Oxir be Usenâ ma

Mehmet’i defalarca bir yerden bir yere yolcu etmiştim. Bazen iş yükü azalsın diye, “Hollanda’ya gitse de soluklansak” demişliğim vardır elbette. Ama her defasında özlemişimdir, “Gelse de kabuslarımızı konuşsak” demişimdir. Bu kez Mehmet’i belki üç yüz kişi uğurluyorduk. Türkçe, Kurmanci ve Kirmancki sözlerle.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mercan Dağları’nın doruklarına yılın ilk karı düşmüş olsa da Kızık köyünde çok güzel, insanın içini ısıtan bir güneş vardı. Meşelerin sararmış yaprakları, sonbahar güneşinin altında altın renginde parıldıyor, insanın gözlerini kamaştırıyordu. Yaşlı adamlardan biri, “Köy yakıldı, kimse kalmadı. Sadece 4 ev kaldı” dedi. Köyün ne zaman yakıldığını sormadım. Köyde hiç genç yoktu. Neredeyse ayaklarımıza dolanan köpekler çok büyüktü. Biz de olmazsak köy ıpıssızdı. Herkes susunca doğanın uğultusu işitiliyordu.

“Mehmet’in evi şurası” dedi yaşlı adam. Gösterdiği yerde ev yoktu. Gösterdiği yerde bir toprak yığını ve birkaç ağaç kütüğü vardı. Mehmet burada doğmuştu. Dersim’de bir ev yaptırmak istediğini hatırlıyorum. Yaptıracağı ev, elbette aynı zamanda buluşmaların, tartışmaların, paylaşımların da mekânı olacaktı.

Sonra Mehmet geldi. “Yazdığım en güzel şiir hayatımdı” diyerek. Arkadaşları şiiri ve hayatı hakkında konuştular. Arkadaşları Hollanda’dan, Fethiye’den, İstanbul’dan, Kuşadası’ndan, Diyarbakır’dan ve başka yerlerden gelmişlerdi. Konuşmalar yapılırken Mehmet’in arada burnunu çekiştirdiğini, başını kaşıdığını hissettim. Duygulandığını, itiraz ettiğini, güldüğünü, hatıralara daldığını… “Mardinli, sen de mi buradasın?” dediğini duydum.

Oradaydım, Kızık köyü, Kurêderşi mezrasında. Kulağıma Kirmançça sözler geliyordu ama aklım Beyoğlu’nda, Büyükparmakkapı’da, Piya Kitaplığı’na ilk gidişimdeydi.

KİTAPSIZ ŞAİRLER KİTABI

Mehmet Çetin, neredeyse antikaya çıkmış büyükçe bir masada çalışıyordu. Adımı söyleyince, “Nerede yaşadığını bilmediğimiz Mardinli sen misin?” demişti gülümseyerek. Yaklaşık 10 yıl yaşadığım İzmir’den İstanbul’a gelmiştim, uzunca bir süre önce. 'Kunduz Düşleri' kitabının 3’üncü sayısı hazırlanırken, Yaratı dergisini çıkaran arkadaşlardan da şiir istenmiş. Yaratı’yı hazırlayan arkadaşlar benim de bir şiirimi göndermişler. Ama nerede yaşadığımı bilmiyorlardı. Bu yüzden 'Kunduz Düşleri'nin 3’cü sayısında, adımın yanında, “İzmir’de yaşıyordu. Kitapsız.” notu vardı. “Nerede yaşadığını bilmediğimiz Mardinli” esprisi oradan geliyordu.

Kitap formatında çıkan 'Kunduz Düşleri'nin 3’üncü sayısı, henüz kitabı yayımlanmamış şairlere ayrılmıştı. Bu nedenle kitap kapağının içinde, “Bu bir kitapsızlar kitabıdır” yazıyordu. Şiirim 'Kunduz Düşleri'nde çıkmıştı. Heyecanlıydım. Mardin’i, İzmir’i, nerede yaşadığımı, sürüp giden savaşı, 'Kunduz Düşleri'ni, Kürtçeyi, Piya Kolektifi’ni, Piya Kitaplığı'nı… Hepsinden biraz biraz konuştuk. Entelektüel birikimine hayran kalmıştım.

Ayrılırken, Piya Kitaplığı’ndan çıkan kitapların yanı sıra hem dostluğunu vermişti hem de kolektifin içinde bir yer açmıştı bana. O gün “Abi” demiştim ona ve hep öyle kalacaktı benim için.

İLK SİTEM

İstanbul’da avarelik yaptım bir müddet. Sonra biraz tesadüf, biraz hayatı idame edebilme belasına gazeteciliğe başladım. Bu arada üst kattaki Piya Kitaplığı’ndan çok alttaki Kelaynak Kafe’ye gidip geliyordum. Mehmet, kafede ya da etkinliklerde karşılaştığımızda kolektifin toplantılarına davet ediyor, ben her seferinde bir yolunu bulup kaçıyordum.

İlk kitabımın çıktığını haber almış, kitabı istemişti. Kitabın arka kapağında fotoğrafım vardı. Fotoğrafı işaret edip, “Mardinli, biz kitap kapaklarına fotoğraf koymadığımız için mi kitabı başka yayınevinden çıkarttın?” diye sitem etmişti. Bu, ilk sitemiydi ve sonuncu olmayacaktı.

BUNA KOMÜNYA DİYORDUK

Beyoğlu’nda, Galatasaray Hamamı’nın yanında bir evde kiracıydı Mehmet. Bu evin alt katında, Fadıl Öztürk’ten önce şair Soysal Ekinci kalmıştı bir müddet ve burada intihar etmişti. Mehmet’in üst katında sinemacı Cevriye ve müzisyen Hüsamettin Küçük, daha üstlerde gazeteci Nahide, sinemacı Yusuf Kurçenli kalıyordu. Tarihi, Sivaslı son sahibi ve içinde yaşayanlarla tek başına bir roman kahramanıdır bu bina.

Sorun çözmekte maharetliydi Mehmet. Evsiz kaldığımı öğrenmişti. Gönlü buna razı değildi. “Hollanda’ya gidince evi sana bırakacağım, döndüğümde beni misafir edeceksin” demişti. Buna karşılık, 'Kunduz Düşleri' ile 'Ütopiya'nın (Mevsimlik Hayat Bilgisi Kitabı) ve yayınevinin işlerini bana bırakmıştı. Teklifi kabul ettim ve işte o zaman toplantılardan, sabah kahvaltılarından ve çok çalışmaktan kaçamaz oldum. Mehmet bunu hep yapardı çünkü kolektif yaşamayı ve üretmeyi içselleştirmişti. Birbirimize hesaplı kitaplı iyilikler yapmıyorduk, bir gelecek düşünü paylaşıyorduk. Buna komünya diyorduk.

‘ROJAVA DÜNYAYA BİR BİLDİRİ SUNUYOR’

Mehmet ve Ahmet Telli ile Mardin’deki baba evime gittik. Muhtemelen Diyarbakır’a gelmiştik bir etkinlik için ve şimdi hatırlamıyorum hangi nedenle, kendimizi Dirbesîye’de bulmuştuk. Belki ben, anne baba hasretiyle, “Hadi Mardin’e gidelim” demişimdir.

Habersiz gittiğimiz için annem ve babam yoktu evde. Kız kardeşim ağırlamıştı bizi. Evin avlusunda oturmuş, çay kahve içmiştik. “Şiirindeki geniş avlu buymuş Mardinli” demişti Mehmet.

Sonra sınıra gitmiştik. Karşı taraftaki şehrin adı da Dirbesî’ydi. İki Dirbesî’yi demiryolu ikiye ayırıyordu. Sınırla ilgili hatıralarımı anlatmıştım heyecanla. Demiryolu için, “Halkın kalbinden geçiyor” demişti Mehmet.

O zaman tel örgülerin öteki yakasında sadece Suriye devletinin bayrağı asılıydı. Yıllar sonra PYD bayrağı çekildi göndere. Mehmet, bu bayrağı yakından göremedi. Ama İstanbul Kağıthane’deki evinde onu ziyaret ettiğimde Rojava’nın haritasını çizmişti. Hangi köyde Kürtler yaşıyor, hangisinde Araplar ya da Süryaniler yaşıyor, hepsini biliyordu. Bu konudaki bilgisiyle bir kez daha şaşırtmıştı beni. Rojava’daki gelişmeler, son yıllarda onu heyecanlandıran yegâne şeydi sanırım. “Rojava dünyaya bir bildiri sunuyor” demişti.

KIRMANÇ HEYKEL

Mehmet’in Amsterdam’daki evine de misafir olmuştum. Yaklaşık bir ay boyunca kaldığım eve giden cadde üzerinde, şapkasıyla selam veren bir kemancı heykeli vardı. Kafası olmayan heykel için “Çok sevimli” diyordum. Yanından geçerken “Rojbaş heval” diye selam verirdim heykele. Bazen “Tu çava yi?” diye de sorardım. Amsterdam’da Kürtçe konuşmak serbestti. “Bu arkadaşa Kürtçe öğreteceğim” diyordum. Meğer Mehmet de heykelle konuşurmuş ve Kurmanciden çok önce Kirmançça öğretmişti heykele. Kurmanci konuşmakta diretsem de heykel Kirmanç’tı.

Mehmet, 15 ay önce ayrıldı Amsterdam’daki evinden. 15 aydır caddeden gelip geçen herkese şapka çıkaran kemancıya selam veremedi. Bundan sonra da veremeyecek.

‘OXİR BE ABÊ, GÖRÜŞÜRÜZ’

Mehmet’i defalarca bir yerden bir yere yolcu etmiştim. Bazen iş yükü azalsın diye, “Hollanda’ya gitse de soluklansak” demişliğim vardır elbette. Ama her defasında özlemişimdir, “Gelse de kabuslarımızı konuşsak” demişimdir. Bir gece herkesin katıldığı bir masa kurulur mutlaka, matbaanın borcu ödenir, derginin yeni sayısı konuşulur.

Bu kez Mehmet’i belki üç yüz kişi uğurluyorduk. Türkçe, Kurmanci ve Kirmancki sözlerle.

Mezarlıktaki kalabalık, konuşmaların ardından dağılmaya başladı. Güneş dağların ardında kaybolunca hükmünü yitirmiş, hava soğumaya başlamıştı. Cemal Taş, mezarın baş ve ayak uçlarına tahtalar yerleştirdi. Birine Mehmet’in ölüm tarihi ile birlikte, “Usenê Ma” (Bizim Usen) yazdı. Qeremanê Mircî adıyla bilinen babası, Usen diye seslenirmiş Mehmet’e. Mehmet, yıllar sonra Usenê Qeremanî (Qeremanî’nin oğlu Usen) adını da kullanmaya başlamıştı. Belki bu, diline ve kültürüne yaklaştıkça benimsediği bir durumdu.

Usenê ma yazılı tahtayı öptüm. “Oxir be Usenê ma” dedim, “Görüşürüz abi.” Görüşecektik elbette. Mehmet bir daha hiçbir yerden gelmeyecekti, biliyordum. Biz ona gidecektik, köyüne misafir olacaktık bundan sonra.

MEHMET ÇETİN İLE EN UZUN SOHBET

Mehmet Çetin’in 'Kekemece' kitabı yayımlandığında, çalıştığım Gündem gazetesi için tam sayfa bir söyleşi yapmıştık. Söyleşi uzundu, nerwden kırpacağımı, hangi soruyu-cevabı çıkaracağımı bilememiştim. Sanırım sonunda Mehmet Çetin’in şiirini, dille ilgili düşüncelerini, etik ve estetik kaygılarını da yansıtan bir söyleşi çıkmıştı ortaya. Yirmi yıl önce yayımlanan söyleşinin, kısmen de olsa Mehmet Çetin’i tanıtabileceğini düşündüğüm için buradan paylaşıyorum

Dünyada en çok konuşulan dilin kekemece olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar dillerine, düşlerine, gelecek imgelerine yabancılaştırıldılar. Böylesi bir yıkıcılık var. Dilsiz, aşksız, geleceksiz bırakılan insanın dil durumu tam bir kekemelik.

'Rüzgâr ve Gül İklimi'nden 'Kekemece'ye, dışarıdan bir gözle, Mehmet Çetin'in şiir serüvenini değerlendirebilir misiniz?

Şiirin kendisini yazdırdığı çok kişisel tarihsel, toplumsal, duygusal uğraklar vardır. 'Rüzgâr ve Gül İklimi', 1971'lerden başlayan bir sürecin ürünüdür de denilebilir. İlk kitap bu anlamda içinden geçip geldiğimiz ölüm kalım günlerinin vicdani ve estetik tanıklığıdır bir yanıyla. Diğer yanıyla da toplumsal bir kaygıya tabi kılınmış dilin ve söylemin farklılaşma, özgürleşme ve daha kişisel olma pratiğidir. Çok içtenlikli bulduğum, bütün gençliğe ve acemiliğe karşın, dil ve söylem arayışları açısından bir tavrı olduğunu düşündüğüm bir kitaptır. 'Birağızdan' ise sözün ve dilin kelimesini şiirin olanaklarıyla kendini daha iyi örgütlediği, ama şiirin kendini çok gözettiği bir kitap olarak geldi. 'Hatıradır, Yak Bu Fotoğrafı' epey sonra yayımlandı. Kitap, sanat hareketi sürecindeki geri çekilme, öğrenme, birikme ve yeni bir uğrağa evrilme sürecinin ürünüdür.

'Hatıradır, Yak Bu Fotoğrafı', ilk iki kitaptan farklı bir söyleyişin de habercisi...

İlk iki kitap birbirine daha yakın. Özellikle toplumsal, tarihsel, duygusal ve politik koşulları itibariyle daha dışa dönük, içinde olunan koşulları yarma, firar etme isteğine dönük izleklerde yoğunlaşırken, üçüncü kitap bir iç yolculuğun şiiridir. Gecikmiş, ertelenmiş, ama ah etmeyen; yaşadığı önceki hayatı üstlenen ve oradan izlekler de taşıyan, ama dil ve söyleme biçimi olarak yeni bir uğrağı işaret eden bir kitaptır. 'Aşkkıran' daha global bir kuşatmayı politik süreçlerden, duygusal ve tarihsel süreçlere kadar, hayatımızı teslim almak isteyen sistemin ideolojisiyle sert bir tartışmadır. Bu haliyle agresif ve küfür gibi durduğu da olmuştur. Bir bıçak gibi kendine sapladığı da olmuştur oradaki şiiri şairin...

'Kekemece'ye geldik. Şiirlerinin-kitaplarının birbirini tamamladığı göz önüne alındığında, 'Kekemece'yi hangi izleğin tamamlayıcısı olarak düşünebiliriz?

Şiiriyle hakikaten içten ilişki kuran insanın, yazdığı şiirin tek şiir olduğu kanaatindeyim. Ancak içinde bulunduğu özgül ve evrensel süreçler, hayata ait tutum alışının farklı kadrajlarını, hissiyatlarını, derinliklerini, nüanslarını ortaya çıkarır. Fotoğrafın parçasını görme, anlama, anlamlandırma çabasıdır her şiir, her kitap. Kitaplar arasındaki bağ, izlek ve iç sesler anlamında, özlediğim, gözettiğim bir şey.
'Kekemece'nin diğer kitaplardan farkı, üstten bakmayı ve sadece verili olanı, ideolojik hegemonyayı görmekle kalmayıp aynı zamanda bunun besleyenleriyle de, örneğin zaman izleğiyle, zamanın kavrayışıyla, tarih anlayışıyla, bütüncül kurtuluş projeleriyle, bu tür insanı insandan alan, insanı düşüne, aşkına yabancılaştıran her türlü egemenlikçi yaşama biçimiyle de tartışmaya girmek istedi. Bu bir iç yolculuk gibi görülebilir. Ama iç yolculuk bu kez hayatına çağırdığı imgeyle belki bir çocukluğa geri dönüş, göçün başlatıldığı yerde hayatımızı realize etmiş sistemlerin teslim alışlarını deşifre etmeye, kendi içinde yeniden anlama ve anlamlandırmaya bir yolculuk olarak gündeme geldi.

Her şairin sözcükleri olduğuna inanırım. Sizin de var ve üstelik bunlar kitap adları olarak da çıkıyor karşımıza: Aşk, hatıra, gül ve kekeme gibi...

Her şiir yazanın sırrının saklı olduğu sözcükler, izlekler vardır. Galiba şiir de daha çok orada kendini ele verir. Benim de büyüsünden kurtulamadığım, satır aralarında da olsa kendimi daha iyi ifade etmeye çalıştığım izlekler, sözcükler, söyleme biçimleri kuşkusuz var. 'Kekemece', 'Aşkkıran'daki “şeyleşme” izleğinin bir başka okunma biçimidir. Kırmançça dışında hiçbir dili duymadığınız, gazetenin, radyonun ve diğer dillerin girmediği bir coğrafyada, orman içinde uzak bir mezrada yaşıyorsunuz ve sonra hayat sizi yollara düşürüyor; bilmediğiniz kentlerden, dillerden geçiyorsunuz, kendinizi farklı dillerin kuşatmasında buluyorsunuz. “Bilmediğim dillerden tırnaklarımı yiyorum” dizesinin bir başka biçimi oldu bu kitap. Özellikle küreselleşme sürecinde daha açığa çıkan, baskınlaşan bir durum var: İnsanlık gerçekten kekemeleşti. Dünyada en çok konuşulan dilin kekemece olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar dillerine, düşlerine, gelecek imgelerine yabancılaştırıldılar. Böylesi bir yıkıcılık var. Dilsiz, aşksız, geleceksiz bırakılan insanın dil durumu tam bir kekemelik.

Kekeme 'Kekemece'ye dönüşünce bir karşı duruş da kendisini sezdiriyor.

Kuşkusuz. İki açıdan anlamaya çalışayım. Birincisi, dilsizleştirilmemiz karşısında bir durum tespiti yapmak, açığa çıkarmak olup biteni. Ve çok konuşmanın kekemelik durumunu ortadan kaldırmadığını söylemeye çalışmak. İkincisi, kuşkusuz en kişisel olandan en toplumsal olana kadar kendimize, tek çocuğumuz olan kalbimize, mecramızda ve maceramızda akmaya ait bir karşı durma çabası. Dilimizi yitirdiğimiz andan itibaren aşklarımızın, düşlerimizin, arayışlarımızın, yolculuklarımızın düşeceği durum kekemelik olacaktır. Böyle bir tavrı da içkinleştirmek ister kitap. Ve şiir özelinde verili estetik beğeniyi, tüketim ideolojisinin mevcut söyleme biçimlerinin eleştirisidir bir anlamda. Kekemeleşmenin kırılacağı yerlerden biri de unutturulmuş nüansı ortaya çıkarmaktır. Bu nüansı yüklenmek, kendimizi, kendi dilimizi yaşatmaya çalışmaktır.

'Kekemece'nin ilk şiirlerinde halk şiirinin, giderek dinsel metinlerin söyleyişine bir yakınlık var. Bu devam edebilir mi?

Arkaik söylemden yararlanmak istedi tabii 'Kekemece'. Yani az önce sözünü ettiğim nüansa indirgenmiş ve mutlaka açığa çıkarmayı arzu ettiğim kendimizi ifade etme olanaklarını bulmak, aynı zamanda üstlenmek çabasıdır. Dilin ritüel olanaklarından yararlanma, dilin ve bilgimizin yeni olanaklarıyla buluşturma çabası ve arayışı var. Ancak halk şiiri diye bir kadrajlama yaparsak, umarım izlenimin doğrudur, çok tercihen böyle bir şey yaptığımı zannetmiyorum.

“Ey yarıminsan, tek sesli şarkından artık usan”, “aşk eksik bir şarkıdır”, “düş görmüşüm: doğanın en eksik şarkısıdır insan”. Bu dizeler üç kitabından alındı. Şiir aşkı, insanı tamamlama, tanımlama çabasıdır da denilebilir mi?

Denilebilir, ama tek koşulla. Turgut Uyar'ın dediği gibi, tamamlansa aşk olmazdı. Bu anlamda eksik kalacaktır. Ama eksik kalmak burada farkındalıktır. Bir farkındalık olarak eksik kalmak, aşkımıza, düşümüze, kendimize uluşmaya ait bir olanağı da açığa çıkarmaktır. Felsefi ve politik anlamda söylersek, örneğin ütopya kavrayışı cennet cehennem vaazı üzerinde biçimlenir. Oysa yok böyle bir şey. Cennet ve cehenneme dönüştürülmüş, stabilize edilmiş, dondurulmuş bir gelecek anlayışı yok bir imgedir.

“Kırk yaşıma yürürken de dünyayı kurtaramıyorum” diyorsun 'Aşkkıran'da yer alan bir şiirinde. 'Kekemece'deki şiirlerinde de yaşına epey gönderme yapıyorsun. Yaşın şiirle ilgisi nedir senin için?

Kitabı yayınlamadan önce şiir yazan, okuyan ayrımı yapmadan otuza yakın arkadaşa okuttum, çabalarını sevgiyle anıyorum. Baskın eğilim, bir yaş paniği yaşadığım yönünde oldu. Şair arkadaşım Binali Duman bu izleği iyi anladı sanıyorum. En azından benim hissetmeme karşılık veren bir anlamaydı. Verdiğin dize iyi örnektir. Dünyayı kurtaramıyorum, burada bir ironi var ama, Binali’nin yorumuyla da bir düş yolculuğudur. Bir tür Mohaç Meydan Muharebesi’dir. Zamanla, zamanı bir ağu olarak hayatımıza sızdıran sistemle, egemenlikçi her türden ideoloji ve yaşama biçimiyle sürdürülmek istenen bir savaş. Dolayısıyla burada gözetilen fizik bir yaş değil.

'Kekemece'de şiirinin dil yumuşamış gibi...

Dilde yumuşama mı demek gerekir bilmiyorum, ama söyleme biçiminde bir sakinlik var. Kimi arkadaşların değimiyle "dervişan", yani canı yansa da ah etmeden söylemeye çalışan yanı itibariyle bir yumuşamadan söz edilebilir belki. Ama eleştiri kadrajının daha genişlediğini ve daha sert eleştiriler yaptığını düşünüyorum. Bir başka boyuttan söz etmek istiyorum. Basitlik ile yalınlık arasındaki uçurumun, yeryüzündeki muhtemel en büyük uçurum olduğunu söylemiştim 14-15 yıl önce benimle yapılan söyleşilerde. Basit bir şiir düşünmediğimi, ömrüm yeterse yalın bir şiire ulaşmak istediğimi söyleyegeldim. 'Kekemece', önceki şiirlerden beslenerek daha olgun, yalınlığa biraz daha yaklaşma olarak görülebilirse, yumuşama da oradan okunabilir diye düşünüyorum.

Kırmançça yazdığın şiirler olduğunu biliyoruz. Yakında bir kitap var mı?

1985’ten bu yana iki dilde düşünen ve yazan bir pratiğim var. Türkçe benim entelektüel dilim, Kırmançça ise gerçekten duygusal dilim. Kırmança ilk dizelerimi Metris’te atıldığım hücre duvarına yazdım. O günden sonra da bu dilin üstünde düşündüm. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de yayımlanmış hiçbir yazılı metin yoktu o dönem. Asmin’deki öykülerde bazı Kırmançça metinlere yer verdim. Bu metinler için aylarca çalışmak zorunda kaldım. Çünkü bu dilin gramerini, fonetiğini, yazım kurallarını bilmiyordum. Çocukluğumda doğanın, annemin, babamın ve arkadaşlarımın kulağıma üflediklerinden yararlandım. Bu dilde yazdığım şiirler artık kitap olma noktasında. Önümüzdeki dönem Kırmançça bir CD’yle birlikte yayımlamak istiyorum. Yazılı bir dil geleneği, okuma alışkanlığı olmadığı için, dize bilimi, estetik beğeni ve birikimin ürünü bir şey yazmak istiyorsanız okunması çok zor. Belki okuma alışkanlığı kazandırmak için sesli okumayla birlikte kitabı hazırlamayı düşünüyorum. Özellikle Avrupa’da bu dille ilgili yoğun çalışmaların yapılmasını ise sevinerek izliyorum.

Bir ayağın Avrupa’da. Şiirin, şairin oradaki durumu nedir?

Cezaevindeyken yazıştığım İngiliz şair Judith Kozantzis, sanatın ve şiirin Avrupa’da düşük yaptığını yazmıştı bana. Ama son 7-8 yılda tanık olduklarımın gösterdiği tam tersi oldu. Değişik vesilelerle, hem çağrıldığım etkinlikler, paneller hem de okumalardan biriktirdiğim şu ki, şiir sanki insanların hayatında daha içkinleşmeye başlamış. Batı’da çok yoğun bir şiir yazıldığını düşünüyorum. Şairlik kutsanmış bir yerde değil, şiirden beslenen de yok, ama zaten Batı yaşama standartlarını belli bir yere getirmiş. Daha bir sakin durum var gibi. Geçen yıl Rotterdam’da gerçekleşen ve Türkiye’den Orhan Koçak’la katıldığımız Poertsy İnternational etkinliğinde yaklaşık kırk ülkeden şair ve editör vardı. Orada tanık olduğum, Avrupa’da yazılan şiirin sıkılığı ve bunun insanların hayatındaki karşılığıydı ve bu bana çok özel geldi.

Bir de Türkçe şiirin son yıllarını sormak istiyorum...

Kişisel kanaatim, ‘90’lı yıllarda Türkiye şiiri çok önemli bir olanağını ve enerjisini incitti. Sistemin ideolojisine çok fazla tav oldu. Eleştiri olanağını, eleştiriden beslenme olanağını zayıflattı. Baskın eğilimlerden söz ediyorum tabii, içinde durduğu dünyanın eleştirisini yapmakta, muhatabı olduğu okurun estetik beğenisiyle, egemen estetikle hesaplaşmakta, ciddi bir kan kaybı var. Baskın eğilimse zaten egemen formlarla, medyatik sunumlarla, verili okurun hissiyatını satın almayla örülen bir şiir oldu. Politik olarak iktidara karşı ve bu anlamda sol olduğunu söyleyen pek çok insan dile ve şiire geldiğinde tuhaf bir Türkleşme sürecine evrildi. Bir dil için birileri ölüyorsa, zindana düşüyorsa, şiirin kendine has olanaklarından üreyen bir sözünün olması gerekti. Bunu fısıldamaya çalışanları mahkemeler susturmak istedi. Bu anlaşılır, ama bu susturma korosuna iktidara muhalif olduğunu söyleyen pek çok şair, eleştirmen, yayıncı da katıldı. Şiir coğrafyaları, yıllıkları, dergileriyle; şiirin Türkü, Kürdü, Çerkezi olmaz cümleleriyle... ‘90’lı yılların ikinci yarısında şiirin kötürümleşmesinin ana nedenlerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum...