Pagan dünyada tanrılar ve salgınlar

Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Türklerde pagan dönem için denilebilir ki salgınlar da, hastalıklar da, tedaviler de 'tanrısal'dır.

Google Haberlere Abone ol

Akın Ersoy*

İnsanlık var olduğundan beri doğal afetler ve çeşitli salgın hastalıklarla yüzleşti. İnsanlar hep bilmedikleri şeylerden korktular, olacaklardan ve geleceklerinden kaygı duydular. Bu anlamda ortaya çıkan mitoslar insan topluluklarının, evreni, dünyayı ve doğa olaylarını kişileştirerek 'canlı varlıklar' ya da 'tanrılar' olarak tasarlayıp henüz sırrını çözemedikleri evrenin çeşitli görüntü ve olaylarını bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir. Birçok ulusun ve coğrafyanın ayrı ayrı mitolojileri vardır. İçinde bulunduğumuz coğrafya nedeniyle bütün öteki ulusların ilk çağ efsanelerinden önce akla Yunan ve Roma öyküleri gelmektedir.

Üç bin yıl kadar önce hasta olanlar için başvurulan göksel varlık Apollon idi. Apollon adının “defetmek, kötülüğü önlemek, korumak” anlamına gelen fiillerden türemiş olabileceği değerlendirilir. Ancak adının kökü nereden gelirse gelsin tanrının adına sıfatlar eklenmiştir. Bunlardan en bilineni 'ApollonPhoibos'dur. Phoibos “parlak veya tanrının ışık saçan aydınlığı” anlamındadır. Homeros, İlyada’da ApollonPhoibos’u “okçu, hedefi vuran, gümüş yaylı” olarak anlatmaktadır.

Aynı destanda Apollon’un Smintheus sıfatı ile de anıldığını görmekteyiz. Smintheus “fare ve sıçan kovan” anlamına gelmekte ve tanrının “aleksikakos” yani “kötülükleri defetme” gücünü anlatmaktadır. Burada Apollon’un Anadolu kökenli olduğunu ve Troya Savaşı’nda Yunanistan’dan gelen Akhaların değil Anadolulu Troyalıların safında olduğunu belirtelim. İlyada’da, Troya’ya yakın bir kent olan Khryse’de bulunan Apollon Tapınağı’nın rahibi Khryses’in Akha Kralı Agamemnon tarafından tutsak edilen kızı Khryseis’in kurtarılması için ApollonSmintheus’a yakarışını okuyalım:

“Ey Khryse’yi, kutsal Killa’yı koruyan, gümüş yaylı / Tenedos’un (Bozcaada) güçlü Kralı, Smintheus, dinle beni, / bir gün sana yaraşır bir tapınak yaptıysam / boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam senin uğruna, / şu dileğimi tez elden yerine getiriver. / Gözyaşlarımın öcünü al Danaolardan (Akhalar), oklarınla.”

'CANLILARIN SALDIRDIKLARI YER'DEN GELEN VEBA...

Aslında bu hikaye Anadolu kıyılarına göç eden Giritlilerle başlamaktadır. Geleneksel olarak göçmenler, göç edecekleri yeri Yunanistan’da Delphoi ve Ege Denizi’nde Delos Adası’nda bulunan Apollon’un kehanet merkezleri başta olmak üzere, Apollon’un el verdiği 'Mantis' adı verilen bilicilere danışırlardı. Bir anlatıya göre Girit’ten yola çıkan Teukros liderliğindeki göçmenler de yola çıkmadan önce böyle bir 'bilici’ye nerede yurt kurmaları gerektiğini danışmışlar ve ondan “canlıların saldırdıkları yerde” cevabını almışlardı. Teukros ve beraberindekiler de Troas Bölgesi’nde Hamaksitos (Babakale) olarak adlandırılan yere gelerek gecelediler. Onlar yorgunlukla uyuya dursunlar çok sayıda tarla faresi, sürüler halinde gelerek silah ve diğer donatılarının deriden yapılma bölümlerini yemişlerdi. Teukros ve arkadaşları sabah uyanınca Bilici’nin belirttiği gibi canlıların saldırdıkları yerde olduklarını düşünerek buraya yerleştiler ve ApollonSmintheus (fare öldüren / fare kovucu Apollon) adına Khryse’de (Gürpınar) bir tapınak inşa ettiler. Akha ordularının önderi Kral Agamemnon işte bu tapınağın rahibinin kızı Khryseis’i alıkoymuştu.

Hikayenin sonunda ApollonSmintheus tapınak rahibinin dileğini yerine getirdi ve Akha ordusu üzerine hedefini şaşmaz oklarıyla dokuz gün boyunca sürecek korkunç bir veba saldı. Ordusuna büyük felaket getiren bu salgın karşısında diz çöken Kral Agamemnon rahibin kızı Khyrseis’i babasına göndermek zorunda kaldı. Buradan anladığımız, Tanrı’nın kötülükleri kovması kadar ordulara veba, kıran salarak da cezalandırıcı olabildiğidir. Nitekim Khryse Kenti’nin “fare kovucu” tanrı ApollonSmintheus Tapınağı o günden bugüne üç bin yıldır ayakta durmaktadır. Tapınağına sığınan, vebadan mağdur insanlar ona kendilerini iyileştirmesi, dertlerine derman olması için yalvardılar, yakardılar, armağanlarda bulundular. Apollon iyileştirici, dertlere deva olan, kötülükleri kovan kimliği ile aynı zamanda 'hekim tanrı' idi ve 'Paian' sıfatına da sahipti. Bu sıfatla Homeros’un destanlarında tüm hekimler Paian tanrının oğulları ve öğrencileri sayılırdı. Nitekim hekim tanrı Asklepios, Apollon’un oğlu, Hygieia da Asklepios’un hem kızı hem de yardımcısı idi.

Asklepios’un ayrıca Makhaon adlı bir oğlu vardı. Dolayısıyla o da bir hekimdi ve Troya Savaşı’na katılan Akha krallarından Philoktetes’i tedavi etmesi ile bilinir. Philoktetes kendisinin koruyucusu olan Herakles’in ona verdiği ok ve yay ile Troya Savaşı’nın başlamasına neden olan Paris’i ölümcül bir şekilde yaralamıştı. Onu yaralayan, Herakles’in Lerne Ejderi’nin kanına batırılmış zehirli oklardan biriydi. Paris’in şifası aslında eşi Oinone’deydi. İlacı ona Apollon vermişti. Ancak Oinone kendisini Helene için bırakıp giden Paris’i sevse de ona şifalı ilacı vermeyerek öcünü aldı.

SIRA DEMİR SOYLULARLA GELİNCE GİDEN İYİLİK

Hesiodos’un İşler ve Günler (Ergakai Hemerai) adlı eserinde Soylar Efsanesi’nin sonunda altın, gümüş ve bakır soylarının ardından sıra Demir Soylular'a gelince iyilik tanrıları dünyadan ayrılmış, yerlerini utanç yani Aidos ve vicdan azabı yani Nemesis’e bırakmışlar ve bütün belalar (hastalık, deprem, sel, kıtlık) insanların üstüne üşüşmüşlerdi. Aslında Nemesis insanların ölçüsüzlüğünü, kendilerine olan aşırı güveni cezalandıran ama diğer yandan da öç alan tanrıça idi. Bu anlamda eşinden öç alan Oinone’nin vicdan azabı tam da buradan kaynaklanıyordu. Her şeye rağmen Oinone tersini yapıp eşini kurtarsaydı da bir ölümlü için başta yazılmış olan alın yazısından yani kaderden de zaten kaçılamazdı. Aynı kader, Troya surları önünde Akhilleus ile savaşan Hektor ve Habeşistan Kralı Memnon’un ölümlerinde de yaşandı ve Zeus vicdanı kabul etmese de kahramanları Hades’e gönderdi.

Hesiodos kendisinin de içinde bulunduğu Demir Soylular zamanında kötülüklerin daha da çoğaldığını ve çoğalacağını, ne kadar suç ve günah varsa hepsinin yeryüzüne yerleştiğini ve yerleşeceğini anlatır, okuyalım:

“Keşke o soydakilerden biri olmasaydım ben, / Keşke daha önce ölsem ya da doğmasaydım! / Çünkü bu beşinci soy demir soyudur./ Onlar gündüzleri didinir ezilirler, / Geceleri kıvranır dururlar / Tanrıların yolladığı türlü dertlerle. / Belalarla karışık birkaç sevinçtir bulabildikleri. / Ama bir gün gelecek Zeus, Kronos’un oğlu / Bu ölümlü insan soyunu da yok ediverecek.”

Hesiodos dizelerinde tanrıların cezalandırıcı yönüne vurgu yaparken birden bire bir başka tanrısal kavram olan Adalet’i yani Dike’yi 'felaketlere çare' olarak işaret eder ve kardeşi Perses’e seslenerek, kardeşinin üzerinden adalete övgü düzmeye başlar, okuyalım:

“Ama sen Perses, doğruluktan yana ol, / Aşırılığa kaptırma kendini. / Biz zavallılara gelmez aşırılık, / ….. / Haklı kazanır önünde sonunda, / ….. / Ölçüyü kaçıran, kötü yola sapan kişileriyse, / Cezalandırır engin bakışlı Zeus, / Bütün bir kent yıkılır bazen / Bir tek kişinin işlediği suç yüzünden. / Bela, veba, kıtlık iner göklerden...”

Hesiodos’un anlatısı veba gibi her eve uğrayan salgınların tanrılar tarafından bir cezalandırma aracı olarak kullandıklarını açıkça göstermektedir.

Pompei'de bulunan ve M.S. 45-79 yıllarına tarihlenen bu duvar resminde bir hekim elindeki
pense ya da neşter ile Aeneas'ın yarasına müdahale ediyor. Resimde tanrıça Aphrodite'nin
huzurunda gösterilen kahramana, ağlayan oğlu Ascanius ve arkadaşları
Achates ile Mnesteo da refakat ediyor.

 

TANRILARIN KORKUNÇ KARARI

Tanrılar tarafından hastalık ve felaketlerin bir cezalandırma aracı olarak kullanılmasına ilişkin inanışı Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde de görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya’da Sümer kaynaklı Tufan Miti’nde insanı dünyadan silmek için tanrılar katında tufan çıkmasına karar verilmiştir. Ancak içlerinden Su Tanrısı Enki, Nuh Peygamber’in öncü rolünü oynayarak dindar ve içinde tanrı korkusu olan Kral Ziusudra’ya tanrıların bu korkunç kararını bildirir ve çok büyük bir gemi yapmasını önerir. Kral buna uyacak ve kurtulacaktır. Okuyalım:

"Olağanüstü kuvvetli bütün fırtınalar, bir olup saldırdı. / Tufan yeryüzünü kapladı, yedi gün, yedi gece boyunca, / Tufan ülkeyi kasıp kavurdu, / Koca gemi azametli sulara çarpıp dururken, / Işığını yere göğe saçan Utu çıktı. / Kral Ziusudra, Utu’nun önünde yerlere kapandı, / Bir öküz kesti Kral, bir koyun kesti. / ….. / Kral, Ziusudra, An (Gök Tanrısı) ve Enlil’in (Hava Tanrısı) önünde yerlere kapandı, / Ona tanrılarınki gibi bir hayat verdiler, / Tanrılarınki gibi ebedi soluğu onun için yere indirdiler.”

MEZOPOTAMYA'DA GÜNAHIN KEFARETİ: HASTALIK

Mezopotamya’da hayatın özünün su olduğuna inanıldığından suyun sihirde ve kehanette önemli rolü vardı ve tüm bu nedenlerle hekimler, “suyu / suları tanıyan kimse” ve bir diğer manası ile “rüyaları yorumlayabilen” anlamına gelen A-zu veya A-su sözcükleriyle adlandırılıyorlardı. Doğal olarak Su Tanrısı Enki aynı zamanda hekimliğin tanrısı idi. İnanışa göre; doğan bir çocuğa hayat soluğunu veren tanrı, aynı zamanda o çocuğun hayat boyu kişisel tanrısı oluyordu. Ancak tanrının koruyuculuğunu sürdürebilmesi için buyruklarına aykırı davranışlarda bulunulmaması gerekiyordu. Aksi halde tanrısal koruma kaldırılırsa onu tehlikelere ve kötülüklere karşı açık bırakırdı ve bunlardan biri de hastalıklardı. Bu anlamda hastalık bir günahın kefaretinin ödenmesi anlamını taşıyordu.

Mezopotamya’da, dönemin dünya görüşüne göre, bir böcek veya akrep ısırmasında dahi bu ısırma ve sokmanın tesadüfi olmadığı, o insanın davranış ve hareketlerinden ileri geldiği inanışı vardı. Babil Kralı Hammurabi zamanına ait mektuplarda “Şamaş ve Gula sana sıhhatler ihsan etsinler” cümlesi ile sık sık karşılaşılırken, yine Asur zamanında hükümdara yazılan mektuplarda ise “Ninip ve Gula hünkarım efendime sıhhat ve saadet bahşetsinler” ifadeleri bu inancı yansıtmaktadır. Yine Aydın Sayılı’dan alıntı ile Asur Kralı Assurbanipal’in yazılı tabletlere yansıyan “Sana yalvardım, seni kutladım. Sana ellerimi kaldırarak yaptığım niyazı kabul et. Duama kulak ver. Bana yapılan büyüyü gider, günahımı kaldır. Ömrümü sona erdirecek her türlü musibeti benden uzaklaştır” duasında, felaket ve musibetlerin tanrılardan geldiğine olan inanışı görmekteyiz.

Mezopotamya’da büyülenmiş, kendilerine cin ya da şeytan çarpmış olan kişilere dokunmak, bunların yatağında yatmak, tabağından yemek yemek tehlikeli ve yasaktı. Salgın hastalıklarda hastalar karantinaya alınıyor veya tecrit ediliyorlardı. Yani anlaşıldığı üzere günümüzün tecrit ve karantina önlemleri birkaç bin yıl önceye dayanmaktadır.

Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde olduğu gibi Türkiye kültüründe de su hayat ve varlığın temel unsurlarından biri olarak görülür. Bugün kullandığımız su sözcüğü, Bahaeddin Ögel’den (Türk Mitolojisi) alıntılayarak, Göktürklerde su veya 'sub', Uygurlarda 'sug' veya 'suv' söyleniş ve yazılışı ile ve bazı Türk ağızlarında 'suu' deyişi ile karşımıza çıkar. Su, hayatın kaynağı olarak Uygur yazıtlarında 'edgütiarıtı' yani “iyileşme ve arınılma” manasında kullanılmaktaydı. Yine Göktürk yazıtlarında ıdukYer-sub yani “mukaddes yer ve su” deyişi vardır ki, bu deyiş “su, tanrı tarafından gönderilmiştir” anlamında değerlendirilmektedir.

'TANRISAL' HASTALIK, 'TANRISAL' TEDAVİ

Mezopotamya’da hekimlik yalnızca tapınak ve onu temsil eden rahiplere ait bir meslek iken cerrahlık ise farklı konumdaydı ve bir zanaat olarak görülüyordu. Dolayısıyla onların mesleki çalışmaları daha nesnel ve bilimsel niteliklere sahipti. Ancak tapınağa bağlı rahip-hekimlerden farklı olarak yaptıkları operasyonlar ödül ve ceza olarak kendilerine dönüyordu. Örneğin Hammurabi Kanunları’ndan anlaşılacağı üzere bir cerrah özgür insanlar statüsündeki bir kişiyi ameliyat eder, hayatını kurtarır, sağlığına kavuşturursa 10 şekel gümüş kazanırken, eğer başaramaz, ameliyat sonrasında ölürse cerrahın elinin kesileceği yazılıydı. Cerrahın aldığı risk karşısında kazandığı gelir de çok yüksek idi. Günümüz cerrahları ne durumdadır bilinmez ama bu kazanç ile o dönemde bir ev, bir köle ve bir tarla rahatlıkla alınabilmekteydi.

Mısır’da da hekimler insanlara hem hastalık hem de şifa veren Güneş Tanrısı Ra’nın kızı Tanrıça Sekhmet’e bağlı rahiplerdi. Sekhmet acımasız, kana susamış, insanları yok etmek isteyen, veba gibi hastalıkları yayan bir tanrıça idi. Ra, kızının insanları felakete sürükleyen eylemlerinden rahatsızdı, o kendisine insanlara hükmetmeyi ve yönetmeyi hak biliyordu. Aynı hakkı Yunan Mitolojisi’nde Zeus’un iktidarında da görmekteyiz. Zeus, Asklepios‘un ölümsüzlük ilacını bulması ve kendi elinde bulunan insanın yaşam ve ölüm hakkına meydan okuması üzerine, kızacak ve yıldırımı ile Asklepios’u yere serecektir. Öyle ki, anlatıya göre, elindeki ölümsüzlük reçetesi otların üzerine düşmüş ve yağmur suyu ile yazının mürekkebi ota karışmış ve orada bütün dertlere çare sarımsak bitkisi bitmişti.

Mitlerdeki birçok paralellikler ile birlikte hastalık ve felaketlerin bir cezalandırma aracı olması inanışı Doğu Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasında ortak inanç değerleri olarak yayıldı. Bunun bir tesadüf olmadığı, Mısır’da Tel el Amarna’da ele geçen ve 'Amarna Mektupları' olarak anılan 4. Amenofis (MÖ 1335-1353) zamanına ait arşiv belgelerinden bu coğrafyadaki çeşitli kral sarayları arasında hekim, astrolog ve sihir adamı değiş tokuşu yapıldığı bilinmektedir. Yani 'ceza' olan hastalıkların tedavisi de tanrısaldı...

Tüm bu örneklerden hareketle, anlatımızın çerçevesini oluşturan coğrafyada ve dönem için denilebilir ki salgınlar da, hastalıklar da, tedaviler de aslında 'tanrısal'dır. Pagan dönem dünyası için özetlemeye çalıştığımız bu inanç ve bakış açısının semavi dinlerde de benzerleriyle karşılaşılması hiç şaşırtıcı değildir.

Kur’an-ı Kerim’den bir alıntı ile yazımızı bitirelim;

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, 'Doğrusu biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz' derler” (Bakara 155-156).

* Doç. Dr. / İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Türk-İslam Arkeolojisi Bölümü