Öyleyse çocuğum, başka bir dünya yap
Çocuğun iyi olma hali; çocuğun gündelik yaşantısındaki çeşitli alanlarda oluşturulan göstergeler aracılığıyla onların yaşam kalitesini ve memnuniyet düzeyini belirlemeyi ve buna yönelik politika önerileriyle bu tabloyu iyileştirmeyi amaçlayan bir yaklaşım.
Madeline Miller’in Ben, Kirke isimli o müthiş destansı kitabından çok sevdiğim bir kesittir. Helios’un kızı, Aiaie Cadısı Kirke şöyle der: “Ve bir gün, artık bu dünyaya bir an daha dayanamayacağım, diye düşündüm. Bunun üzerine denizin derinliklerindeki kadim bir tanrı seslendi: “Öyleyse çocuğum, başka bir dünya yap.”
Çocukların “başka bir dünya yapması” için öncelikli olarak başka bir dünyanın “hayal edilebilir olması” gerekiyor.
Sivil toplum ve akademi uzun zamandır çocukların ideal bir dünyada iyi olma halinin ne olması gerektiğine kıyasla, saha çalışmaları yapıyor, ilgili mercilere bu veriler ulaştırılıyor.
Ancak halen çocuklar oto tamir atölyelerinde yük asansörlerinin altında kalıyor. Geçtiğimiz 21 yıl içerisinde Türkiye’de en az 888 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını kaybediyor.
Halen çocuklar okula içi boş veya en fazla bayat ekmek olan beslenme çantalarıyla gidiyorlar. Kişi başına düşen yıllık ekmek tüketiminde, yaklaşık 200 kg ile zirvedeyiz.
Çocukluk halen sadece 23 Nisan’larda, 12 Haziran’larda anımsanmak veya Meclis’te “büyüklerin koltuğuna” birkaç dakikalık oturma hakkı “bahşedilmek” üzere bürokrasinin tozlu raflarında ve Ankara kulislerinin “daha mühim” dosyaları arasında bekletiliyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi (ÇOÇA), geçen hafta “Çocuğun İyi Olma Hali İstanbul Araştırması” bulgularını kamuoyuyla paylaştı. Gündemimiz her daim o kadar yoğun ki, “çocuk” konuları genelde ıskalanıyor. O yüzden bu değerli araştırmayı bir kez daha anımsamakta yarar görüyorum.
Araştırma, 4 Mart-6 Nisan arasında İstanbul’da yaşayan haneleri temsil eden 100 mahallede, 803 hanede, 803 ebeveynle yapıldı ve 12-18 yaş aralığında her haneden bir çocuğun yüz yüze katılımıyla gerçekleşti.
Çocuğun iyi olma hali; çocuğun gündelik yaşantısındaki çeşitli alanlarda oluşturulan göstergeler aracılığıyla onların yaşam kalitesini ve memnuniyet düzeyini belirlemeyi ve buna yönelik politika önerileriyle bu tabloyu iyileştirmeyi amaçlayan bir yaklaşım.
Bu yaklaşım; çocuğun ihtiyaçlarını önemseyerek, onun sesini, tercihlerini, deneyimlerini ön plana alarak buna yönelik nesnel ve öznel göstergeleri bilimsel yöntemlerle kullanarak, politika yapım süreçlerine ilham vermeyi amaçlar.
Çocuk haklarını önemseyen çağdaş ve “ideal” yönetim sistemlerinde politikalar, tam da bu göstergelerin ortaya koyduğu tablolar üzerinden tasarlanır.
Bu raporda da çocukların iyi olma hali; “maddi durum”, “sağlık”, “eğitim”, “risk ve güvenlik”, “barınma ve çevre”, “katılım” ve “ilişkiler” başlıkları altında ele alındı.
Raporun mutfağında, bu alanda uzun yıllardır yoğun bir saha çalışması ve literatür taraması yapan değerli uzmanlar var: Başak Akkan, Emre Erdoğan, Gözde Durmuş ve Pınar Uyan-Semerci.
En son pandemi döneminde çocukların iyi olma halinin resmini de çeken bu ekip, Nisan 2023 itibariyle TÜBİTAK destekli Krizler Çağında Çocuk Olmak: Türkiye’de Pandemi Sonrasında Çocukların İyi Olma Halini Yeniden Düşünmek başlıklı yeni bir projeye başladıklarını da aktardı.
Bulgularını aktardıkları araştırma ise İstanbul verisine dayanıyor. İstanbul özelinde 12-18 yaş aralığındaki farklı çocuk hallerini ve deneyimlerini ortaya koyuyor.
Özellikle ebeveyn eğitimi üzerinden hanelerin durumunu ayrıştıran sosyo-ekonomik farklar çok çarpıcı bir biçimde en kırılgan çocukların durumunu resmediyor. Örneğin İstanbul özelinde sık sık koyun veya dana eti tüketimi olduğunu söyleyen haneler en yüksek sosyo-ekonomik statüde yüzde 37 iken, düşük sosyo-ekonomik statüdeki hanelerde bu oran yalnızca yüzde 13, en düşük sosyoekonomik statüdeki hanelerde sık balık tüketebildiğini söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde iki.
Düşük sosyo-ekonomik durumdaki hanelerde yaşayan her dört çocuktan birinin evinde İnternet bağlantısı yok. Evinde tablet veya bilgisayar olan haneler açısından, en düşük ve en yüksek sosyoekonomik statü arasında ciddi bir uçurum var.
Yüzde 76’sının İstanbul’a göç eden ebeveynlerden oluştuğu en düşük sosyoekonomik statüdeki hanelerin üçte birinden fazlası, çocukların okul gezisi veya benzeri etkinliklerinin maliyetini karşılayamazken, okulda yemek masraflarını karşılayamayanların oranı yüzde 16.
Yine en düşük sosyo-ekonomik durumdaki yüz çocuğun 17’sinin kendisine ait özel bir yatağı yok. Beş çocuktan biri ise, gerekli ders malzemesini temin edemiyor. Yine aynı statüdeki çocukların üçte birinin ailesinin “ödemekte zorlandığı borcu” var; dörtte birinin ise babası “bazen işsiz kalabiliyor”.
Bu “işsiz kalma” durumu, çocukların yüzde 63’ünde ortak bir endişe olarak kendini gösteriyor. En düşük sosyo-ekonomik statü grubundaki çocukların neredeyse yarısı, “taşınmak zorunda kalmaktan” kaygılanıyor.
Peki bu çocuklar yaşamlarından memnun mu? En mutsuz grup, 15-18 yaş aralığındaki erkek çocuklar. Bu çocukların yarısı genel olarak memnun olduğunu söylüyor.
Çocukların sosyoekonomik statüleri düştükçe yaşamdan memnuniyetleri de azalıyor. En çok kaygı duydukları şey ise, aile bireylerinin başına kötü bir şey gelmesi ve ebeveynlerinin işsiz kalması. Çocukların yüzde 57’si, ekonominin durumundan kaygılı. En yüksek sosyoekonomik statüdeki çocukların yaşamdan memnuniyet oranı yüzde 70 iken, bu oran en düşük sosyoekonomik statüdeki çocuklarda bir anda yüzde 47’ye geriliyor.
Okullaşma oranında ise İstanbul’da niceliksel artış olmasına rağmen, okula kayıtlı olmayan çocukların tamamı, en düşük sosyo-ekonomik statüde. Zira bu kesimdeki erkek çocukları, okulu terk edip çalışmak ve aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda kalıyor. Para kazanmak için çalışan çocukların oranı yüzde 5.
Rakamlar, gerçek dünyayı kavramamız, gerçek dünyanın satır aralarındaki yaşam mücadelesini görmemiz ve harekete geçmemiz için çok berrak bir tablo sunuyor. Ama bu tablonun karar alıcılar üzerinde etkili olması, bir politika çıktısına dönüşmesi için çok daha örgütlü bir mücadele ve hak savunusu da gerekiyor.
Peki ama nasıl?
“Açlık yok”, “çocuk işçiliği yok”, “yoksulluk yok” diyerek, “olumsuzlama” yaparak sorunları sümenaltı yapmakla her şey güllük gülistanlık olur mu?
Örneğin 2011 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu (SPF) tarafından hazırlanan “Devlet İlköğretim Okullarında Ücretsiz Öğle Yemeği Sağlamak Mümkün mü?” başlıklı kapsamlı raporun dünya uygulamaları ışığında ortaya koyduğu çözüm önerileri halen güncel, halen çarpıcı, halen etkili.
Birkaç ay sonra yeni eğitim-öğretim dönemi başlayacağı için, özellikle çocuk açlığına yönelik etkin ve hızlı tedbirlerin nasıl alınacağı, örneğin balık tüketemeyen çocuklar için nasıl destek mekanizmaları geliştirileceği aslında bu raporun içindeki en iyi uygulama örneklerinde açık bir şekilde belirtiliyordu.
Geçtiğimiz günlerde sonuçları açıklanan yeni bir bilimsel araştırmaya göre, düşük gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarında, denizatına benzediği için Yunanca hippocampus’ten ismini alan “hipokampus” yani beynin bellek ve yön bulmayla ilgili bölgesi daha az geliştiği için daha zayıf bir belleğe sahip oluyorlarmış. Dolayısıyla, düşük gelirli ailelere verilen cömert sosyal destekler, çocukların beyin gelişimlerini de artırıyor.
Peki tüm bu iyi olma hali göstergeleri ve ona eşlik eden politika önerilerinin, bir kamu politikasına dönüştürülmesi için ne yapılmalı? Veya soruyu tersten soralım: Bu akut durumun –ki sadece İstanbul özelindeki tablodan bahsediyoruz- çocukların fiziksel, zihinsel ve sosyal gelişimi üzerindeki etkilerini yönetmezsek bizi nasıl bir çocukluk krizi bekliyor?
Kendisi de benim çocuk hakları alanındaki doktora çalışmamda mezuniyetime dek en büyük desteği ve ilhamı veren kişilerden biri olan Pınar Uyan-Semerci ile bu sorunun yanıtını irdelediğimde çarpıcı bir tablo çıkıyor karşıma.
“Öncelikle her bir çocuğun biricikliğine vurgu yapmak gerekiyor,” diye başlıyor sözlerine Pınar hoca ve şu tespitlerde bulunuyor:
“Araştırma bulgularındaki yüzdeler, sayılar, genellemeler bu durumu görmemize engel olmamalı. İlk çocuğun iyi olma hali araştırmamızı da 2008-9’da İstanbul’da yapmıştık. Sonrası bu alanda başta mevsimlik tarım olmak üzere birçok farklı kırılgan çocuk grubu ile bu çerçeveden araştırmalar yürüttük. Neredeyse 15 yıl sonra bulgulara baktığımızda genel bir iyileşme görüyoruz. Ancak maalesef haneler arasındaki sosyo-ekonomik farklar devam ediyor. 15 yıl önceki çalışmamız Eşitsiz Bir Toplumda Çocukluk olarak yayınlanmıştı, maalesef hala bu eşitsizlikleri bulgularda görüyoruz. Vurucu olan bu eşitsizliklerin aynı zamanda çocukların okuldaki ve evdeki ilişkilerini de belirlemesi ve genel olarak yaşamdan memnuniyetlerini düşürmesi. Çocukların ev, okul, mahalle deneyimleri, içinde oldukları koşullar tarafından belirleniyor ve aslında tüm haklara erişimleri ve yapabilirlikleri kısıtlı hale geliyor.”
Bu çerçeveden bulguları değerlendirdiğimizde, Uyan-Semerci’ye göre, her bir çocuğun içine doğduğu hanenin koşullarından bağımsız olarak desteklenebildiği, eşit fırsatlara, evrensel olarak tanımlanmış olan çocuk haklarına erişebildiği bir toplum tahayyülü oldukça hayati.
“İşte bu “başka bir dünya” hayali içinde bulunduğumuz kutuplaşmış yapıyı, farklı dünyaları belki de birleştirebilecek en güçlü motivasyon kaynağı olabilir,” diyor Pınar hoca, ancak şunun da altını çiziyor:
“Ancak bu fikir öncelikle hem kamuda hem de kamuoyunda kendi çocuklarımız için hayal ettiklerimizi tüm çocuklar için de hayal etmek ile başlayabilir. Bulgularımız İstanbul’daki çocukların arasındaki farklılıkları, haklara erişimdeki eşitsizlikleri ortaya koymakta, ama biliyoruz ki Türkiye’nin tamamına baktığımızda bu farklılıklar çok daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştı, yeni araştırmada da işte bu çoklu krizler ortamında daha iyi bir durumla karşılaşma umudumuz maalesef çok az.”
Dolayısıyla, tam da bu sebeple çocuğun iyi olma halini önceleyen ve çocuğun üstün yararını gözeten politikaları geliştirirken, iyi işleyen örnek modeller üzerinden sahada acil müdahalelerle beraber, aynı zamanda kalıcı politikalar geliştirilmesinin de gerektiğine dikkat çekiyor:
“Çocuğun en yakın çevresindeki aile, okul, mahalle ve bu araştırmada yaygınlığını bir kez de bulgularla gösterdiğimiz üzere dijital dünyada yaş, cinsiyet ve farklı kırılganlıkları gözetir bir biçimde yaşadığı deneyimleri, riskleri görerek tüm paydaşların bu politikaların gelişmesi için konuyu gündemde tutması şart. Çocukların haklara erişimini önceliklendirmenin hayati olduğu kanısındayım ve özellikle içinde olduğumuz belirsizlikler ve krizler çağında her bir çocuğun içinde bulunduğu koşullarda oluşabilecek risklere karşı önleyici ve sürdürebilir politikaları ortak akılla geliştirmemiz şart.”
Artık TikTok’tan Instagram’a, Twitter’a dek dünyaya farklı pencerelerden açılmaya ve ChatGPT üzerinden ödev yapmaya dek varan farklı sosyo-ekonomik statülerde farklı düzeylerde ortaya çıkan bir dünyada çocukluklarını yaşadıkları malum. Ve bu çocukların hepsi, evlere kapandığımız uzun bir süreçten de geçti.
Uyan-Semerci ise, bu süreci, çocukluk açısından şu şekilde okuyor: “Pandemi dönemi ve sonrasında dünyanın içinde olduğu dijital dönüşüm, yapay zeka, eğitimin anlamındaki değişim, iklim krizi ile birlikte anlamak ve anlamlandırmakta zorlandığımız yeni bir dünya. Bu bağlamda araştırma bulgularımız kaygı açısından ebeveynlerin ve çocukların ortaklaştığını gösterse de çocuklar biz yetişkinlerden çok farklı bir dünyada birçok farklı riskle yüz yüze. Bu gerçeğin farkında olarak, çocukların üstün yararını gözeten bir biçimde politika yapım süreçlerine çocuk katılımını da dahil etmek bir gerekliliktir.”
Önümüzdeki dönemde eğer gerçek anlamda “Türkiye Yüzyılı”nı hedefliyorsak, çocukların iyi olma halini önceleyen ve bu doğrultudaki bilimsel çalışmaların verilerini referans alan politika tasarımları yapılmazsa, her atılan adım eksik ve kırılgan kalacak. Çünkü Edip Cansever’e de kulak verirsek, “Gökyüzü gibi çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”. Gitmez de, eğitimden sağlığa, ekonomi yönetiminden adalete dek her atılan adımda gökyüzünde durur ve “kendi üstün yararını dikkate alıp almayacağınızı” görmek için sizi gözetler.