Öykünün öteki yüzü: Füruzan
Yalnızlık Füruzan’ın öykülerinde önemli bir tema olarak yer alır. Tek boyutlu bir yalnızlık değildir bu: Füruzan’ın öykülerine bütünsel bakan Sennur Sezer, öyküleri 'gurbet' kavramıyla açıklar.
Füruzan’ın dört öyküden oluşan 'Gecenin Öteki Yüzü' kitabı 'gurbet' kavramını çeşitli yönleriyle irdelerken toplumun dışına itilen kadınları ve çocukları odağa alan gerçekçi metinlerden oluşmakta.
1982 yılında yayımlanan 'Gecenin Öteki Yüzü', Füruzan’ın dördüncü öykü kitabıdır. 'Kanı Unutma', 'Çocuk', 'Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Bir Kent', 'Gecenin Öteki Yüzü' başlıklarını taşıyan dört öyküyü barındırır. İlk öykü olan 'Kanı Unutma', bir Ege köyünde geçer, burada yaşanılanları Durkadın Ana’nın ağzından anlatıcıyla diyaloğu esnasında öğreniriz. Toplumcu gerçekçi damarı kuvvetli olan öyküde kent[li]/köy[lü], zengin/fakir, sömüren/sömürülen çatışmaları ağırlıktadır. Bu bağlamda Almanlar köydeki antik harabeleri kendi ülkelerine götürmeye başlamıştır. İş işten geçtikten sonra harabelerin değerini kavrayan Türk ilgililer de dikkatlerini köye yöneltir. Böylece köylünün deli zeytinlikleri kullanımı kısıtlanır, köyün gençleri de Girit’e dalgıçlık yapmaya gider. İşte bu gençlerden biri de Durkadın Ana’nın oğlu Musa’dır. Ancak çalışma koşulları o kadar ağırdır ki diğer pek çok dalgıç gibi o da ölür. Öyküde dikkat çeken noktalardan biri, fakirliğin milletler arası bir kavram olarak etraflıca ele alınmasıdır. Ancak son tahlilde, Durkadın, inançlı olduğunu çoğu kez vurgulasa da yaşanılanları kader olarak görmez. Böylelikle köylülere diretilen sömürüye dayalı sistemi tanımlamış olur:
"Köyüme varıp duran her bir insanı düşünürüm. İngiliz’in, Alman’ın gâvurlarını, taşları pek çok sevip sayan bürümcüklü tazeyle sakallı kocasını, öğretmeni, hiç varmadığım ilçeyi dolduran insanları. Bizden bir günlük yolu olan valiliği, gölgesini iyice bitimine dek gördüğüm kayaların ötesindeki insanları düşünürüm. Hep olup duranın bunlarla bir yolu, ucu, ilişiği vardır, derim. İnsanlaradır öfkem yalnız. Denizler, deniz içi canavarları kan alır diye kızamam. Burda gece demeyip gündüz demeyip kalmamın yararıdır bana bu bilmeler." (s.35)
Önemli bir husus; başta Halikarnas Balıkçısı olmak üzere pek çok yazar denizi kendiliğinden var olan bir karakter şeklinde ele almış, onu balıkçıları kandırarak analarından ayıran, akıllarını ve canlarını alan kadim, mitolojik bir unsur olarak değerlendirmişlerdir. Oysa Füruzan, denizi salt tabiat unsuru olarak ele alarak kaderi veya kadim varlığı değil insan faktörünü vurgulamıştır.
'Çocuk' başlıklı ikinci öyküde ise bir çocuk ve annesinin hayatıdır konu. Anne, geçimini sağlamak için seks işçiliği yapmaktadır. Bir yandan da bunun öğrenilmemesine gayret eder. Bu sebeple ana-oğul sık sık yer değiştirir. Geldikleri bu yeni yer de diğerleri gibidir, çocuk buranın tıpkı eskiden kaldıkları yer gibi olduğunu duyumsar. Anne ise her şeyi yabancılar, çocuğunu bile. Böylelikle çocuk sevgisizliğe alışmaya çalışarak git gide içine kapanır. Varlığını silikleştirme isteği sürekli artacaktır. Mesela, nefes alışverişini mükemmelen dengelediği üzere uyuyormuş gibi yapmakta ustadır:
"Odada üçüncü biri varken uyanık olduğu anlaşılmasın diye soluğunu daha aralıklı almayı öğrenmişti. Belki de yaşı ne denli artsa yapısındaki zor gelişme böylesi bir silinme, belli olmama isteğinden doğuyordu." (s.60)
Bu bağlamda, çocuk hayata hem madden hem de manen mağlup başlamıştır. Yazar, her öyküsünde olduğu gibi bu öyküde de tavrını gerçekçilikten yana koyar. Toplum, anne olan kadını en zor koşullarda yaşamaya mecbur kılar, bu zorluklarla mücadele eden kadın ise direncini kaybetmez. Öyle ki metindeki laytmotif, annenin ‘Yaşamak lazım’ cümlesidir. Ancak annenin yaşam hakkına da saldırılacaktır. Kitaptaki diğer öyküler gibi bu öykü de açık uçlu olup annenin yaşayıp yaşamadığı okura bırakılmış, böylelikle okur da öykülerde faal kılınmıştır. Bunun yanı sıra, bütün öykülerde görülen iki aslî özellik daha vardır: İlki tabiatın metin odaklı teşekkülü, ikincisi duyuların etkin rolü ile duyular arası geçişlerdir. Hava, bitkiler, hayvanlar, binalar, evler öykünün ilk bakışta kendilerini belli etmeyen tali kahramanlarıdır. Her bir unsur olayların akışına paralellik taşır. Bahsedilen öyküden örnek vermek gerekirse annesinin sevgisizliği, hatta öfkesiyle ezilen çocuk, anne kedinin yavrusunu yemesini görür. Duyulara gelirsek, 'kuru ses, pürüzlü dil' gibi duyular arası geçişlerle beraber renklerin, seslerin, kokuların, tatların ve dokunmanın öyküdeki ritme göre şekillendiğini söyleyebiliriz.
Üçüncü öykü ise yine çocukları konu eder ama tek bir farkla: Bu seferki çocuklar yapayalnızdır. Geçimlerini sigara satarak sağlayan, daha on yaşına varmadan sabıkalarını kabartan sokak çocuklarıdırlar. Birçoğu ne kim olduğunu ne nereli olduğunu ne de kaç yaşında olduğunu bilir. Onların İstanbul’u algılayışları ve maruz kaldıkları zulümler yan yana aktarılır.
"Yaktılar beni, yaktılar! Dubaların oraya koştum. Dizlerimi çarptım. Martılardan başka kimseler yoktu. Yok vardı. Ben onlardan kaçtım. Büyükler hayvandan beter çocuklar. Siz bilmiyorsunuz… Her yanları cılk cerahat kokuyor büyüklerin, çürük kokuyor." (s.87)
Kitabın yarısından fazlasını teşkil ederek ona adını veren son öykü ise bir anne-kızı odağa alır. Varsıl bir aileden gelen genç kadın sevdiği adam uğruna ailesini terk etmiş ancak adam can güvenliğinin hiçe sayıldığı çalışma koşulları yüzünden ölmüştür. Bu yüzden, yalnız kalan anne-kız bir odada yaşarlar fakat anne bir gün gideceklerini ümit eder. Dikkate değer bir husus, ilk üç öyküdeki vurgular bu uzun öyküde tek potada eritilmiş gibidir. Babanın sömürü düzeni yüzünden ölmesi; insanlara güvenini kaybeden, çocuğuyla bir geçimli bir geçimsiz olsa da bu sefer yaşamanın lazım olduğunu değil de 'buradan gideceklerini' tekrarlayan anne figürü ve yetim bir çocuk. Diğer öykülerden farklı olarak ise bu öyküde kent-taşra çatışması bir sonuca bağlanarak kent[li] ve taşra[lı] bir araya gelmiştir. Varsıl, kentsoylu aileden gelen kadın taşra kökenli bir adama âşık olmuştur. Öte yandan anne-kızı yılbaşı kutlamasına davet ederek onlara ilk defa sıcaklık gösteren abla-kardeş de taşra kökenlidir. Nitekim genç adam şöyle demektedir:
"Böylesi bir güzellikle burda, her günü geçim kaygısıyla karşılayanların oturduğu bu kesimde neyi savunduğunuzu düşündük. Bu bir haslığı, sevgiyi savunmaktır. Öyle olduğunuza inandık, doğru da çıktı. Savunduğunuzun yanında sizinle olmayı istedik. Küçük kızınızla aradığınız çıkış yolunda sizi desteklemek istiyorduk, yalnız olmadığınızı kanıtlamak." (s.200)
Genç adamın belirttiği üzere yalnızlık da Füruzan’ın öykülerinde önemli bir tema olarak yer alır. Ancak tek boyutlu bir yalnızlık değildir bu: Füruzan’ın öykülerine bütünsel bakan Sennur Sezer; özlem, yadırgama, içinde bulunduğu sınıfa ait hissetmeme, tedirginlik ve tekinsizlik gibi kavramlardan hareketle öyküleri 'gurbet' kavramıyla açıklar. Evet, 'Gecenin Öteki Yüzü'ndeki kahramanlar gurbetin çeşitli yönlerini deneyimleyen ve 'bu gurbeti' aşmaya çalışan anne ve çocuklardır, desek yanlış olmaz.
Biçimsel özelliklere gelirsek hâkim bakış açısıyla gözlemci bakış açısının iç içe geçtiği öykülerin 'aksiyon halinde' başladığını, diyaloglara ağırlık verildiğini, geri dönüşlerle olaylara dönüldüğünü söylemek mümkün. Bu bağlamda, modern tekniklerle klasik kurguya yaslı ama açık uçlu öyküler söz konusu. Tabii tüm metinlerin Füruzan’ın en kıyıdaki jargonlara varana dek geniş vokabüleri ve dupduru Türkçesiyle kaleme alındıklarını eklemeli. Memet Fuat’ın ifadesiyle özetlemek gerekirse okur olarak 'edebiyatımızda bir olay' karşında olduğumuzu söyleyebiliriz.