Pandemi ve ‘kültürel iktidar’ meselesi
İktidarın pandemide kültür-sanata dişe dokunur bir destek vermemesinin sınıfsal tercih olduğu açık. Aynı zamanda bu alanda son on yılda yürütülen politikaların devamı olduğunu da görmezden gelemeyiz.
Mor ve Ötesi grubunun üyesi müzisyen Harun Tekin, pazartesi günü ilan edilen ‘yeni kademeli normalleşme’ sürecinde başta müzisyenler olmak üzere sanat dünyasına dair bir destek planının ilan edilmemesi üzerine haklı bir isyanı dile getiriyordu. Tekin, Twitter hesabından: “Müzikten, sahneden, sanattan korkmak korkanlar açısından makul gibi görünse de beyhude bir tavır. Keyfi yasaklar aşının yerine geçemez. Bu ülkenin birbirinden değerli müzisyenlerinin, müzik emekçilerinin, sahne sanatçılarının maruz bırakıldıkları şey rasyonel değil ideolojiktir” diye yazdı. Tekin’in iktidarın tavrının ideolojik olduğuna dair bu serzenişi hem sanatseverlerden hem de sanat dünyasından destek buldu. Çünkü bir buçuk yıla yaklaşan süre boyunca, komik ve hiçbir işlevi olmayan desteklerden başka bir politika üretilmeyen, lebalep kongreler yapılırken sahnelerin ve müzikli mekânların açılmasına izin verilmeyen bir siyasetin başka türlü olduğunu düşünmek saflık olur.
Böyle düşünen yalnızca Harun Tekin de değil üstelik. Evrensel’in 3 Haziran 2021 tarihli, “Sanat yaşasın, yaşasın sanat: Örgütlenmeden kurtuluş yok!” (1) başlıklı manşet haberine konuşan İzmir Müzisyenler Derneği Başkanı Oktay Çaparoğlu: “Cumhurbaşkanının açıklaması sonrası, bir müzisyen arkadaşımızı intihardan vazgeçirmeye çalıştık. Eşi evi terk etti. Destek yollayarak ikna ederek baya çaba sarf ettik. (…) Bu tarz durumların olmasından korkuyoruz açıkçası. Belirsizlik bizi çok fazla endişelendiriyor. Bu karar politik olarak algılanıyor. Sanata, müziğe, kültüre, yaşam şekline, neşeye, umuda darbe vurmaya çalışan bir algı var gibi. Bilinçli yapıldığına dair bir düşünce var” sözleriyle dile getiriyordu meselenin ideolojik olduğuna dair fikirlerini.
1 Haziranda açıldığı ilan edilen sinema salonları, bir gün sonra bir aylığına tekrar kapatıldı. Küçük salonlar hazırlıklarını yapıp bu hafta sonu seyirciye kapılarını açmaya hazırlanırken, büyük işletmeciler ABD yapımı gişe filmlerini beklemenin daha iyi olacağı konusunda bakanlığı ikna etmişe benziyor. Benzer şekilde, sinema alanında küçük yapımcıların ne yaptığıyla ilgilenilmezken, özellikle televizyonlara içerik üreten büyük yapımcılar için birçok kolaylık sağlanıyor. Bu yapımların yurtdışına satıldığı da düşünüldüğünde meselenin tamamen ‘duygusal’ olduğu bir kez daha anlaşılıyor.
İktidarın, müzisyenler ve tiyatrocular başta olmak üzere sanat alanına dair dişe dokunur bir destek üretmemesinin bir tarafı sınıfsal tercihlerinden kaynaklı şüphesiz. Nasıl ki, salgın demeden emekçileri fabrikalara sürmekte, küçük esnafın batmasına göz yummakta bir beis görmediyse, sanatçıların durumu da o kadar umurunda değil. Ekonomik krizle birlikte küçülen pastadan kimlerin pay alacağına dair sınıfsal bir tercih bu. İktidar, büyük sermaye ve çevresine öbeklenmiş 5-10 ailenin yanı sıra AKP teşkilatları aracılığıyla yandaşlarını korumayı tercih ediyor bu süre içinde.
Ama sanat alanına dair bu uygulamaların bilinçli bir tercihe dönüşmesinin ideolojik olduğu gerçeği de en az sınıfsal tercihler kadar doğru. Hatırlanacak olursa, 2018 yazındaki büyük kur atağının ardından başlayan kâğıt sıkıntısı yayınevlerini zor durumda bırakmıştı. Kurdaki hızlı yükseliş yalnızca yayıncılık sektörüne değil, sinema ve müzik gibi önemli sanat alanlarını da ciddi bir biçimde etkilemişti. O dönem de bugün olduğu gibi sanat dünyası, diğer sektörlerle birlikte yaşanacak sıkıntıları dile getirmiş, iktidarın düzenleme yaparken kendilerini de dikkate almasını talep etmişti. Ancak sanat alanına dair dişe dokunur bir müdahale olmadığı gibi birçok yayın süreli ya da süresiz olarak kâğıt baskılarını sona erdirmek zorunda kalmış, kimi film projeleri rafa kaldırılmış, Dolar ve Euro ile film ithal eden dağıtımcılar yüzüstü bırakılmıştı. İktidarın o dönemki tercihi de hangi kesimleri ve sınıfları ayakta tutmak istediğine bağlı olarak sınıfsal olduğu kadar, ideolojikti kuşku yok ki.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016/2017 yıllarında çeşitli vesilelerle hedefe koyduğu kültür sanat alanına dair adı konulmamış yaptırımların devamı niteliğindeydi bu kayıtsızlık da. Bunda AKP iktidarının entelektüel insan sermayesinin dar anlamda sanat eseri üretimine dair yarattığı hayal kırıklığının da payı vardı kuşkusuz. Yıllar boyunca muhafazakâr ‘ideologlar’ tarafından “geldik geliyoruz” diye ilan edilen kültürel iktidar iddiası en azından sanatsal eser ortaya koyabilme kıstasları açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
Erdoğan’ın 6 Kasım 2017 tarihinde Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlenen "Yeni Atatürk Kültür Merkezi (AKM) Projesi"nin tanıtımında yaptığı konuşmada sarf ettiği: “Ağızlarını her açtıklarında muasırlıktan, Batılılıktan, Avrupalılıktan, modernlikten, çağdaşlıktan söz edenlere soralım bakalım, dünya çapında hangi eserleri ortaya koyabilmişler? Örneğin, dünya çapında bir opera, pop sanatçısı, bir aktör, bir gitarist yetiştirebilmişler mi?" sözleri, Cumhuriyetin birikiminin inkârı kadar, sanat alanına dair yeni bir sürecin de kapısını aralıyordu. İktidar bu tarihten itibaren, iktidar olamadığı düşündüğü sanat alanını yıkıma tabi tutma refleksini büyüttü. “Barış Akademisyenleri”ne destek veren sinemacılar bakanlık fonundan mahrum bırakıldı, özel tiyatrolara verilen desteklerde nesnellik kriterleri ortadan kaldırıldı vb. Sansür baskısı giderek artmaya başladı vb. Kamusal alanlara yönelik güvenlikçi politikaların artırılmasıyla açık hava organizasyonlarında gözle görülür azalma oldu.
Ekonomik kriz de bir tür “Allah’ın lütfu” olarak kabul edilerek kültür-sanat alanı tamamen ‘piyasanın insafına’ terk edildi. Birçok sektöre destekler, teşvikler, vergi indirimleri uygulanırken bu alan ya muaf tutuldu ya da göstermelik düzenlemelerle geçiştirildi. Pandemi de benzer bu alanın yıkımını hızlandırmaya dair bir başka lütuf olarak kullanılıyor. Yeni rejim, milliyetçi-muhafazakâr mimarisini inşa ederken bu yapıya harç taşımayı reddeden bütün sanat çevrelerini, “sivil ölüme” mahkûm etmeye çalışıyor. Üstelik sorun tek başına müzik, tiyatro ya da sinema karşıtlığı değil. Bu sanatları kimin, kimin için, ne için ve hangi içerikle icra ettiğiyle de ilgili. Ama işte ekonomideki daralmaya eklenen pandemi, dış politikadaki hatalar ve iç siyasetteki sıkışmışlık rejimin ayarlarını öylesine bozmuş durumda ki, kendileri için çalıp söyleyenler, saray davetlerinden geri durmayanların bile söylenmeye başladığını görüyoruz.
Kültür sanat alanında yaşananları, diğer alanlardan bağımsız düşünemeyiz. İzmir’de intihar eden müzisyen ile Adıyaman’da kendisini asan işçi arasında dolaysız bir bağlantı var. İkisi de rejimin sınıfsal ve ideolojik tercihinin can yakıcı sonuçları.
1- https://www.evrensel.net/haber/434362/sanat-yasasin-yasasin-sanat-orgutlenmeden-kurtulus-yok