YAZARLAR

Paralel kamular

Emekli bir Cumhuriyet gazetesi okurunun evinin bulunduğu binanın altında bir BİM şubesi varken, ısrarla bir kilometre uzaktaki Migros’a yürümesi sadece gündelik egzersiz ihtiyacını giderilmesi olarak değerlendirilebilir mi? Ya da bir imam-hatip mezununun yakınındaki bir Migros yerine sürekli daha uzaktaki bir BİM mağazasını her gün ziyaret etmesi sadece etiketler arasındaki farkla açıklanabilir mi?

Bir süredir konferanslarımda, seminerlerimde kullandığım yeni bir terim bu: Paralel kamular. Aslında şu an yazmakta olduğum ve geçici başlığı “Siyasi Simya: Türkiye’de Kutuplaşmanın Soykütüğü” olan yeni bir kitap için yaptığım okumalar, düşünümler ve bunların yaptığı çağrışımlarla zihnime yerleşti sanırım.

Bu terimin aslında bir oksimoron olduğunu en başta ifade etmem gerek. Çünkü paralel kamulardan söz etmek aslında kamunun mevcut olmadığını itiraf etmek anlamına da geliyor. Paralel kamular birbirlerine teğet olabilen ancak ortak kümeleri oldukça sınırlı olan bir kamu fikrine dayanıyor. Bu fikir ise literatürden bildiğim kadarıyla kamu kavramına tamamen ters. Çünkü normalde kamu çoğulluğu, farklılıkların göreli biraradalığını, bunların arasındaki bir ilişkiyi, hatta mübadeleyi anlatır. Kamu tekil bir halde bunu sağlayabilir. Oysa kamu kelimesini çoğul olarak kullanmak bile kamu fikrinin bizzat kendisiyle bir tezat oluşturuyor.

Paralel kamular kavramsallaştırması bu niteliklerden muaf olan bir tür feodal kamulara işaret ediyor. Yani paralel kamuların kamu içinde neredeyse feodal surlarla birbirlerinden ayrılmış alternatif fikirlerin, tutumların kaleleşmesi anlamına geliyor.

Ben bunun özellikle modernleşme toplumlarına özgü bir fenomen olabileceğini düşünüyorum uzun zamandır. Çünkü bu tip toplumlarda kamunun bazı özellikleri rahatlıkla ortaya çıkabiliyor. Örneğin, köyden, taşradan kente doğru; az, yetersiz eğitimden daha yüksek eğitime doğru; daha alt gelir seviyelerinden daha üst gelir seviyelerine doğru bir sosyolojik değişim süreci vuku bulabiliyor. Ancak kamusallaşma sürecinin bazı göstergeleri aynı hızla hayata geçemeyebiliyor. Zaten paralel kamular fikrinin gelişmesine neden olan tam da bu. Farklılıklar belli bir ilişkisellik çerçevesinde kamuda birlikte yaşayamıyorlar. Bir bakıma her siyasi, kimliksel, teolojik farklılık kendine ayrı bir kamu, ya da bir iç kamu inşa etmek durumunda kalıyor.

Dolayısıyla, bu şekilde, pre-modern kimlikler modern bir ortamda varlıklarını daha rahat sürdürebiliyorlar. Belki de post-modern dediğimiz tam da bu değil mi? Post-modern erken modernliğin birçok önvarsayımın geçersizleşmesi anlamına gelmiyor mu? Post-modern dediğimiz pre-modern ile modern arasındaki bir tür devamlılığın göstergesi değil mi?

Paralel kamular diye bir kavramsallaştırmadan söz ederken benim aklıma ilk gelen fotoğraf büyük şehirlerdeki hemşerilik derneklerinin tabelaları. Sivaslı İşadamları Derneği, Tokatlılar Federasyonu, Karadenizliler Konfederasyonu. Aslında bu tabelalar da birer oksimoron. Modern meslek örgütlenmelerinin pre-modern hemşerilik üzerinden hayata geçebildiğini gösteriyor. Sosyolojik çerçevede bakıldığında TUSİAD ve MÜSİAD gibi kurumsallaşmalar bu şekilde değerlendirilebilir. Birçok meslek örgütünün bu şekilde yapılanması, hatta son dönemde alternatif baroların oluşturulmaya başlanması yine bu paralel kamular fikrini destekleyen süreçler olarak ele alınabilir.

Hatta BİM ile Migros’un Türkiye’nin mevcut siyasal kutuplaşmasına paralel markalar haline geldiğinden söz etmek sanırım büyük bir abartı olmaz. Emekli bir Cumhuriyet gazetesi okurunun evinin bulunduğu binanın altında bir BİM şubesi varken, ısrarla bir kilometre uzaktaki Migros’a her gün yürümesi sadece gündelik egzersiz ihtiyacını giderilmesi olarak değerlendirilebilir mi? Ya da tam tersi. Yani bir imam-hatip mezununun çok yakınındaki bir Migros yerine sürekli daha uzaktaki bir BİM mağazasını her gün ziyaret etmesi sadece etiketler arasındaki farkla açıklanabilir mi?

Paralel kamuların oluşması aslında fikir, sanat, edebiyat dünyasında, ulusal basında, sosyal medyada kolaylıkla takip edilebilir bir şey artık. Çünkü insanların siyasal kimlikleri, mesleklerinden, uzmanlıklarından, entelektüel ilgilerinden çok daha önde artık. Tıpkı kadın yazar, kadın şair adlandırmaları gibi islamcı yazar/şair, solcu romancı/sinemacı gibi etiketlerin yoğunlaşması paralel kamuların oluştuğunun bir işareti olarak okunabilir. Kimse öncelikle şair, yazar, romancı, sinemacı değil artık. Çünkü bu formasyonlar ancak belli bir paralel kamunun içinde anlamlı.

Ben paralel kamular fikrinden önce mahalle/mahallilik gibi kavramları çok kullanırdım. Bu kavramları belli bir kamusallaşma açığının işaretleri olarak değerlendirirdim. Sosyolojik gelenekteki cemaat/cemiyet ya da mekanik dayanışma/organik dayanışma ekseni doğrultusunda Türkiye’nin yaygın olarak ikinci terimlere yakın özellikler gösterdiği kadar birinci terimlere yakın özellikler gösterdiği ifade edebilmek için kullanırdım bu kavramları. Ancak bir süre sonra bu mahalle/mahallilik kavramları ya da cemaat/cemiyet ikilemi bana yetmemeye başladı.

Çünkü bunlar kavramlar genetik olarak daha önce andığım pre-modern/modern ayrımını dayatıyordu. Oysa post-modern zamanlarda belki de yeni kavramlara ihtiyacımız vardı. Paralel kamular terimini en başta söylediğim gibi bir oksimoron olması da aslında bu kesin ayrımlara dayanıyordu. Günümüzde ise özellikle Türkiye gibi modernleşme, hatta modernleşmeden modernliğe geçiş toplumlarında artık mahalle ile kamu arasındaki mutlak bir kopuş yerine bir süreklilik vardı. İşte paralel kamular kavramsallaştırması da bunun bir tezahürüydü.

Evet yazını sonuna geldik. Farkındaysanız şu ana kadar ele aldığım meseleyle ilgili olarak bir değer yargısı belirtmedim. Yani bu anlattığım sürecin iyi mi, yoksa kötü bir şey mi olduğu konusunda bir kanaat ileri sürmedim. Bu tür değer yargılarımı, kanaatlerini genellikle bir sade yurttaş olarak örneğin oy verirken ifade ediyorum. Bu yazımın başlığında sıklıkla olduğu gibi “…sosyolojisi” ifadesi olmamasına rağmen aslında çok da her şeyin başı olarak görmediğim sosyolojinin biraz böyle yapılması gerektiğini düşünüyorum çünkü. Ve bu tip bir ethos’un kamu oluşturma potansiyeli de kuvvetle inanıyorum.

Unutmayalım metinlerin biçimlerinden, üsluplarından, ethos’larından, hedeflerinden, niyetlerinden mutlak bağımsız anlamları yoktur. Temennilerinizi gerçekleştirmenizin bir yolu da kaliteli tespitler yapabilmektir.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).