Patates yiyenler ve 16 ton vicdan
"Patates Yiyenler" çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madencinin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza bakacak kadar bize yakındılar.
Abdullah Deveci*
Thomas More, 'Ütopya' adlı eserinde koyunların insanları yediği ülkeden bahseder. 16. yüzyıl başlarından itibaren İngiltere’de dokuma endüstrisinin makineleşmesi ve gelişmesine paralel olarak yoksul köylülerin işlediği arazilere el konulmuştu. Koyunlara otlak olan bu araziler tabii ki zengin ve büyük toprak sahibi çiftçiler ve aristokratlara aitti. Daha çok yün için yoksullar yok sayılabilirdi. Dokuma endüstrisi yoğun insan göçlerine neden oldu ve kentlerin çeperlerinde yeni konut alanları oluştu. Eğitimsizlik, yetersiz beslenme ve veba yeni kentlilerin yaşamını kökten değiştirdi. Evet, üretim ilişkileri koyunların yoksul insanları yediği bir ülke yapmıştı İngiltere’yi. Thomas More’un tespiti yaklaşık 500 yıl önceydi, şimdi ise, yani modern dönemlerde, yani kapitalizmin artık vahşi olmadığı söylenen şu yaşadığımız çağda madenler, en çok da kömür, insanları yiyor. Sadece iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla değil, çevreye verdiği zararlarla da. Kömür madenlerinde 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301; 26 Mart 1995’te Yozgat-Sorgun’da 37; 3 Mart 1992’de Zonguldak-Kozlu’da 263; 7 Mart 1983’te Zonguldak-Armutçuk’ta 103 insanımızı kaybettik.
“16 Ton”, bir İngiliz madenci şarkısı. Ümit Kıvanç bu şarkıdan esinlenerek 2011’de bir belgesel yapmış. Tanıl Bora da 2021 Mayıs’ında şarkıyı Van Gogh’un yaşamı ve “Patates Yiyenler” resmiyle bağlantılar kurarak madenlerdeki iş kazaları/katliamları konu alan bir yazı yazmış. Kıvanç’ın belgeseli, kendi deyişiyle “vicdan ve piyasaya dair”, “insanlık tarihine ironik bir yaklaşım”. “16 Ton” şarkısı ise madenci hayatının çarpıcı, ironik, kışkırtıcı ve her şeyiyle sahici, her şeyiyle gerçek anlatısı, tıpkı “Patates Yiyenler” resmi gibi.
VAN GOGH MADENLERDE...
Hollandalı papaz Teodorus van Gogh’un oğlu Vincent van Gogh, 1853’de dünyaya geldi. Üç kız, iki erkek kardeşiyle din ve sanatla harmanlanan bir ortam içinde büyüdü. Gelgitlerle dolu yaşamı sıkıntı içinde geçti, sanatçı olmaya karar verdiği zamana kadar hemen her şeyde başarısız oldu. Amcaları sanat simsarıydı. Çok sevdiği ve sürekli desteğini arkasında bulduğu kardeşi Theo da öyle. Kendisi de sanat simsarlığını denedi, beceremedi. Din adamlığı, misyonerlik denedi, beceremedi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi, bitiremedi. 27 yaşlarında depresyona girdi. Âşık oldu, karşılık bulamadı. Sonra büyük umutlarla sanatçı olmaya karar verdi. Den Haag’da başlayan sanat yaşamı, 1880’lerde Paris’te devam etti. Paris sanatın merkeziydi, büyüleyiciydi, dönemin çoğu ünlü sanatçısı oradaydı. Henri Toulouse-Lautrec, Paul Signac ve Gauguin’le arkadaş oldu. Monet, Pissarro ve Sisley gibi sanatçıları yakından tanıdı ve diyalog kurdu. O sıralarda Paris’te olan iki kadın ressamı, Berthe Morison ve Mary Cassatt’ı tanıdı. Özellikle de Cassatt’ın Japon gravürlerinden esinlenen işlerinden etkilendi.
Van Gogh’un hayatı boyunca sanata bakışını ve toplumsal sorunlar karşısında aldığı tavrı büyük ölçüde Borinage’da geçirdiği zamanlarda edindiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Van Gogh’un 1878 sonlarında yardımcı vaiz olarak geldiği Borinage, Belçika’nın Valon bölgesinde bir maden kasabasıdır. Borinage’da bulunduğu zamanlarda dünyevi işlerden kendini soyutlamıştı. Maden ocaklarına inip işçilerle birlikte oluyordu. İşçilerin güvencesiz, ucuz işgücü, ağır koşullar altında sömürülmesine tanık oldu. Vincent, bir Evangelist olarak Borinage kömür madenlerinde kendini yoksullara adadı. Ancak bu insanların yaşamları o kadar sıkıntılıydı ki, dini vaazlar anlamsız kalıyordu. Van Gogh’un, yoksulluğu bir ibadet gibi yaşadığı anlaşılıyor. Kötü koşullarda barınıyor, ekmek ve suyla günü geçiriyor, kötü, yırtık ve yamalı giysiler içinde maden ocağındaki patlamalardan sonra yaralanan işçileri tedavi ediyor, her şeyini yoksullarla paylaşıyordu. Tüm bunlar Van Gogh’u elbette bir aziz yapmadı. Üstelik Protestan Kilisesi, dini bir kişiliğe pek yakıştıramadığı Van Gogh’la sözleşme yenilememişti. Van Gogh’un dinle ilişkisinin kökten değişmesine neden olan gelişmelerdi bunlar. Sonraları yaptığı “Nuenen’de Eski Kilise Kulesi” resmine atfen Theo’ya yazdığı mektupta (Arles Eylül 1888) “Şimdi bu harabe bana bir dinin nasıl çürüyüp döküldüğünü ama buna rağmen yine de ne denli güçlü şekilde kurulmuş olduğunu gösteriyor. Buna karşılık köylülerin yaşantısı ve ölümü ne denli sonsuzca aynı düzende tomurcuklanır ve solar, tıpkı kilise mezarlığının çimlenip çiçeklenmesi gibi. Din öldü, Tanrı yaşıyor” diye yazmıştı.
Bu gelişmelerden sonra Van Gogh, 1880 Ağustos ayında ressamlığı meslek edinmeye karar vererek, maden işçilerini çizmeye başlar. Van Gogh’un madenci kasabasında yaşadıkları ve gördüklerinin onda derin izler bıraktığı anlaşılıyor. 1885 yılında da “Patates Yiyenler” resmini yapar.
PATATES YİYENLER
Eskiz ve bilinen bir baskı resim dışında biri Amsterdam, öbürü Otterlo Devlet Müzesi’nde bulunan “Patates Yiyenler”in iki versiyonu vardır. Amsterdam Devlet Müzesi’ndeki resim, bir kulübe ya da köhne bir evin odasında köylü veya madenci ailenin yemek yemesini konu edinmiştir. Küçük odada bir masanın etrafında ikisi kadın, ikisi erkek ve arkası dönük kız çocuğundan oluşan beş figür bulunmaktadır. Erkekler belki de yorgun argın madenden eve yeni dönmüştür. Kadınlar ise tarla işlerinden sonra bir de ev işleriyle uğraşmış ve topladıkları patatesleri pişirerek yemek hazırlamışlardır. Ev eşyalarını oluşturan çaydanlık, çatal, arka planda raflar, duvarda asılı bir saat ve resim çerçevesi, tavana asılı gaz lambası ve sepetler yoksul bir evin içinin betimlendiğini fazlasıyla hissettirmektedir. Oda oldukça loştur. Yetersiz ışık, odanın bölümlerini net biçimde görmemizi engellemektedir. Tek ışık kaynağı olan yağ lambası, asıl vurgulanmak istenen resmin en önemli öğesi olan patatesleri görünür kılmıştır. Masa üzerindeki tabak ve patateslerse oldukça aydınlıktır. Kahverengi ve koyu yeşil tonların hâkim olduğu bu kompozisyonun verdiği his, her günü benzer şekilde yaşamanın dayanılmaz ağırlığıdır. Bu resimdeki her bir öge ve figür basit, hatta pek çok sanat yazarının dediği gibi çirkindir. Mekân, eşyalar ve insanlar kirlidir aynı zamanda. Özellikle de eller dikkat çekecek kadar kirlidir. Torterolo’ya göre, Van Gogh bunu bilinçli yapmıştır. Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı 20 Nisan 1885 tarihli mektubunda bu insanları bir lamba ışığı altında patates yerken, topraklı ellerini tabağa uzatırken gösterdiğini, bu yolla emeği ve dürüstçe ürettikleri yiyeceği yücelttiğini ifade eder.
Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı başka bir mektubunda (Nuenen, Temmuz 1885);
“Benim Patates Yiyenler’deki figürlerimde birtakım yanlışlar konusunda Serret’nin ‘ciddiyet ve inançla’ bir şeyler söylediğini yazmıştın geçenlerde. Buna verdiğim cevaptan anlamış olman gerekir ki, o acıdan ben de kendi kendimi eleştiriyorum; ancak, kulübeyi birçok gece loş lamba ışığında gördükten sonra edinilmiş bir izlenim olduğunu, yağlıboyayla kırk kadar baş etüdü yaptıktan sonra yapılmış olduğunu da özellikle belirttim; dolayısıyla sizinkinden değişik bir bakış acısından yola çıktığım açık-seçik ortada. Bir kazmacıda ‘karakter’ olması gerekir diyeceğime, başka türlü özetliyorum düşüncemi: Bir köylü resmi köylü olmalı, bir kazmacı resimde toprağı gerçekten kazmalı, diyorum; o zaman bu resimlerin temelinde gerçekten bir çağdaşlık olabilir, diyorum” diye yazmaktadır.
“Ancak şu noktayı unutmamak gerekir ki, köylüler, işçiler çıplak değil ve onları nü figürler olarak düşünmek kesinlikle uygunsuz. Ressamlar ne kadar çok köylü ve işçi figürleri yapmaya başlarlarsa o kadar memnun olacağım. Kendi adıma, yapılacak bundan daha iyi bir şey bilmiyorum” diye de ekler.
Van Gogh, müthiş bir gözlem gücü ve sanatçı duyarlılığıyla tanımlamalar yapmıştır. Günümüzde tıbbi bir terim olan “Premature Yaşlılık Sendromu” tanımını Van Gogh hasta veya ölmeye yatırılmış maden işçilerinin başında dua okurken kullanmış. Vaktinden önce yaşlanan bu büyük insanlık için... Yani gerçek olanla bağını koparmamıştır Van Gogh. Önceden kurguladığını tuvale geçirmiştir. Kabalık ve çirkinlik gibi sanat konusu olmadan sorunlu görülen pek çok şey bilinçli olarak bu resimde yer bulur. Bundan dolayı da yaşadığı dönemde ağır eleştiriler almıştır. Arkadaşı Von Rappard, resim için “Böyle bir çalışmanın ciddiye alınmayacağı konusunda bana hak verirsin umarım” der van Gogh’a. Bu oldukça ağır yergi, Van Gogh’u derinden yaralamış olmalıdır.
Resimden övgüyle bahsedenler de olmuştur. Camille Pissarro gibi yaşadığı dönemde ünlenmiş önemli bir sanatçının resmin anlatım gücünden çok etkilendiğini söylemesi çok önemliydi. Dönemin bir diğer önemli sanatçısı Emile Bernard, Van Gogh’un Hollanda’da bulunduğu dönemde yaptığı eserleri incelemiş, “Patates Yiyenler” resmi için, “Bu karmakarışık resimde, ürkütücü bir kulübenin içindeki zavallı insanların, ölü bir lambanın ışığı altındaki sofraları beni şaşkına çevirdi. Ona Patates Yiyenler adını vermiş, ama çirkin ve huzursuz bir yaşamı anlattığı kesin” demişti.
J. Berger on dokuzuncu yüzyılın sonlarında sanatçının resmini yapacağı şeye karar vermesi için kabaca iki yolu olduğunu söyler. “Sanatçı ya kendini halkla özdeşleştiriyor, böylece onların yaşamının kendisine bir konu dayatmasına izin veriyordu; ya da bir ressam olarak kendi içinde bulmak zorunda kalıyordu konusunu. Halk dediğimde, burjuvazi dışında kalan herkesi kastediyorum” der. Berger’e göre, “Elbette pek çok ressam, onaylanmış konular listesine bakıp, burjuvaziye buna göre hizmet ediyordu ama Salon’u ve Kraliyet Akademisi’ni yıllar yılı dolduran bu ressamların hepsi bugün unutulmuş; aşırı bağlılıkla hizmet ettikleri insanların ikiyüzlülüğünün kurbanı olmuşlardır.” Kendilerini halkla özdeşleştirenlere örnek olarak da Van Gogh ve Güney Denizleri’ndeki Gauguin’i örnek verir. Bu sanatçılar yeni konular bulmuşlar ve gördükleri kişilerin yaşamları ışığında eski konuları yenileştirmişlerdir. “Patates Yiyenler” resmi de böyle yenilikçi bir resimdir.
G. E. Gürcanlı’nın dediği gibi, “Patates Yiyenler tablosundaki emekçiler büyük insanlıktı” ama resimde “yanakları dolu dolu, kıpkırmızı sağlıklı yüzler yoktu, kara kömürün karalığı ve karamsarlığı üzerlerine yansımıştı.” Evet, Soma’da ölen 301 madenci de büyük insanlıktı. Yeryüzü için yeraltındaydılar. Bora’nın “Patates Yiyenler” için dediği gibi, “16 Ton” şarkısının sözlerinin çağrıştırdığı işçiler olmalı onlar: “Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete zimmetli.” “Patates Yiyenler” çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madencinin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza bakacak kadar bize yakındılar.
On Altı Ton
Bazı insanlar der ki insan çamurdan yapılmıştır
Zavallı adamcağız kas ve kandan yapılmıştır
Kas ve kan ve deri ve kemikler
Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Güneşin ışıldamadığı bir sabah doğdum
Küreğimi alıp madene doğru yürüdüm
9 numara kömürden on altı ton yükledim
Ve patron da dedi ki “vay be”
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Bir sabah doğmuştum, hafif yağmur yağıyordu
Dövüşmek ve bela benim göbek adımdır
Bambu çalılığında bir anne aslan tarafından yetiştirildim
Hiçbir cırtlak sesli kadın beni hizaya sokamaz
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Eğer beni karşıdan gelirken görürsen kenara çekil
Birçok adam çekilmedi, birçok adam öldü
Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten
Eğer sağdaki halledemezse soldaki halleder
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Tennessee Ernie Ford
Sanat Tarihçisi*