Paris’te bir Amerikalı

Philippe Blanchon'un kaleme aldığı 'Gertrude Stein' biyografisi, Şehsuvar Aktaş çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Yirminci yüzyılın ilk seneleri edebiyatta, sanatta ve şiirde dönüşümün başladığı bir dönemdi. Özellikle Fransa, bu dönüşümün lokomotif ülkesiydi. Kıtanın çeşitli noktalarından ve Amerika’dan Fransa’ya gelen edebiyatçı ve sanatçıların buluşma yeri Paris’ti. Salonlarda, kafe, atölye ve evlerde bir araya gelen zamanın ünlü yazarları, ressamları ve şairleri, pek yakında dünyayı etkisi altına alacak akımların öncüsü olarak Paris’te boy gösteriyor ve büyük savaşlar öncesi atılımlar gerçekleştiriyordu.

Bu dönemde şair, yazar, eleştirmen, koleksiyoner ve kadın hakları savunucusu Gertrude Stein’ın Fleurus Sokağı, No: 27’deki evi Picasso, Matisse, Hemingway, Pound ve Fitzgerald gibi isimlerle dolup taşarken bir sanat ve edebiyat merkezi hâline geliyordu.

ABD doğumlu Stein’ın zamanının tanığı olmakla kalmadığını, 1920’lerdeki akımların kimliğini kazanmasında rol oynadığını savunan şair, yazar ve çevirmen Philippe Blanchon’un kaleme aldığı biyografi, yazarı bize tanıtırken zamanın ruhunu ve yirminci yüzyıl başındaki sanat çevrelerinin derinliğini de gösteriyor.

‘DÜNYAYA VE HAYATA İŞTAH DUYAN' STEIN 

1874’te ABD’de doğup 1946’da Fransa’da ölen Stein, Blanchon’un anlatımında daha çok 1920’lerin ve 1930’ların tanığı olarak çıkıyor karşımıza. Tabii yalnızca bu kadar değil; Stein’ın doğup büyüdüğü ABD’den Avrupa’ya ayak bastığı, Fransa’ya yerleştiği ve Paris’te adını duyurarak âdeta bir otorite hâline geldiği dönemlerde yaşadıklarına da değinen Blanchon, onun için “iki kıtanın, Amerika ve -o dönemde sanatın resmî başkenti Paris olan- Avrupa’nın merkezinde yer aldı” diyor.

Düşünen, yazan, meraklarını gidermeye çalışan, pek çok insanla mücadeleye girişen, araştırmalar yapan, eserler kaleme alan, hepsinden önemlisi Paris’te bir çevre edinerek sanat ve edebiyat konusunda söz sahibi hâline gelirken Fransa’da bir Amerikalı olarak yaşamaktan vazgeçmeyen Stein, çocukluğundan beri insanların coğrafi ve kültürel kökenlerine dikkat edip kimseye karşı bir önyargı geliştirmeyerek dostlarına her geçen gün bir yenisini ekliyor.

Blanchon’nun ifadesiyle “dünyaya ve hayata iştah duyan” Stein, edebiyata ve tarihe özel merakı sayesinde bilgi dağarcığını sürekli genişletiyor. 1800’lerde topraklarından savaş eksik olmayan ABD’de de 1900’lerin başında yakın gelecekteki büyük savaşların altyapısı oluşturulan Avrupa’da da sürüyor yazarın bu merakı. Blanchon bu uzun dönemi, Stein’ın çocukluğunuyla, ilkgençliğiyle, kendisini sürekli geliştirme arzusuyla ve ilk aşklarıyla beraber anlatıyor.

1900’lerin ilk çeyreğinde sanatın merkezi hâline gelen Paris’e taşınan Stein’ın evi de kente bu unvanı veren sanatçıların toplandığı noktaya dönüşünce yazar için büyük bir macera başlıyor. Gertrude ve kardeşi Leo, hayranlık duyduğu sanatçıların yalnızca izleyicisi değil, arkadaşı ve fikir alışverişi yaptığı kişiler olarak anılıyor. Bu dönemde, Stein’ın Alice Toklas’la yakınlaşmasını ve ikilinin yaşadığı destansı ilişkiyi de öne çıkarıyor Blanchon.

Başta Picasso ve Matisse olmak üzere, Paris’te pek çok sanatçıyla dostluk kuran Stein, sanat akımlarına dair görüşleriyle isminden daha fazla söz ettirirken kitaplarını yayımlatmak için editörlerle mücadeleye girişiyor ve sanat çevrelerindeki tartışmalara dalıyor.

Gertrude Stein, Philippe Blanchon, Çevirmen: Şehsuvar Aktaş, 196 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2022.

Stein’ın ortasına düştüğü bir başka durum ise 1914’te başlayan ve “Noel’de biteceği” düşünülen fakat tam dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı. Yazar bu dönemde, dört bir yana savrulan ve ölen dostlarından uzakta; gündüzleri düşünerek ve geceleri yazarak yaşıyor. Bazen de yeniden alevlenen sanatsal tartışma ve kavgalara dâhil oluyor.

Apollinaire’in ölümü ve savaşın bitişiyle Stein’ın bazı gerçekleri daha net gördüğünü belirtiyor Blanchon: “Gertrude, bu kaybın ve birçok ‘eski tanışın’ taşraya gitmesinin bıraktığı boşluk duygusunun üstesinden geldiğinde iki şeyi saptayacaktır: Yeni bir kuşağın ortaya çıktığını ve çok sayıda yabancı sanatçının, özellikle de Amerikalıların savaş sonrasında Fransa’ya yerleştiğini.”

'ÇELİŞKİLERİN KADINI'

Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’dan, Orta Avrupa’dan, İngiltere’den, ABD’den ve Asya’dan gelen sanatçılar için bir vahaya dönüşen Paris’ten ünü dünyaya yayılan Stein, Blanchon’un deyişiyle bu “açık şehir”de bir fikir insanı olarak sivrilip pek çok edebiyatçı ve sanatçının “akıl hocası” hâline geliyor. Bu noktada Blanchon, Stein’a ve onun kentteki etkinliğine dair bir not düşüyor: “Stein, şöhretini kısmen Paris’teki cazibesine ve cemiyet hayatına borçludur. Benimsenen bakış açısına göre toplumsal girişkenliği ya takdir edilir ya kötülenir. Bununla birlikte Fleurus Sokağı’nı bilinen bir buluşma yerine dönüştürenin Leo olduğunu hatırlatmak ve hakkını teslim etmek gerekiyor. Ağabeyin ve kardeşinin aldıkları tablolar herkesi oraya çekiyorsa da kapı Leo için çalınır. Çok bilgilidir. Sözü ilgiyle ve saygıyla dinlenir. Leo o ünlü apartman dairesinden çıktıktan sonra Gertrude ve Alice, yalnızca hayran oldukları yazarı ziyaret etmek isteyen dostları ya da okurları ağırlayacaktır.”

Yazıp yazmamak arasında bocaladığı ve metinlerini arzu ettiği gibi kaleme alamadığı zamanlarda (1930’larda) var oluşu sorgulayan, “kesintisiz şimdiyi yazmayı âna dâhil olmak” ve dolayısıyla “var olmak” diye tanımlayan bir Stein’la karşılaşıyoruz. Bu dönemde yazar yeni dostluklar kuruyor, bazen kendi metinlerine bazen de başkalarının kitaplarına yazacağı bölümlere yoğunlaşıyor. Fonda ise Picasso’yla arkadaşlığı ve Alice’le giriştiği yayıncılık faaliyeti bulunuyor.

Blanchon’a göre Stein (ve Alice) “zamanın dışında yaşıyor.” Fakat bu ifadenin, yazarın zamanına yabancılaşması anlamına gelmediğini belirtmek için yaşananları neden-sonuç ilintisinden kopmadan ortaya koyan Blanchon, Allen Ginsberg’ün deyişiyle “sakin Stein”ın her ne olursa olsun “hayatın devam etmesi gerektiği” düşüncesini hatırlatıyor. Öyle de oluyor zaten; savaşlar başlayıp bitiyor, Stein dostlarını yitiriyor ya da onlarla ilişkisini kesiyor, tartışmalar ve kavgalar birbirini izliyor, ardından o ve Alice için hayat devam ediyor. Ta ki 1946’ya kadar.

Blanchon, kaleme aldığı biyografide Stein’ın “çelişkilerin kadını” oluşunu, doğa-zihin gerilimine kafa yoruşunu, koleksiyonerliğini, kurduğu dostlukları, entelektüel ve kültürel kimliğini, hayatı ve hayal gücünü birleştiren özgün yazarlığını, kargaşa dolu ve heyecan verici dönemlerin tanığı hâline gelirken yaşadığı sıra dışı hayatı ayrıntılarıyla anlatıyor. Kısacası, “Gertrude Stein kim?” sorusuna geniş bir yanıt veriyor.