Oya Baydar: Yaşam biter, sen yolları hatırla

Oya Baydar'ın son kitabı '80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri' Can Yayınları tarafından yayımlandı. Baydar, "Umut boş ve süslü bir kavram değil, insanı diri tutan, mücadele etmenin boşa gitmeyeceğini hissettiren itici güçtür. Umudunu yitirmiş insan veya toplum çöker" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR -  Oya Baydar, Türkiye'nin edebiyat ve politik düşünce tarihinde önemli yer etmiş isimlerin başında geliyor. Hayatı, kaleme aldığı eserleri ve politik tartışmalardaki konumu hemen her zaman gündem oldu. Baydar, geçtiğimiz günlerde Can Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı '80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri'nde tüm dünyayı etkisine alan pandeminin ilk gününden beri tuttuğu günlükleri okurla paylaşıyor. Aşktan kedilere, geçmişten güncel politik tartışmalara uzanan bu günlükler aynı zaman deneyimli bir yazarın yazmak üzerine düşündüklerini de içeriyor. 

Yazma eylemi ve politik meseleler üzerine yoğunlaştığımız röportajımızda Baydar, "Hatalarımla sevaplarımla, yanlışlarımla doğrularımla; daha iyi, daha adil, daha özgür bir dünya uğruna yüreğimden, aklımdan, elimden geleni yaptım. Daha iyisini yapmak isterdim. Füruğ’un, kitabın başına düştüğüm mısrasını şöyle uyarlıyorum kendime: ‘Yaşam biter, sen yolları hatırla." diyor. 

‘Zor zamanlar’, 80’lerden bu yana hayatımızda yer edinmiş ve son 19 yılda yeni kuşağın da diline pelesenk olan bir kavrama dönüştü. Kitabınızda ‘zor zamanlar’a işaret ediyorsunuz. Buradan başlayalım, bir edebiyatçı olarak zor zamanlara hangi perspektiften yaklaşıyorsunuz?

İnsanlığın tarihinde zor zamanlar hiç eksik olmadı. Büyük savaş dönemlerinde, açlık, kıtlık, salgın dönemlerinde zorluklar daha da arttı. Ancak, teknoloji devriminin damgasını bastığı, iklim felaketinin yaklaştığı yeni bir çağa geçiş sancıları yaşanan 21. yüzyıl başlarından bu yana, yaşam daha da zorlaştı. Buna bir de küresel salgın eklenince, zor zamanlar ‘dillere pelesenk bir kavram’ dan öte trajik bir gerçekliğe dönüştü. Savaşlar, şiddet, terör, yerlerinden yurtlarından edilen milyonlar, giderek artan adaletsizlik, milyarları tehdit eden açlık, binlerce yılda edinilmiş insanî değerlerin yerle bir olması, bir de küresel salgın. Artık ütopyalar değil distopyalar üretiliyor. Sadece benim yazdıklarımda değil genel olarak edebiyatta bu tablonun yansımalarını görüyoruz.

HEM TANIK, HEM ÖZNE HEM DE NESNE... 

 Kitabın ilk cümlesinde zamana vurgu yapıyor ve geç kaldığınızı düşünüyorsunuz. 68 hareketi, 71 muhtırası, 12 Eylül faşist darbesi, sürgünlük, anayasa referandumu tartışmaları… Bakınca Türkiye tarihinin birçok kırılma anına tanıklık ettiniz ve düşünce ürettiniz, kitaplar yazdınız. Neye geç kaldığınızı düşünüyorsunuz?

Hatırlattığınız gibi; 80 yılın önemli dönemeçlerinin hem tanığı, hem öznesi, hem de nesnesi olduğumu söyleyebilirim. Evet, dolu dolu yaşadım, düşünmeye, üretmeye çalıştım. Ama insan 80’ine gelince ne kadar çok şeyin eksik kaldığını fark ediyor. Okunacak bunca kitap, gidilecek, görülecek bunca yer, öğrenilecek, derinleşilecek bunca konu var, biliyorsunuz; ve düşünün ki artık ne gücünüz ne de vaktiniz kalmış. Hatta artık aşık bile olamazsınız, tutkulu aşklara bile geç kalmışsınızdır…

Sizi yıllarca sol/sosyalist hareket içinde yer alışınızla tanıdık. Bu elbette köşe yazılarınızda, edebi eserlerinizde yer aldı. Bugün tüm dünyada başta yoksulları ve emekçi sınıfları vuran salgının kapitalist sistemi yerle bir edebileceğine dair sorular soruyorsunuz. Sizce böyle bir ‘düzenin mezar kazıcılığı’ mümkün mü? Salgın eşitsizliği daha da derinleştirmedi mi?

Hem de nasıl derinleştirdi. Rakamlara boğmayacağım; salgının başlangıcından bugüne, dünyanın en zengin 10 insanının servetlerinin yüzde 17, en büyük şirketlerin kârlarının en az yüzde 20 arttığını; en zengin ve güçlü yüzde onun varlığının dünya nüfusunun yüzde 70’inin toplam varlığını aştığını söylemek yeter. Sistemin yaşadığı en büyük ve derin krizi körükleyen küresel salgının kapitalist sistemi yerle bir edeceğini değil başka bir evreye geçireceğini düşünüyorum.

İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor? Dört bir yanda filizlenen çevreci, barışçı, dayanışmacı, eşitlikçi tohumlara, umut kıvılcımlarına rağmen, en azından kısa vade için iyimser olamıyorum. 80 Yaş Günlükleri’nde ‘virüsün mezar kazıcılığı’ konusundaki iyimser tahminlere katılamadığımı yazdım zaten. Umarım yaşın verdiği bir kötümserliktir benimki.

'UMUDU YENİDEN YEŞERTMEYE ÇABALAMALIYIZ'

Umutkâr, yer yer melankolik bir duyguyla yazıyorsunuz 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri’ni… Bugün dünyada ve Türkiye’de meşrulaşmak için her adımı çekinmeden atan faşizme karşı direnmek için umutkâr olmak yeterli mi? Sınıfsal çelişkinin bu denli derinleştiği bir dönemde umut tek başına çarkları yerinden oynatabilir mi?

Ah keşke gelecek için umutlu olabilsem! Dünyanın, ülkenin, insanlığın bu haline 80 yaşında tanık olmuş birinden fazla umutkârlık bekleyemezsiniz. Kitabın sonundaki -biraz da ironik- umut cümleciğiyle, umut tükenince hayatın anlamı kalmaz, demek istedim. Ne yapıp yapıp umudu içimizde yaşatmaya, tükendikçe yeniden yeşertmeye çabalamalıyız ki yaşam anlamsız bir ızdıraba dönüşmesin.

Faşizm meselesine gelince, faşizme direnmek için umutkâr olmak yeter, diyen kim? Oturduğunuz yerde, ağzınızı havaya açmış gökten elma düşmesini beklemekle; parmağınızı kıpırdatmadan, harekete geçmeden, kötüye direnmeden daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek umut etmekle, ne düzen değişir ne faşizm geriletilebilir. Umut boş ve süslü bir kavram değil, insanı diri tutan, mücadele etmenin boşa gitmeyeceğini hissettiren itici güçtür. Umudunu yitirmiş insan veya toplum çöker. Yaşlılık umudu ister istemez törpülüyor, biraz da bunu belirtmek istedim.

Hayata dair tavrınızı 60 yıl önce belirlediğinizi ve sosyalist bilinçle yaşadığınızı belirtiyorsunuz. Hedefinizin doğru, ütopyanızın muhteşem olduğunu fakat hedefe varılacak yolda attığınız adımlar sonucu yenildiğinizi vurguluyorsunuz. Bu günlükler bir noktada özeleştiri de taşıyor mu? Neden yenildiğinizi düşünüyorsunuz?

Özeleştiri değil, yüzleşme ve muhasebe… Özeleştiri yapmaktan hiç kaçınmam, ama Günlükler’de yapmaya çalıştığım insanın serüveninin belli bir tarihsel süreçte vardığı nokta üzerine düşünmekten ibaret. Benim hedefim, benim ütopyam, benim yenilgimden değil, içinde küçük bir damla olduğum insanlık okyanusunun hedefinden, büyük ütopyamızdan ve oraya varmak için yürünen yoldaki hedefle uyumlu olmayan adımlardan söz etmeye çalışıyorum.

Sosyalist uygulamaların (reel sosyalizmin) başarısızlığa uğramasının ne bu söyleşiye ne de 80 Yaş Günlükleri’ne sığmayacak birçok nedeni arasında bence en önemlisi: insanın özgürleşmesi için çıkılan yolda özgürlüklerin yok edilmesi, birey insanın toplumsal mühendislik projelerine kurban edilmesidir. Başka türlü söyleyecek olursam: İyi, yüce bir amaca kötü silahlarla, amaca aykırı yol ve yöntemlerle varılamıyor. İnsanı, onun ruhunu, bedenini yok ederek kurtaramazsınız. Tahakkümü yeni tahakküm biçimleriyle, bir sınıfın iktidarını, o sınıfın yerine kendiniz geçerek yok edemezsiniz.

Yeni kitabınız aynı zamanda yazmakta olduğunuz ‘Yazarlarevi Cinayeti’ni de haber veriyor. Yazmak üzerine düşündüğünüzü ifade ediyorsunuz. Bu arada, 80 Yaş Günlükleri’ni yazdığınızı bildirdiğinizde yayınevinizin ‘yayın programına hemen alırız’ dememelerinden doğan burukluğunuzu da yazıyorsunuz günlüklerde. Sorum şu: Dünyayla birlikte yayıncılık, vefa ilişkileri, kağıdın kendine has varlığı ve okur olmak üzere birçok şey negatif anlamda değişti. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?

Şu küçücük virüs, insanları, ülkeleri olduğu kadar yayın ve yazın dünyasını da vurdu. Yayınevime haksızlık etmeyeyim; yayıncılığın bu zor günlerinde 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri’ni yayımlarken gerçekten de özverili davrandılar, şimdi de tanıtım, dağıtım, satış için çabalıyorlar. Günlüklerde yayın tarihiyle ilgili olarak o günlerde duyduğum burukluğu yazdım. Ama pandeminin en kötü dönemleriydi, henüz hiçbir şey rayına oturmamıştı, yayınevlerinin plan yapması çok zordu. 80 yaşın verdiği acelecilik ve duygusallıkla davrandım sanırım. Adı üstünde: Günlük bu … O günün duyguları yani.

Yayıncılığın çeşitli yönlerden olumsuz geliştiği konusunda haklısınız. Görüntünün ve sesin yazının önüne geçtiği; kısa dönemde olmasa da orta vadede, kağıt üzerine basılı metinlerin müzelerde kalacağı, uçucunun kalıcının yerini geçmekte olduğu, “140 karakterlik romanlara hazır olmamız gerektiği” bir zaman dilimindeyiz.

Aynı zamanda edebiyatın piyasalaşması ve kültürün metalaşmasına dair eleştirileriniz var. Bu noktadaki eleştirilerinizi açar mısınız? 

Kapitalist sistemin insanı, insanla birlikte insanlığın kadim değerlerini de çürüttüğü bu evresinde, her şey gibi kültür, edebiyat, sanat da metalaşıyor, pazar ekonomisinin kurallarına, piyasanın arz- talep yasasına tâbi oluyor. Neoliberal zihniyetin dünyasında; kültürel düzeyi aşağı çekilmiş, vasatlaştırılmış, tüketim toplumunun çarkları arasında öğütülmüş, popkültüre teslim olmuş okurun talebi pazarı belirliyor. Yine de her konuda olduğu gibi edebiyat, sanat alanlarında da direnç noktaları var. İyi ki var. Gerçek yazar, gerçek sanatçı dalgalara karşı yüzme gücüne sahip olmalı.

Yazmak üzerine yoğunlaştığınız bir dönem ve birçok soru ile kendinizi deşiyorsunuz. İnsan niçin yazar? Neden yazıyorsunuz?

Haklısınız, kendimi deşiyorum. Bir çeşit kendimle hesaplaşma, 80 yılın hesabını önce kendime sonra ve okura verme çabası. Bunu neden mi yaptım? İnsan sona yaklaşırken kendisiyle barışmak istiyor ki bu da ancak yüzleşmeyle mümkün.

Neden yazdığıma gelince, yazan herkes gibi içimdeki sesi başkalarına duyurmak, çığlığımı paylaşmak için. Bir de her insanın bilinç altında var olan geleceğe bir iz bırakabilmek için olmalı.

Son olarak zor zamanlarda konuşmuş, yer yer büyük tepkiler almış, yazdıkları her seferinde gündem olmuş bir yazar olarak 80 yıllık yaşamınızı ve yazı hayatınızı bir cümleyle özetleseniz bu ne olurdu?

Hatalarımla sevaplarımla, yanlışlarımla doğrularımla; daha iyi, daha adil, daha özgür bir dünya uğruna yüreğimden, aklımdan, elimden geleni yaptım. Daha iyisini yapmak isterdim. Füruğ’un, kitabın başına düştüğüm mısrasını şöyle uyarlıyorum kendime: ‘Yaşam biter, sen yolları hatırla.’