Paspartu: Dil boşa dönüyor
İktidar tarihsel olarak hiçbir zaman aynı anda herkese zulüm etmez. Bütün 'düşmanlarını' aynı anda tüketmez. Türkiye’de ilk defa bir rap sanatçısı devletin ve halkın sinir uçlarına dokunabilmiştir.
Osman Damla
Erdoğan 2016 yılında, Sigarayı Bırakma Günü’nde, “Açıkçası sigara ve alkol gibi bağımlılığa yol açan alışkanlıkları teşvik eden, müzik, film, roman, şiir tarzı eserlerin arkasında aynı endüstrinin büyük finans gücünün yattığına da inanıyorum.” (1) Açıklamasını yaptıktan sonra konuşmanın sonunda klasik ritüelini gerçekleştirir ve Ferdi Tayfur’dan “Sigarayı Bıraktım” adlı şarkıyı söyler. Siyasal İslamcılığın keyif verici maddelerdeki kültürü fark etmesi tabii ki büyük lütuf. Bu epistemolojik bakışla marjinalleştirilen, uçlara çekilen keyif verici maddelerin büyük şemsiye sanatta buluşmasıyla başlıyor macera. Daha önce siyasal İslam’da mazlumluğun demokratikleştiren/liberalleştiren hoşgörüsü yerini gücü tekeline aldıkça çıldıran bir iktidara döndü. (Tam burada aklıma hemen Nietzsche’nin o olağanüstü tespiti geliyor: “Mazlumluk, güç istencidir.”)
İktidar artık biyoiktidara döndü Türkiye’de. Bedenlerin nasıl çalışacağı, nasıl büyüyeceği ve nasıl haz alacağını belirleyecek bir noktaya geldi. Eğer Descartes’ın ikili modelini kendimize düstur edinirsek hem bedeni hem de ruhu “Dogvillevari” (Lars von Trier) bir kasabaya hapsedilmiş durumda. Yer kaplayan beden ve düşünen ruh iktidarın kalemle çizdiği uzamda nefes alıp vermekte. Beden ve ruh bu durumdayken dil de yaşanan bu gelişmelerden nasibini almakta. Yani iktidar bunu çok iyi idrak etmiş durumda. “Eğer bütün söylem alanlarını kuşatabilirsek daha az vakit daha az parayla kendimize ait bir halk inşa edebiliriz.” diye düşündüğünden görünür olan şiddetin dışında “sert ünsüzlerle” dildeki faşizmini de sürdürmek ister. Bunu yine en uçlara götürerek yani bu sertleşmiş, katılaşmış, buharlaşmamış dilini oynatamayacak kadar ağır hale getirerek, bütün alfabedeki harflerin başında demoklesin kılıcı gibi bekler. Roland Barthes’in de dediği gibi artık konuşmanın yasak olmasının ötesinde söylemenin zorunlu olduğu bir alana gelir. Yani beden, ruh ve dil zorunlu olarak -abartarak söylüyorum tabii ki “doğası gereği iktidar” gibidir- artık. Kültürel iktidarda iktidarı çıldırtan şey; esir alınmış bu üç parçaya rağmen bilincin geride ön görülemez bir şekilde çalışmasıdır. Görünen kültürel iktidarın sembollerine saldırmak, onları tırnak içinde kötü alışkanlıklarla eşleştirmek popülist sağcı politikada günü kurtarsa da uzun vadede kaybetmeye mahkumdur. Bu insanın içinin yağlarını eriten girişten sonra devam ediyorum.
Son yüzyılda felsefede özellikle Husserl’in fenomenolojisi, edebiyatta Saussure’ün dilbilim çalışmaları ve siyasetteki bu “ideolojiler çağı” bize toplumların; devletlerin varoluşlarını dille dışa vurduklarını gösterdi. (Bu yüzyıl içerisinde aynı zamanda modernizmin büyük anlatıları yıkıldı, insanlık birbirini iki defa doğradı kendimizi postmodernizmin ve son yıllarda iyice ayyuka çıkan “postmodern zamanın krizinin” içinde bulduk. Parçalıyız, fragmanter bedenlere ve ruha sahibiz; Deleüzyen anlamda rizomatik geçiyor zamanımızın ruhu. Göçebe ve ortadan başlayan bir bilinçle ilerliyoruz. İkna olduğumuz mutlak anlam veya hakikat blurlaştı. Her şeyde şüpheci ve her şeyin suyunu sıkacak kadar onu arzular halde buluyoruz kendimi. İmkanı olan o sudan içebilirken olmayanlar ancak o suyun içildiği mekanların önünden geçebiliyor.)
Dilden kastım, dilin kendini bilginin gücünden de destek alarak her alana farklı şekilde yayılması olarak düşünebiliriz. Toplumların dille kurduğu ilişkide dilin epistemolojik olarak mı kullanıldığı yoksa çoğunlukla duygularla dünyayı açıklama ve anlama isteğiyle mi kullanıldığı tartışmasında Türkiye vb. ülkelerde duygu temelli algılama ve yorumlamanın daha önde olduğunu görüyoruz. Bunu biraz daha açarsak Yahya Kemal’in Nesirsizlik ve Resimsizlik yazısında da belirttiği gibi, 600 yıllık bir Osmanlı idaresi tecrübesini yaşamış ve nesirle ancak 19. yy.'da tanışmış bir toplumun çoğunlukla işlerini “şiirsel, dolaylı ve mecazla” hallettiğini belirtir. Eğer Batı dünyasının Aristo mantığını yanına alarak nesirle hızla yol kat ettiği gibi “hazır yoruma” ulaşarak açıklama yapacaksak Doğu dünyasının payına da idealar dünyasının ustası Platon/Felatun/Eflatun düşmüş oluyor. Gazali’yle birlikte iman etmemiş bir aklın şüphede olacağı fikriyle “küçük ortaçağına” girdi.
Aydınlanmacı bir kafayla bunları yazdığımı sanmayın lütfen. Temelde bu dünyanın işleri bu dünyanın kanunlarıyla pekala gidebilir. Chomsky tarihsel olarak “demokrasi fikrine” en fazla yaklaşan yerin Avrupa olduğunu belirtiyor. Bunu Edward Said’in oryantalizmiyle birlikte düşünüyorum. Büyük insanlık ve doğa günahları Doğu’da sadece günah olarak kaldı. Bir itiraf ve yüzleşme neredeyse gerçekleşmiyor. Bütün bunlar en küçük parçadan en büyük parçaya birbirine bağlı. Bağlamından koparıyorsun diyorsunuz. Hayır, tam da bağlamına ulaşmak için sizinle birlikte biraz “mağara”dan çıkalım istiyorum. Tekrar şiirsel politik dile dönelim. Bunu siyasilerin kullandıkları dilde de görmekteyiz. Bu şiirsellik her yanı sarmış durumda. İçi boşaltılmış ve bu amacı dışında kullanılan bir şiirsel dil. Siyasilerin belagatle kitleleri mobilize ettiği zaten yüzyıllardır biliniyor. Ama burada artık özellikle son yüzyılda neredeyse birçok tartışma bu dilin işlevi meselesini masaya yatırmış durumda. Özetle dilin “askıya alınıp” tüm yönelimleri açığa çıkarılmalı.
Türkiye’de iktidarın ideolojik bir aygıt gibi kullandığı dili ve ona karşı muhalif olan (olmaya çalışan) bilinçli ve sürüklenmiş bir rap dilinin kendimce karşılaştırmasını Ezhel’in Paspartu şarkısı üzerinden yapmayı deneyeceğim. Pergelin ucu merkezde duracak yine. Ayakları farklı noktalara konumlandıracağız. Ezhel, diğer rapçilerin aksine pop olan “uyuşturucu, seks, silah, pahalı markalar”ı kullanmakla birlikte doğrudan iktidarın hoşuna gitmeyen yerlerde de (Kürtler, Ermeniler) dolaşmasından dolayı cezalandırılıyor. Bunu zaten iktidarın hoşuna gitmeyen yaşantısı ve şarkı sözleriyle daha önce de yapmıştı. Rap müzikteki isyan edilen “adı belirsiz yüce güç” Ezhel’de artık doğrudan adı söylenerek işaret edilmekte. Sanatın muhalifliği ekseninden AKP iktidarının “kültürel hegemonya” tartışmasında işi artık doğrudan kendisi için “öteki” olarak gösterdiği herkesin özel hayatına ve gündelik hayatına müdahaleye vardırdığını da düşünüyorum. Sanatın iktidarın özel çıkarlarına hizmet ettiği de biliniyor. Ama doğrudan bu sanat denen şey “sandığa gidiyor mu?” gibi cevap bekleyen iktidar için de bir hüsran söz konusu.
Peki, bütün bu yaşadıklarımız “dil” yüzünden mi başımıza geliyor? Eğer öyleyse o zaman hakkında susmam gereken şeyler için konuşmamam lazım. Ama bunun için de neyi bilip neyi bilmediğimi muhakeme etmem gerekecek. Mesela Türkiye’de nereye giderseniz gidin şunu duyarsınız: “Bilmediğin şeyler hakkında konuşma.” Peki, biz niye bilmediğimiz şeyler hakkında konuşuyoruz? Konuşma zorunluluğumuz mu var? Var, konuşmak zorundasın! Ne konuşacaksın peki ya da ne hakkında konuşacaksın. Önemli değil! Sen şu an ne oluyor, onun hakkında bir şeyler söyle hemen! Ben şimdi bu yukarıda yazdığım paragrafı nasıl yazdım. Dil üzerine özellikle Saussure, Eco, Barthes ve Derrida’ya baktım biraz. Wittgenstein'ın konuşamamasına, Kant’ın 'Saf ve Pratik Aklına', Spinoza’nın aklın ıslahına falan filan. Bunu niye söylüyorum. Bir konu hakkında önyargıda bulunmadan yargıda bulunamam. Önyargıda bulunuyorum önce, ardından önyargımı bir yargıya dönüştürmek için bunun üzerine okuyor, tartışıyor, izliyor veya birine soruyorum. Peki, o zaman herkes bunları okusun ve sorun çözülsün mü? Elbette değil. Örneğin musluğunuz bozulduğunda bir duvar ustasına gitmiyorsunuz ya da mutfak dolabı yaptırmak istediğinizde markete gitmiyorsunuz. Bunlar somut şeyler, tabii ki işi bilene gideceğiz. Tamam da soyut şeylerde neden işi bilene gitmiyoruz. Ne bizi alıkoyuyor iyi ve doğru olanı seçmekte. Acaba bizim gündelik hayatımızda soyut diye bir şey yok mu? Her gün her saniye her tarafımız metafizikten geçilmiyor. O zaman neden söz konusu “düşünmek” olduğunda -yargısı askıya alınmış bir düşünmek diyelim- bu kadar lakayt, tembel ve kurnazca (köylü demiyorum, kim köylü ki zaten?) davranıyor. Acaba biri -bizden güçlü diyelim- bizi diliyle manipüle mi ediyor? (Manipülasyon son zamanlarda hep ikili ilişkilerde kullanılsa da aslında iktidar ve halk arasında da pekâlâ manipülatif toksik bir ilişki olabilir.) Bunun o kadar çok adı var ki: ideoloji, mit, zamanın ruhu, söylem vb. binlerce ad verebiliriz bu “kandırıkçı dile”. Dil, eğer Derrida bizi yanıltmıyorsa “kaygan” oluşundan dolayı zaten “kandırıkçı”dır. O halde bizimle dille kurduğumuz ilişkide bir neden sonuç ilişkisi kurmamız neredeyse imkânsızdır. Bunu ancak mantıkla aşabildiğimizi düşünürüz ki bu da yine dilin gönderdiği bütün yerleri işaretlemek anlamına gelir. Bu da mümkün değil. Sözden ziyade yazıyla bu sorunun aşıldığı düşünülse de organik, devingen, canlı ve değişen bir yapıda bir sınıra ulaşmak mümkün mü? Belki de değişmeyen sınırlar, kanunlar koymak gerekir çoğunluğun tamam diyeceği bir yazı etiğine.
İktidarın kültür-sanatla kurduğu ilişki düşündüğümde burada biraz artık üstü tozlanmış bazı önyargılara gidiyorum. Doğu toplumlarının duygusal temelli etiği ve nesirden ziyade nazımla gününü geçirmesinden dolayı bir şeylerin doğrudan söylenmesi yerine “özlü sihirli sözlerle” kendini gerçekleştiğini söylemiştik. Bu nesirsizlik endişesi kendini en çok siyasette gösteriyor. Siyasilerin tutunmak için, belki de konfor alanlarını terk etmekten korktuklarından belagatle işi götürmeleri bir yerden sonra toplumda çürümeye sebep olabilir. Öyle ki en temel haklar konusunda bile “kurallı bir cümle”ye tahammülü olmayan ama o temel toplumsal sorun hakkında söylenmiş bir şiir karşısında hayranlıkla sarsılan bir toplumun bu kaygan dil karşısında tutunması, durup düşünmesi mümkün müdür? Örneğin en büyük toplumsal sorunlar karşısında bagajı dolu sözlerle kendimizi avutmak o konuyu etraflıca düşünüp tartışmaktan daha mı kolaydır? Burada artık bu yerleşik olan dil kalıbını bozguna uğratan tek şey kültür-sanat hamlesidir. İktidarların yüzyıllardır çözüm bulamadığı, tekeline almakta zorlandığı tek şey. Kendi ideolojik aygıtlarına (Althusser) alet ettikleri bu “makina” nedense sürekli bozulup duruyor. Devletin baş etmekte zorlandığı ve sürekli ıslah edilmesi gerektiğini düşündüğü marjinalize ettiği; bunu başaramadığında yasakladığı veya değiştirmeye çalıştığı şey. Belki bu yüzden hep en büyük ahlakın, güzelin ve etiğin gerçek anlamda kendini bulduğu yerdir kültür-sanat. Büyük romanların, tiyatro oyunlarının, masalların, destanların, şiirlerin etik teklifi neden hâlâ geçerliliğini koruyor. Üstelik bunu tam da dilin kayganlığından bilinçli bir şekilde faydalanarak yapmakta. Dil iyi de çevresi mi kötü? Güçlü olanın dili eğer yasayı belirliyorsa o zaman bunu kim yıkabilir?
İktidarın kültürel anlamda kendini gerçekleştirememesinin krizini yaşaması ve Türkiye’nin “seküler, cumhuriyetçi ya da sol tandanslı” kültür-sanatına karşı bir hegemonik çözüm bulamayışı onu hem daha saldırgan hem de “sağ” ideolojiye dair mimariden tutun da reklam panolarına kadar müsrif bir tutum sergilemesine neden olmuş durumda. Son yıllarda yükselen bu paranoya artık roman kahramanlarının yargılandığı davalara bile dönüştü. Yavuz Ekinci'nin, Rüyası Bölünenler romanının yasaklanmasıyla ilgili sözleri çok çarpıcı: “Mahkeme, Rüyası Bölünenler’in kahramanlarına tutuklama kararı çıkarıp onları hapse mi atacak. Gücünüz yetiyorsa buyurun roman kahramanlarını tutuklayıp hapse atın." Sait Faik, Medarı Maişet Motoru romanında teknenin adı Medarı Maişet olduğu için suçlanır. Bu ve buna benzer sayısız “fantastik hukuk davaları” elbette yargının edebiyat derslerinde başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Türk yargısının okuduğu kadar Türkiye’de herhangi bir okuryazarın olduğuna inanmıyorum. Her yıl sayısızca roman, şiir, hikaye kitapları okunuyor. Üstelik yargımız sinefildir de. Galerileri gezer. Konserlere katılır. Bu pejoratif tutumu bir kenara bırakırsam aslında bu insanda akıl ve izan bırakmayan tutumların, söylemlerin ardında gayet bilinçli bir iktidar söylemi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de iktidar -devleti kastediyorum aslında- şaka yapmaz. İroni yapmaz. Sıkıcıdır asla gülmez. İktidardan doğan “şakayı” halkın ve aydınlarının zahmet ederek, biraz da yüce gönüllülük göstererek bulduğu estetik bir çaba diyelim.
Erdoğan’ın 2017’deki bir konuşmasında söylediği bu sözler bir itiraf aslında: “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var. Elbette sevindirici gelişmeler yaşandı.” (2) Peki, gerçekten kültürel iktidar/hegemonya “sağ” olarak ele geçirilecek bir şey mi? Kültürün doğasına aykırı değil mi bu? Kültürü asker gibi her yerde hazır ve nazır bulundurmak mümkün mü? Sovyet Rusya’da, İtalya’da, Hitler Almanyası'nda ve en nihayetinde Türkiye’de binlerce kez kendini tekrar eden “zorbalığa” direnen bir kültür var mı yok mu? Velhasıl iktidarın yaptığı bu paranoyakça saldırgan tutum ki kültürel hegemonya dedikleri şey yine de halkın bir parçasında yeterince karşılık bulmuyor sanırım. Ne zaman ki bu yasaklama ve ıslah projesi devreye girdi ardından Türkiye’nin bazı pop ve pop olmayan muhalif insanları kendini daha kolay gerçekleştireceği sosyal medyada buldu. Burada küçük bir parantez açarak şunu da belirtelim. Bana göre iletişim araçlarındaki sembolik düzende babanın yasasına karşı ödipal bir çıkış internet ve sosyal medya ile gerçekleşiyor. İnternet ve sosyal medyadaki bu kültür-sanat faaliyetleri kendini daha fazla kitlelere ulaştırabilirken reelde emekliye ayrılmış bir zihinle çarpışarak parçalara bölünmekte. Türkiye’de daha önce gördüğümüz kitlesel örgütlülük şimdi parçalı ve küçük direniş odakları olarak var olabilmekte.
Müziğe baktığımızda TV ve radyolarda yeterince duyulmayan müzik kendini bazı aplikasyonlarda milyonlarca dinleyiciyle karşı karşıya buldu. Ezhel, defalarca 2017’den sonra özellikle listelerde hep üstleri oynadı. Telefonların neredeyse bir organ gibi insan bedeniyle bütünleştiği bu “Yeni Türkiye”de artık milyonlar Ezhel’in bol yabancı dilli kelimelerle ve markalarla dolu dövmeli, piercingli toplumcu gerçekçiliğiyle tanıştı. Sadece Ezhel değil, zaten Ceza, Sagopa Kajmer, Norm Ender vb. diğer rapçilerle hazırlanmış olan ama doğrudan iktidarın adının söylenmediği ama bir şekilde ima edildiği ortamda kendine iktidarın adını söylediği bir alan buldu “isyankâr rap”. Aynı etki “arabesk devrimci” olarak da okunan Ahmet Kaya için de geçerliydi. Üstelik Ezhel halk kültürünü de biliyor, Ermeniler ve Kürtlerle arası iyi, arada Kürtçe ve Ermenice şarkı ya da sözlerle iyice kendini mimliyordu.
Son 10 yılda rap, diğer bütün müzik türlerini sollayarak neredeyse milyonlarca dinlenen tek kültür-sanat aracına döndü. Çoğunlukla avamın, ara sokakların müziği olan rap devletten her tokat yediğinde yanında bazı entelektüel muhalifleri de buldu. Rap müzik romanın, şiirin ve tiyatronun ötesinde Türkiye’nin her yerine ulaşabilen insanların cebinden para çıkmadan ulaşabildiği tek şey haline geldi. Bunu Türkiye arabesk çağında da yaşamıştı. Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak kitabı biraz da Türkiye’nin kültür-sanat tarihindeki kırılma anları gösterir. Yani başta da söylediğim nesir kapısı kapalı olsa da nazım her zaman iktidara çalışmaz. Genelde dil ve özelde onun uygulandığı kültür-sanat alanında dil kaygan da olsa, retorik de olsa iktidarın boğamadığı, tekeline bir türlü alamadığı, hizaya getiremediği bir yerden sızdı. Rap müzikle konuşmaya başlayan, iletişim kuran bir kitle kültürü gelişti. Muhalefetin “mecburen” veremediği umudu halk bazı muhalif kesimi Tarkan’ın Geççek şarkısıyla buldu bir yerde. Bir salvo halinde ara sıra bazen müzikle muhalefet yapıldı. Tek eylemsel ve iletişimsel hal müzik oldu. Genellikle de sürekli çoğalıp duran rap müzikle. İktidar duygu siyasetinde kendi kontrolünde tutabildiğini düşündüğü şeyi artık karşısında görüyor. Zihinleri sadece kendisinin manipüle edebileceğini düşünerek zaten baştan kaybetmiş oluyor.
Ezhel’in, 17 Mart 2023’te Paspartu adlı şarkısını yayınladı ve birkaç gün hafta içerisinde milyonları geçen bir dinleyici kitlesine ulaştı. Paspartu kelimesi Fransızca bir kelime. Bir resmin konu ve çerçevesi arasında kalan kısma verilen ad. Diğer adıyla boşluk. Şarkı “BÜYÜK resim” ve “konusu” arasındaki boşlukta sallanıp durmakta. O yüzden kendine orada bir özerk alan yarattığı için “sağ” olarak ele geçirilmesi pek mümkün görünmüyor. İşte iktidarın “bir şiir okur, secili hakaret eder halkı coştururum, biraz da ceplerine para sıkıştırırım” dediği noktada şarkı Âşık Mahzuni Şerif’in şu sözleriyle başlıyor:
“Ey dostlarım benim
On kuruşa insanların sıçtığı boku temizleyen dostlar
Memleketin sırtında on bin on bin alanlar
Sizi aldatıyorlar insanlar”
(On bin alanlar) İktidar burada bir kavram olmaktan çıkıp kendine bir isim buluyor ve kendisine benzeyen “ler” yaratıyor. Üstelik bu benzeyenlerin rengi de var: “Recep'ler sarı lira, lira” İktidar kendine benzeyen küçük güç birimleri oluşturur. Mesela ailede babayı kendine çekerek geride kalan bütün bireylere tahakküm kurmaya çalışır. Aile Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtlarından (DİA) biridir. “Recep’ler” sözcüğündeki çoğulluk kapitalist düzende zenginliğin belli bir zümrede tekelleşmesi ve kullanılmasını da içerir. Sanıldığının aksine “Recep” sonsuz bir ekonomik güce sahip olmadığı için “ler” kısmında olanlar sadece bir umutla var olan düzenin sürmesini ister. Umut ilkesinin içi sadece parayla dolmadığı için işin içine din, beka, devlet gibi kutsallaştırılmış idare birimlerini de barındırmakta. İktidar parada ve diğer güç birimlerinde babadır hatta anadır bazen. İktidarın cinsiyetini hep “erkek” olarak düşünsek de pratiklerinde patriyarkal yapısının altında biseksüel bir tavır gerçekleştirdiğini de görmek mümkün olabilir. Ensest ilişkiler kurduğunu düşünmemin sebeplerinden biri de cinsiyet konusunda tamamen erkek olduğuna inanmamış olmam. Bunu kadın ve diğer cinsiyetlerin mücadelesini göz önünde ve tahrif etmeden söylüyorum.
İktidar tarihsel olarak hiçbir zaman aynı anda herkese zulüm etmez. Bütün “düşmanlarını” aynı anda tüketmez. Ezhel’in ilk davası onu başka Kafkaesk davalara sürükledi. Diğer rapçilerin ötesinde hedef tahtasına konulmuş olması onu belki de istemediği noktaya itmekte. Türkiye’de ilk defa bir rap sanatçısı uyuşturucu ve seks konularının da dışında devletin ve halkın sinir uçlarına dokunabilmiştir. Tüm kitsch sözleri ve tavırlarına rağmen gerçek anlamda rapin isyankâr tarafına geçmeyi başarmıştır. Bütün bu isyankârlığa rağmen nihilizme kaçmayan arada makul düzeyde sorular sorarak “nasıl olacak bu memleketin hali” gibi çıkışlar yapan “yorgun ve dövmeli demokrat”ın kendisini tanımladığı öteki sözcüklere bakalım: “Oluruz yavşak, hırsız, zındık, pislik, dinsiz, densiz.” Bu sözcüklerle başlayan “arsızlık”, “canavar” sözcüğüyle tamamlar dönüşümünü şarkıda ve hayatta. Bir canavara neden dönüşür bir rap sanatçısı?
1) https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-aslolan-sigara-icenin-degil-sigara-icmeyenin-ozgurlugunu-korumak/518564# son erişim tarihi: 07.04.2023
2) https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-sosyal-ve-kulturel-iktidarimiz-konusunda-sikintilarimiz-var-40472482 son erişim tarihi: 07.04.2023