Pas ve presin çarpışmasında kazanan santrforlar oldu
Füllkrug elbette Almanya'nın unutulmaz santrforlarıyla aynı sınıfta değil. Kariyeri boyunca beklentilerin altında kalan Morata’nın da İspanya futbolunun gördüğü en tartışmasız santrforlardan biri olmadığı kesin. Ama ne fark eder? Sonuçta ikisi de dokuz numara. Ve bu oyunda onlara ihtiyacımız var.
Büyük turnuvalarda onuncu kez karşılaşmak o maçı klasiklerden biri yapar. 1966, 1976, 1982, 1984, 1988 ve 1994'te karşı karşıya gelen İspanya ve Almanya, ardından görüşmeye uzun bir ara vermiş ve 2008 Avrupa Şampiyonası finalinde tekrar buluşmuştu. O maçı Fernando Torres'in golüyle kazanan İspanya, böylece uzun zamandır beklediği uluslararası kupaya sonunda kavuşmuştu. İki yıl sonra bu defa karşılaştıkları Dünya Kupası yarı finalinde İspanya yine kazanan taraftı.
2008’deki final ise Almanya için yeniden yapılanmalarını hızlandıran bir yenilgi olmuştu. Joachim Löw, ağırlıklı olarak Barcelona tarafından şekillenen İspanya’nın futbol kültürüne âşıktı. Ve bunu Almanya’ya uyarlamak istiyordu. 2014’teki zaferi getiren süreç böyle başlamıştı.
On yıl sonraki buluşma öncesindeyse bu defa İspanya yeniden yapılanıyor, Almanya ise 2018 ve 2020’deki hayâl kırıklıklarının ardından küçük rötuşlarla geri dönmeye çalışıyordu. Ama futbol anlayışları onları birbirine yine yakınlaştırıyordu. Nitekim maç öncesinde de hem Luis Enrique hem de Hansi Flick, Almanya ve İspanya’nın turnuvada birbirine en çok benzeyen takımlar olduğunu söyledi.
YOLLAR FARKLI, VARILAN YER AYNI
Genel olarak Avrupa futbolunun 2010’lardaki eğilimlerinin de bu iki ülkenin lokomotif takımları tarafından belirlendiğini söylemek mümkün. Pep Guardiola’nın Barcelona’sını uluslararası arenada ilk olarak durduran Jose Mourinho’nun Inter’i olsa da, onlara gerçek anlamda bir anti-tez oluşturan Jürgen Klopp’un Borussia Dortmund’u ve Jupp Heynckes’in Bayern Münih’i olmuştu. Barça’nın futbolun oynanma biçimini tamamen değiştiren topa sahip olma oyununa karşı pres futbolunun bugüne kadar görmüş olduğu en yüksek hâliyle karşılık vermişlerdi. Daha sonra bu rekabet Manchester City ve Liverpool üzerinden devam etti.
Yine de buna topa sahip olma oyunuyla pres futbolunun rekabeti demek doğru olmaz. Geçtiğimiz on yılda Almanların İspanyollara karşı geliştirdiği anti-tezin ardından bir sentez doğdu: Topa sahip olmayla presin, teknikle hızın, yaratıcılıkla yoğunluğun sentezi. İspanya ve Almanya işte bu sentezin takımları. Bu yüzden birbirlerine benziyorlar.
Buna karşın dünkü karşılaşması iki farklı olasılık yaratabilirdi: Ya ikisi de prensiplerinde ısrar edecekti ve aralarında bu ısrar üzerinden bir çarpışma olacaktı ya da birinden biri esneyecek, bazı şeylerden vazgeçecek ve biri diğerine bu vazgeçiş üzerinden üstünlük kurmaya çalışacaktı. İkincisi oldu.
FLICK’İN TERCİHLERİ
Bu maç özelinde top odaklı olmaktan vazgeçen Flick, daha direkt bir oyun anlayışına yöneldi. Başlangıç kadrosundaki tercihlerinde de kontrol arayışı görülebiliyordu. Her ne kadar Japonya’nın günün ilk maçında Kosta Rika’ya karşı aldığı beklenmedik mağlubiyet, bu maçı kendileri adına bir ölüm kalım karşılaşması olmaktan çıkarsa da…
Japonya maçına göre iki değişiklikleri vardı: Son maçta sağ bekte yer alan Niklas Süle bu defa sağ stoperdeydi, Nico Schlotterbeck’in yerine savunmanın sağ kenarında Thilo Kehrer vardı. Esas değişiklik ise orta sahadaydı. Japonya’ya karşı çift pivot önünde Thomas Müller’i kullanan Flick, bu defa Müller’i Kai Havertz yerine en uca atmış, merkezdeyse Joshua Kimmich ile Leon Goretzka’nın önüne İlkay Gündoğan’ı koymuştu. Belli ki orta sahada İspanya’ya sayısal bir üstünlük vermek istemiyordu.
Buna karşın İspanya’nın ne oyununda ne de 11'inde bir değişiklik vardı. Bu da Enrique’nin takımına olan güvenini gösteriyordu.
AZ POZİSYON, ÇOK YOĞUNLUK
Bu bir erken finaldi. Dünya Kupası’nı kazansa kimsenin şaşırmayacağı iki takımın maçı. Müzesinde Dünya Kupası bulunan takımların daha önce grup aşamasında karşılaştıkları 11 maçın ise hiçbirinde üçten fazla gol olmamıştı. Dolayısıyla bu maçın da yüksek skor eğilimli olması beklenmiyordu. Öyle de oldu.
Fakat yoğunluk anlamında bu Dünya Kupası’nda şu ana dek gördüğümüz en iyi maçtı. Uzak ara en iyi maç.
Az pozisyonun olduğu maçlar genellikle bir taktik savaş olarak nitelenir ve bu çoğunlukla bir aldatmacadır. Gerçekteyse çok sıkıcı bir maç oluyordur, iki takımın da örgütlü bir atağı ve doğru dürüst bir pozisyonu yoktur, yine de sahadaki şeyi anlamlandırabilmek için kendimizi bunun bir taktik savaş olduğuna inandırmak isteriz.
AKIL OYUNLARI
Dün akşam ise gerçekten bir taktik savaş vardı. Aslında iki takımın da yüksek bir yoğunlukla oynadığı maçlarda çok sayıda pozisyonun olması beklenir. Zira bu yoğunluk, takımları hataya daha açık hâle getirir ve birbirlerine boşluklar vermelerine yol açar. Ama dün akşam iki takımın pres örgütlülükleri ve şiddetleri o kadar iyi seviyedeydi ki, böyle bir şey hiç olmadı.
Bilhassa Busquets ve İlkay arasında görülmeye değer bir akıl oyunları vardı. Birbirlerinin hamlelerini önceden sezip ona göre pozisyon alabilen iki çok zeki oyuncunun mücadelesi, maçın içinde ayrı bir maç gibiydi.
İspanya’da Pedri ve Gavi’nin bu yoğunluğa iştirakleri de övülmeye değerdi. Henüz biri 18, diğeri 20 yaşında olan ve teknik kaliteleriyle öne çıkan bu iki orta saha oyuncusunun fiziksel olarak da oyunun tüm taleplerine şimdiden karşılık verebiliyor olmaları inanılmaz.
İkisinin Xavi ve Iniesta’nın halefleri olarak değerlendirilmeleri çok doğru olsa da seleflerinin bu yaşlardayken bu seviyede olmadıklarının da altını çizmek gerek. Dolayısıyla boynuz kulağı büyük ihtimâlle geçecek gibi görünüyor.
YAŞASIN SANTRFORLAR!
İki takımın da birbirine alan vermediği karşılaşmanın büyük bir kısmını bir de santrforsuz oynayarak geçirmeleri de az pozisyonlu bir maç olmasının bir diğer nedeniydi elbette.
Nitekim ikinci yarıda önce Alvaro Morata, ardından Niclas Füllkrug’un oyuna girmeleri etkisini hemen fark ettirdi. Tabiî ki oyundan çıkan İlkay’ın Busquets’ten ayrılmasının da bu anlamda bir fark yarattı. İlkay her ne kadar takımının önde baskısına çok yardımcı olsa da, onun 10 numaradaki varlığı Almanya’nın hücumdaki üretkenliğine bir şey katmadı. Ama esas farklılık, nihayet sahada santrforların olmasıydı.
Füllkrug elbette Almanya'nın unutulmaz santrforlarıyla aynı sınıfta değil. Kariyeri boyunca beklentilerin altında kalan Morata’nın da İspanya futbolunun gördüğü en tartışmasız santrforlardan biri olmadığı kesin. Ama ne fark eder? Sonuçta ikisi de dokuz numara. Ve bu oyunda onlara ihtiyacımız var. Dün akşamki maçtan çıkarılabilecek başlıca sonuç herhâlde bu olsa gerek.