Otoriter yönetimlerden pandemiyi fırsata çevirme dersleri
Milyonlarca çocuk, genç, yaşlı ve kadın, “bir kriz geldiğinde yönetimin gözünde tek kelimeyle var olmadıklarını bildikleri” için erkenden yollara dökülen Hindistanlı göçmen işçiler gibi yalnızız...
Propaganda bakanı, pardon İletişim Başkanı, ibret-i alem olsun diye “Türkiye’nin Koronavirüs’le Başarılı Mücadelesi” adında bir kitap yayınlamıştı. Sonra, geçen gün iktidarın arkasına hizalanan gazetelerden biri, “Türkiye aşılamada dünyaya örnek oldu!” manşeti attı. Evet, sonunda ünlemle. Ünlem işaretini görünce acaba bir ima ya da mizahi bir yorum var mı diye baktım: Yokmuş. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürü, gerçekten de “Aşı konusu dünyada belki de en iyi olduğumuz konudur” buyurmuşlar ünlemsiz bir cümleyle. Bir de biliyorsunuz, “yarım kapanma”nın daha üçüncü gününde vaka sayıları 60 binlerden 25 binlere düşmesin mi? E daha ne olsun? Yasal ve etik biçimde çift maaşlı RTÜK Başkanı haksız mı “Televizyonlara lebalep görüntüleri kullanmayın, statları, kongreleri göstermeyin, boş cadde ve sokak görüntüleri kullanın” demekte?
Tabii Türkiye, salgındaki başarısıyla dünyaya örnek olma iddiasındaki ülkeler arasında tek değil. Yazar Arundhati Roy’un The Guardian gazetesindeki yazısına bakarsanız, bugün günlük 400 bini aşan vaka ve resmi rakamlara yansıyan 4000’e yakın ölüm ile tüm dünyada konuşulan Hindistan’ın başbakanı Modi, çok değil, daha Ocak ayında Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada Hindistan’ın altyapısı ve Covid hazırlıklarıyla böbürleniyordu. Öyle ya, dünya nüfusunun yüzde 18’ini barındıran bir ülke “koronayı etkin biçimde kontrol altına alarak insanlığı büyük bir felaketten” kurtarmıştı. Bu konuşmanın üzerinden henüz birkaç ay geçmeden yaşananlara ayrıntılı tanıklığı için Roy’un yazısının Gerçeğin Günlüğü’nde yayınlanan Türkçe çevirisini buraya bırakıyorum. Bu yazıdan ve basına yansıyanlardan, Hindistan’da durumun ne denli tüyler ürpertici olduğu anlaşılıyor. Ancak Roy’un yazısını okuduğumda, derin bir ümitsizliğe kapılmama sebep olan şey, sadece Hindistan’da ve dünyanın aşıya, ilaca, oksijen tüpüne ve diğer sağlık hizmetlerine erişimi sınırlı yoksul bölgelerinde yaşayanların koşulları iyileştirilmeden pandemiden çıkışın mümkün olmadığını iç burkucu bir yalınlıkta, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor olması değildi. Salgının ilk aylarında tüm dünyaya demokratik yönetimlere göre daha avantajlı bir durumdaymış gibi görünen otoriter iktidarların, gerçekte hizmet ettikleri azınlıkların ayrıcalıklarına ayrıcalık katmak ve iktidarlarını sürekli kılmak için ihtiyaç duydukları baskı, korku ve kaos ortamından nasıl faydalandıklarını apaçık ortaya koyuyordu.
Burada, niyetim bambaşka sosyolojik dinamiklere, demografiye, jeopolitik, ekonomik ve tarihsel arkaplana sahip iki ülkenin siyaseti arasında karşılaştırma yapmak değil. Ancak sadece Roy’un yazısını okuduğunuzda bile, salgın yönetimindeki, daha doğrusu salgını yönetememedeki benzerlikler ile iktidarın baskıcı politikalarını meşrulaştırmak için salgını kullanma biçimi arasındaki koşutluk, ister istemez bir durup düşünmeye sevk ediyor insanı:
Roy, yazısına başlarken, Başbakan Narandra Modi’nin 2017’deki Uttar Pradeş eyaletindeki seçimler sırasında yürüttüğü kutuplaştırıcı kampanyada, muhalefet partisinde olan eyalet hükümetini suçlamak için başvurduğu hakaret, küçümseme ve azarlamalarının nasıl “tehditkar bir yankıya” dönüştüğünü ve kalabalığı nasıl kışkırttığını aktarıyor.
Modi’nin yönetimindeki Hindistan, salgının ilk dalgasından görece az hasarla çıkıyor. Ancak ikinci dalga, daha birkaç ay önce dünyanın geri kalanından teşekkür bekleyen Modi’nin övündüğü Covid’e özel sağlık altyapısının gerçekte nasıl bir balon olduğunu, kötü yönetimde ısrarın ve salgını ciddiye almamanın sonuçlarının her şeyi nasıl alt üst edebileceğini büyük bir hızla gösteriyor. İnsanlar hastanelerde yatak, oksijen, ilaç bulamazken evlerinde, hiçbir sağlık hizmetine ulaşamadan hayatlarını kaybetmeye başlıyorlar. 22 ve 24 Nisan’da iki büyük hastanedeki oksijen tedariği tükendiği için toplam 45 Covid hastası öldüğünde Hindistan hükümeti adına konuşan yüksek mahkeme savcısı “şu ana dek ülkede hiç kimsenin oksijensiz kalmamasını sağladık” diyor. Ardından eyalet başbakanı “eyaletindeki hiçbir hastanede oksijen sıkıntısı olmadığını ve bu dedikoduları yayanların Ulusal Güvenlik Yasası kapsamında kefaletle serbest kalma hakkı olmadan tutuklanarak mallarına el konulacağını” açıklıyor. Bu arada Modi’nin ve bakanlarının üyesi olduğu faşist Hindu milliyetçi örgütü “Hindistan karşıtı güçler”in, yani bizim anladığımız şekliyle dış mihrakların, “olumsuzluğu ve güvensizliği yükselteceği” uyarısıyla birlikte “medyadan ‘olumlu atmosfer’ oluşturmasını” istiyor.
Roy, sayıların yanıltıcılığından da söz ediyor. Nüfusun büyük kısmının testlere erişiminin olmadığına, Covid protokolü uygulanan cenazelerin sayısına bakıldığında resmi ölüm sayısının 30 misli bir sayıya ulaşıldığına değiniyor.
Pandemi başladığında hiçbir önlem almadan ve destek açıklamadan katı tam kapanma uygulayan iktidarın, bu ikinci dalga karşısında kapanma uygulamasına gitmemesine rağmen, büyük şehirlerdeki göçmen işçilerin, bir kapanma durumunda kiralarını ödeyemeyecekleri evlerde, yiyeceksiz ve desteksiz kalmamak adına ve ulaşım araçları hala çalışıyorken bir an önce köylerine, evlerine varmak için yollara koyulduğundan, böylece mutasyona uğramış virüsleri tüm ülke geneline taşıdıklarından söz ediyor. Roy’un şu sözleri, sizlere tanıdık gelmiyor mu? “Bu büyük ülkede ekonominin lokomotifini oluşturuyor olsalar bile, bir kriz geldiğinde yönetimin gözünde tek kelimeyle var olmadıklarını bildikleri için gittiler.”
Halk salgın karşısında bir başına ve çaresiz bırakılırken Roy, Modi’nin hükümetinin çok daha öncelikli sorunlarının olduğundan söz ediyor: “Demokrasinin son kırıntılarını yok etmek, Hindu olmayan azınlıklara eziyet etmek, Hindu ulusunun temellerini sağlamlaştırmak”. Bu amaçla öncelikli olarak giriştiği işler arasında yüzlerce Müslüman öğrenciyi, genci yargılayıp hapsetmek, yok ettiği caminin yerine büyük bir tapınak inşa ettirmek, sokağa çıkan çiftçiyi dövdürerek gazlatmak ve bir de pandeminin kırıp geçtiği Delhi’ye yeni bir kent merkezi inşa etmek üzere “multi-multi milyon dolarlık” çılgın bir inşaat projesi başlatmak var. Tabii bir de Bengal eyaletindeki bir aya yayılan seçim takvimi için parti çalışmalarını tam gaz sürdürürken lebalep bir miting düzenliyor! Roy, bu mitingin düzenlendiği günden itibaren ülkedeki günlük vak’a sayısının hızla 200 binin üzerine çıktığını anlatıyor. Aynı günlerde, ülkenin dört bir yanından gelen milyonlarca Hindu’nun dünyanın en büyük dini organizasyonu olan ve 55 gün süren Ganj Nehri’ndeki ayine katılmasına göz yumuluyor.
Bütün bunlar olup biterken, dünyanın aşı merkezi olan Hindistan’da dünyanın en yoksul halkının parayla satılan aşıya erişiminin neredeyse imkansız olduğuna değiniyor. Sağlık sistemi büyük ölçüde özelleştirilmiş ülkede, önceliğin şirketlerin kârına verildiğini görüyoruz.
Arundhati Roy, “bu destansı facia” olarak adlandırıyor Hindistan’ın içinde bulunduğu durumu: “Modi’nin arkasına hizalanmış televizyon kanallarında haberleştirilirken, hepsinin nasıl da özel eğitilmiş tek bir sesle konuştuğunu fark edeceksiniz” diyor. Aşina olduğumuz bu ses, Hindistan’da virüsün sağlık “sistemini” mahvettiğinden söz ediyormuş. Sistemi mahveden virüsmüş gibi. Sorumluların sorumluluk almadığı, her kararın merkezden alındığı, başa gelenlerin tüm yükünün doğa üstü güçlere, kadere, fıtrata ya da kötücül bir virüse yıkıldığı bu büyük felakette, 2001’den bu yana hiç seçim kaybetmemiş otoriter iktidarın, Hindistan halkını nasıl da yapayalnız bıraktığına şahit oluyoruz.
Roy’un hikayesi, Modi iktidarının yargısıyla, medyasıyla, polisiyle ve her krizden olduğu gibi bundan da karlı çıkmanın yolunu bulan sermayesiyle pandemi koşullarını fırsata çevirmeyi nasıl başardığını anlatıyor. Yazarın bu anlattıklarının pek çoğu, sizlere tanıdık gelmiş olabilir. Olaylar farklı ama kişiler, kurumlar aynı sanki. Gene de dünyada vaka ve ölüm sayılarında ilk sıraları işgal eden Türkiye bir Hindistan olmaz. Ama sadece şu 17 günlük “yarı kapanma”da dahi, gerek aşı olmaksızın işe gitmeye zorlanarak virüs karşısında korumasız bırakılan işçiler, gerek eve kapatılarak hiçbir sosyal destek almadan hayatta kalması beklenen milyonlarca dar gelirli, gerekse nefes almak için açık havaya çıkmasına dahi izin verilmeyen milyonlarca çocuk, genç, yaşlı ve kadın, “bir kriz geldiğinde yönetimin gözünde tek kelimeyle var olmadıklarını bildikleri” için erkenden yollara dökülen Hindistanlı göçmen işçiler gibi yalnızız.
Ülkü Doğanay Kimdir?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.
İktidarın siyaset korkusu, deprem ve sivil toplum 02 Mart 2023
Seçimleri ertelemek: Asrın felaketi mi asrın gaspı mı? 15 Şubat 2023
Muhalefet loading! 05 Ocak 2023
İmamoğlu, Kılıçdaroğlu, Akşener: Muhalefete her yol aynı kavşağa mı? 22 Aralık 2022 YAZARIN TÜM YAZILARI