: Biz Cumhuriyet'ten olumlu beklentilere sahiptik ama Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşı olma umudumuz boşa çıktı, çünkü hep dışlandık.