'Pandemin nasıl geçti?'
Hapsolmanın bin türlüsü var. Ama herhalde kişinin ruhunun içerisinde hapsolması kadar korkuncu yoktur. Bir şekilde diğer mahpusluklardan bir çıkış yolu olabilir, en azından bir ihtimal olabilir. Ancak, kişinin ruhu, aklı, kalbi müsaade etmezse kendi hapishanesinden çıkabilmesi imkansız gibi.
Konvansiyonel hapishane, yani cezaevi, adı üstünde suçun cezasını çekmek için girilen bir yer. Adaletin terazisinin eğriliği, doğruluğu, suç ve ceza kuramları, failin ve fiilin mahiyeti bu yazının konuları değil, ama cezaevi birinin, işlediği bir suç sonucunda sistem ve başkaları tarafından zorla içine konulduğu bir tesis. Oysa insanın kendi zihinsel ve ruhsal hapsi öyle değil. Bazen akıl veya ruh sağlığı bozuklukları neticesinde, bazense sayısız başka nedenle kişinin kendi kendini içine soktuğu veya içinde bulduğu bir hal. Çoğunlukla da içine girer veya tıkılırken anahtarı dışarıda bıraktığı veya kaybettiği.
Hayata adalet temelli bir doğruluk ve dürüstlük penceresinden bakan, kendisinin, komşusunun, mahallesinin, ülkesinin ve dünyanın iyi olmasını isteyen her iyi insan zaman zaman veya sıklıkla bu kişisel hapishanenin içine tıkılmasa da kapısına uğruyordur. Hele ki bu günleri bu ülkede yaşıyorsa. Dışarıdan bakınca dahi dehşet verici o yerden mümkün olduğunca uzaklaşmak için, sunulan gerçekliğe alternatif yaratılara sarılmak doğal bir refleks haline geliyordur. Bu yüzden ‘kafa dağıtmak’ için bir filme gidilir, bir kitap okunur, müzik dinlenir. Kimisi yola çıkar, doğaya koşar, kimisi içer, eder, kimisi yatar uyur. Yeter ki dayatılan, ‘oradaki’ gerçeklikten, geçici de olsa, bir teneffüs alıp kaçılabilsin. Böyle koltuk değnekleri olmadan yaşamaya devam edebilmekse hem çok zorlu hem de kişiyi öz hapsine doğru tekme tokat iten bir süreçtir.
Bu işlevi gören koltuk değneklerinden biri ve bence en sağlamı müzik. Diğerleri neler olabilir? Zihnin hapishanesinden kaçarken yazınların, “burayı” ve “bunu”, yine insan ve gezegen çeşitlemeleri yansıtan kurmacaların kişiyi yeniden ama daha çetin bir hapse tıkma, kafa dağıtmak için mesela bir kitap okuma niyetinin hüsranla sonuçlanma olasılığı gayet yüksek. Keza bir film veya dizi seyretmenin. Ve hatta bir belgeselin. Her biri son derece iyi ve ilham verici olsalar da yine ayakları bir şekilde yerde, burada. Uçup kaçamıyorsun ne buralardan ne kendinden. ‘Popüler sanatlarla kaçış olmaz’ diye düşünenler de vardır, hatta çok sayıdadır muhtemelen. Bir müzeye, sergiye kendini atarak resimlerde, heykellerde kaybolmanın ne demek olduğunu da verdiği hissin eşsizliğini de birinci elden biliyorum. Ama baktığın eserden kafayı kaldırdığın anda buradasın yine. Önünde, arkanda, sağında, solunda insanlarla birlikte, oradasın. Oysa müzik, melodi ve tınılar marifetiyle insanın adeta varlığından haberdar olmadığı duyularına ve duygularına dokunabilir. Harikulade ruh hallerine, mucizevî yolculuklara sevk edebilir. Derin hüzünlere yastık, coşkun sevinçlere körük olabilir. Sınırsız ama olağanüstü soyutluğuyla hayale açtığı alanın ve davet ettiği evrenin ucu bucağı yok. Yine de elbette herkesin zehri de kaçışı da kendine ve bu düşünceler katiyen meseleyi sanatlararası olimpiyatlar düzlemine taşıma niyeti barındırmıyor.
Hayatın ve insana dair olan şeylerin karanlık, rahatsız edici, üzücü, öfkelendirici, tiksindirici yanlarıyla uğraşmanın, bunlara kafa yormanın, bunlardan bahsetmenin vakit ve enerji kaybı olduğuna dair yaygın bir görüş var. Veya insanı aşağı çektiğine. Ve tabii ki bunun da tersine dair ve elbette getirisi daha yüksek olan popüler yaklaşımlar var. Pompalandıkça pompalayana da pompalanana da daha fazla kazanç sağlıyorlar, böylece birlikte ürüyor ve büyüyor ‘pozitif’le beslenen kitleler. Olumlu şeylerin, hislerin ve düşüncelerin kimseye bir zararı yoktur, ama bu aksinin zararı olacağı anlamına da gelmez kanımca. Bilakis, bir şeylerin iyi niteliğini göstermenin ve yüceltmenin en etkili yollarından biri, zıddının kötülüğünü ve sakilliğini ayan beyan ortaya koymak değil midir? Eleştirenin, beğendiğini göklere çıkartarak övmesi kadar beğenmediğini yerin dibine sokarak yermesi kadar normal bir şey yoktur, olmamalıdır en azından. Ancak eleştiri camiasının düzeni böyle işlemiyor elbette. Önce bir, sonra dokuz köyden birden kovulabiliyor bunları özgürce yapabilen eleştirmen. Hele bu işi profesyonel olarak yapıyorsa, ahbap çavuş ilişkilerinin ve kayırmacılığın üst düzeyde yaşandığı, özgüveni olgunlaşmamış bir toplumda sadece kalemine veya diline değil, fikrine bile ket vurabiliyor biçare. Bu da o toplumda, sunulan fikir-sanat eserlerinin niteliğine ve değerlendirilmelerine ilişkin sorunlu bir ortam yaratıyor. Bu konunun müziğe değen kısmıyla ilgili fikirlerimi bir başka yazıda paylaşmıştım.
Popüler kültür kuramlarında ve tartışmalarında senelerdir süregelen ve uzlaşılamayan bir olgu var: sanatsal bir sunumun -ki bu bir canlı performans da olabilir, yaratılmış bir cisim veya kaydedilmiş bir eser de olabilir- alıcısı, yani beğeneni çoksa eleştiriden muaf olması gerektiği görüşü. Bu görüşün baskın olduğu her durumda sunumun popülaritesi, gişesi veya tirajı arttıkça sunucusunun her türlü eleştiriye tahammül eşiği daralır. Sunulanın nicelikteki başarısı niteliğiyle ilgili her türlü tartışmayı sonlandırmaya kadir görülür. Sümme hâşâ eleştirmeye kalkanın da ağzının payının verileceği metinler ve söylemler hazırdır artık; cephanelikten özenle seçilir, namluya sürülür ve hedefe ateşlenir. Oysa her sunum, tabiat itibarıyla en baştan ve tepeden tırnağa eleştiriye açıktır. Kaldı ki eleştiri, toplumca sıkça algılandığı biçimde, nötr halinde olumsuz bir şeyi ifade etmez. Olumlu ile olumsuz terazisi nötr ve dengeli bir fikir beyanıdır.
Kafamda bu terazilerle bir süre önce yeni nesil dijital platformlarımızdan birinde, pek sevilen gamzeli kâküllü (paragrafta ‘GK’ şeklinde özneleşecektir) genç ve şarkı söyleyen yıldız adayımızın ev sahipliğine bahşedilmiş bir programa göz atarken, kendisi gibi yeni yetme ama söylemi yılların sanat güneşi nidalarıyla dolu şekilli sakallı (paragrafta ‘ŞS’ şeklinde özneleşecektir) konuğunu ağırladığı bölüme denk geldim. Bölümün hemen başında “aşşşşırı yakın arkadaşım olan, aşşşırı sevdiğim, aşşırı yetenekli, aşırılarla dolu bir aile ferdimiz geliyor” şeklinde sunuluşunun ardından salona gelen konuk delikanlıyla ilk diyalog şöyle seyrediyor: GK: “Benim birtanem!” / ŞS: “Kuzum!” / GK: “Canım arkadaşım!” / ŞS: “Canım!”... Bu vıcık vıcık paslaşmanın hemen ardından hâl hatır sorma faslına geçilirken ev sahibinin duyduğumda tüylerimi diken diken eden ilk cümlesi şu oluyor: “Pandemin nasıl geçti?”
Her şeyiyle bir manifesto niteliği taşıdığını düşündüğüm, muhtemelen ufacık bir detay diye hiç önemsenmeyen bu soru cümleciğinin bana düşündürdükleri ve hissettirdikleriyle ilgili kimseyi yormak istemiyorum. Bu yıldız adayı ve etrafındaki “ekibim”lerince pompalanan borazanların sesi çatlak ama gürültülü; dört bir yandan ha bire bas bas bağırıyorlar, gözleri sağır, kulakları kör edene kadar. Ve dikkat çekicidir ki, koskoca anlaşmalar, işbirlikleri, sponsorluklar ile bu borazanlara su taşıyanlarla, geçen hafta ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’ bezirganlığıyla ülkede şiddetli bir haklı öfkeye yol açan kolektif kepazeliğe alkış tutanlar genelde aynı kişiler, aynı kurumlar, aynı lobiler. İncittiğine bir de hakaret eder mahiyetteki bu vahim olayla ve isim sponsorunun müteakip açıklamasıyla ilgili hislerime Zehra Çelenk’in bu sarih analizi neredeyse eksiksiz tercüman oluyor.
Bu yazıdaki tüm ve bu yazıya sığmayan türlü nedenle harikaya harika, rezile rezil, masaya da masa diyebilmek her zaman önemli. Hatta elzem. Harika demişken, bu yazının yazıldığı dakikalarda sessiz sedasız yayınlanan, yayınlanmasının ardından da büyük ses getiren, mor ve ötesi’nin yeni şarkısı Forsa’dan bahisle bitirmek istiyorum. Kendisi o kadar güçlü ki hem dinleyene güç hem de bir devrin sonuna dair işaretler veriyor.