YAZARLAR

Pastanın üstündeki krema Türkiye

Türk futbolunun bir ekol ya da gelenekle beslenen bir kimliği yok; dolayısıyla işler bir parça kötü gittiğinde bu kimliğin dışa vurumu olan karakter sahne almıyor.

Futbol bir oyun ve bu oyunu oynamaya karar vermek keyfi bir davranış; sizi hiç kimse oynamaya zorlayamaz ne kafanıza silah dayatılır ne de oynamadığımız için açlığa mahkûm edilirsiniz. Oynamaya karar vermek ne kadar keyfiyse, oynamaya başladığınız da o keyfiyet ve konfor, yerini oyunun kurallarına bırakır. Bir kez oynamaya başlayınca keyfiyetten kaynaklanan konfor uçar buharlaşır. Bir rakiple oynayacağınız için, artık bir başkasının gerçekliğini kabul etmek zorundasınız. Oyunun temel vasıtası olan top, yuvarlak bir nesne olduğu için de keyfiyet büsbütün ortadan kalkar. Bir oyun olarak futbolun idari kuralları da keyfiyeti sınırlar. Artık oyunun sert zeminindesiniz. Bu oyunu oynamak istiyorsanız, bu oyunu oynayan diğeri kadar, bağlayıcı bazı standartları da oluşturmak zorundasınız. Hadisenin can alıcı noktası da sizin performans ve standartlarınız yeterli olmaz; çünkü rakipleriniz sürekli gelişme kaydederler. Bu rekabette var olmak istiyorsanız, oyunun prensiplerine bağlı kalmak yetmez, en az rakipleriniz kadar kendinizi yenilemek zorundasınız.

Türkiye yüzyıldan fazla bir süredir, bu oyuna zaman, mesai ve para ayırıyor ve bu oyunu bir ekol, bir sistem ya da gelenek içinde tanımlamaya yanaşmıyor. Kendi oyun pratiğini tanımlayamadığı için de bu oyunu değerlendirecek kriterler de oluşmuyor. Tanımsız ve kritersiz bu faaliyet doğal olarak kendi üstüne düşünmeyi de beceremiyor.

Kendi üstüne düşünmeyi reddedip, bunu aşırı lüks gören bir zihniyet elbette kendi pratiğini değiştirip, düzenlemeler yapamaz. Yüzyıldır söz konusu yenilik ve reformlar yapılmadığı için, her uluslararası kapışmalarda sonuç, bu yıl ki Avrupa Şampiyonası gibi şekilleniyor.

Türkiye’de futbol bir oyun değil, ötekini yenmektir. Oyun önemli değil, sonuç her şeydir. Sonuç üretmeye neden olan süreçlerin hiç kıymeti harbiyesi yoktur. Roma’ya giden her yol mubahtır, yeter ki Roma’ya gidilsin. İç rekabeti kutsamak ve buradan tatmin aramak yegâne amaçtır. Durum bu olunca futbol, pazartesi sohbetlerinde tüketilen bir sosyal olgu oluyor.

Bu futbol iklimi, başkaları için pastanın üstündeki kremadır. Herkesin pastadan payını kolaylıkla alması da sırf bu nedenle mümkün oluyor. Sorun Şenol Güneş ya da oyuncuların kendisinde değil, bizzat bu iklimin egemenliğindedir. Son tahlil de futbol zihniyeti buysa, teknik direktör ve oyuncular kim olursa olsun, kader kaçınılmaz hale geliyor.

Türk futbolunun bir ekol ya da gelenekle beslenen bir kimliği yok; dolayısıyla işler bir parça kötü gittiğinde bu kimliğin dışa vurumu olan karakter sahne almıyor. Kısacası pragmatik ve melez futbol, bir şahsiyet kazanamıyor.

Türk futbolu alanı ve zamanı birlikte kullanmayı amaç edinen bir ekolden yoksun. Yine zaman ve mekânı ciddiye alan oyun stratejileri de bir tercih sebebi olamıyor. Strateji yoksa, taktikler yol gösterici deniz fenerlerinden mahrum demektir. Eğer bir stratejiniz varsa ancak o zaman o stratejiden beslenen taktikler anlamı olur.

Türkiye de oyun dizilimden ibaret varsayılır. Dizilim her şeydir. Strateji dizilimle izah edilir. Dizilim sistemin yerine ikame edilir ve nihayet taktiğin kendisi dizilim olarak beyinlere kazılır. Oysa dizilim sadece alanı parsellemektir. Dizilim parseller arası ilişkiyi açıklayamaz. Dolayısıyla parseller arası ilişki için, açık seçik tanımlanmış bir işbirliğine ihtiyaç olur.

Alan zaman ve on bir kişilik insan kaynağının toplam yeteneğini kullanma biçimi, meseleyi oyun denilen daireye taşır. Oyun bu üçlü saç ayakların sonucudur. Bir oyundan söz ettiğimiz de söz konusu üçlünün aynı potada nasıl kullanıldığını anlamamız gerekir.

Türkiye futbol oyununa böyle yaklaşmıyor. Türkiye için önemli olan tek şey, oyuncunun yeteneği ve mevkiidir. Bu anlayış bölücüdür. Her şeyi birbirinden kopuk hale getirir. İşte bu kopukluklar yenilgilerin temel nedenidir.

Oyun, alan zaman ve insan kaynağının birlikte tasarlanmasıdır. Bu kurguyu uygulayan öğe de oyuncudur. Oyuncu oynamaz, oyuncu denileni yapar. Eyleyendir. Oyuncuyu tahtından indirmeden, onun yerine oyunu o tahta oturtmadan Türkiye’de futbol adına gelişme ve ilerleme kayıt etmek mümkün olmaz.

 


Ali Fikri Işık Kimdir?

Ali Fikri Işık, 1958 yılında Mardin’in Savur ilçesine bağlı Xeramemo köyünde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Batman’da, liseyi ise Silvan’da okumuştur. 1978 yılında Batman'da “Sesleniş” Gazetesiyle yazın hayatına başlamış. 1985 yılında yazarlar kooperatifi olan Yazko’nun dergisi “Yazko Somut”ta, 1994 yılında “Zone News” gazetesinde, 1995 yılında haftalık dergi “Roj”da, 2010 yılında Taraf gazetesinde, 2016 yılında “BasNews ve Kurdistan24 Türkçe'de yazmıştır. Amedspor Kaos ve Direniş Amedspor kitaplarının yazarıdır.