Paul Schrader kartlarını açık oynuyor!
Paul Schrader yaratmış olduğu sinema dilinden hiçbir şekilde taviz vermeden, belki seyir keyfi olarak ilk anda bizi yeterince tatmin etmeyen ama izledikten sonra ne kadar derin ve incelikli bir yapımın karşısında olduğumuzun farkına vardığımız çok önemli bir film çıkarmış.
Yönetmen ve senarist Paul Schrader kuşkusuz hem yönetmenliğini üstlendiği filmlerde hem de senaryosuna imza attığı yapımlarda hikayesinin merkezine, bildiğimiz ‘kahraman’ şablonlarının tamamen dışına çıkan, sorunlu, dengesiz, geçmiş hayatından dolayı değişik türde travmalar yaşamış ve bir şekilde normal bir hayata adapte olmaya çalışan karakterleri koymayı tercih ediyor. Ancak farkını hissettirdiği en önemli noktalardan biri de belki bu karakter(ler)in psikolojisine saplanıp kalmaması, hikayeyi sadece ‘içsel’ ve ruhsal bir yolculuğa çevirmemesi oluyor. Gerek yönetmenliğini de üstlendiği filmlerde gerekse de sık sık beraber çalıştığı Martin Scorsese gibi yönetmenlerle ortaklaşa yarattıkları senaryolarda Schrader, baş karakterini belli bir sosyal ve politik dönemde konumlandırmakla beraber bu karakterin o dönemin koşullarında belli ölçülerde pasif kalmasını kendi adına avantaja çevirmeyi başarıyor. Çünkü dış dünyayla bağlantısı kopuk veya sınırlı olan bu kişiler anlık tepkiler vermek yerine yaşadıkları baskıları, sorunları veya hissettikleri karşı konulmaz istekleri hikaye boyunca ‘içlerine’ atıyorlar, biriktiriyorlar ve bir noktada bunlar ‘patlak verip’ o zamana kadarki düzeni allak bullak edebiliyor. Dolayısıyla Schrader senaryosunda hem başkahraman ve çevresini mercek altına alarak katmanlı bir psikolojik evren yaratıyor hem de hassas veya kriz halinde bir Amerika dönemini otopsisini arka planına yerleştirerek, onu çok daha gerçekçi ve güncel temeller üzerine oturtuyor. Bu tutumun en önemli örneklerini senaryosuna imza atmış olduğu ‘Taxi Driver’da, ‘Raging Bull’da veya özellikle yakın dönemde yönetmenliğini de üstlendiğini filmlerinde görmüştük!
Garipsenecek bir şekilde ne sinema salonlarında ne de Oscar ödüllerinde yeterince ilgi görmeyen 2021 yılında çektiği son filmlerinden biri olan ‘The Card Counter’ belki Schrader’ın kariyerinde bile ayrı bir yere koyabileceğimiz mütevazı, iddiasız görüntüsünün altında ciddi bir duygusal yoğunluk taşıyan ve suçluluk, vicdan, sorumluluk veya bağışlama gibi temaların güçlü karşılıklarının arandığı olgun ve önemli bir film. Hatta belki de 2021 yılının en akılda kalacak yapımlarından biri…
Konuya değinecek olursak; William Tell (isim tabii ki tesadüfi değil!) askeri geçmişi bulunan, artık hayatını profesyonel poker oyuncusu olarak kazanan, yalnız ve bu yalnızlıktan memnun gibi duran orta yaşlı bir adamdır. Ufak paralar kazanarak sürdürdüğü poker hayatı ona parasal destek sağlayarak sponsor olmak isteyen bir kadının ve özel nedenlerden dolayı himayesine aldığı bir gencin ortaya çıkmasıyla tamamen değişime uğrayacaktır.
TEK BAŞINA BİR FİLME YETEBİLECEK MALZEMELER…
Bizce Paul Schrader’in ve senaryosunun ‘alameti farikalarından’ biri tek başına bir filmin ana omurgasını oluşturabilecek birçok senaryo öğesini deyim yerindeyse ‘elinin tersiyle’ itmesi daha doğrusu bunları hikayesinin yan öğeleri gibi kullanarak ana hikayesinden fedakarlık yapmaması oluyor.
Örneğin bir poker oyuncusunun ve özellikle bunu iş olarak yapan birisinin hayatı doğal olarak bu oyun üzerine kuruludur ve sürekli artan paralarla, oyuncuların birbiriyle inatlaşmalarıyla, rest çekmeleriyle veya blöf yapmalarıyla sürekli ‘alev alev’ olan bu kumar oyunu doğal olarak ciddi bir gerilim, yoğun bir atmosfer yaratır üstelik istenilirse oyuncuların karakterleri üzerine ipuçları verir. ‘The Sting’ (1973) filmiyle başlayan bu akım sonrasında ‘Rounders’ (1998) gibi birçok filmle devam etmiş hatta James Bond’un bir filminde ‘Casino Royal’ (2006) bile başlı başına bir sekans olarak kendisine yer bulmuştu. Dolayısıyla kurulmuş bir robot gibi saatlerce hatta bazen günlerce bu oyunu oynayan başkarakterimizin oyun taktiğine, stresini nasıl yönettiğine dair bazı emareler görmek istiyoruz ama bu beklentimiz bilinçli bir şekilde karşılık bulmuyor. Filmin birçok sahnesinde Tell’i poker masasında izlememize rağmen genelde onu oyunu kazanmış, duygusuz bir yüzle oyun fişlerini toplarken görüyoruz.
Üstelik Tell’in kazandığı parayı sponsor olarak çok büyük bir ölçeğe çıkaran La Linda’yla olan ilişkisi son derece mesafeli ve adeta ‘kol kanat’ gerdiği genç Cirk ona sadece (sonradan anladığımız bir ortak neden için) refakat ediyor. Ne Tell ona poker üzerine bir şey öğretiyor ne de herhangi bir şekilde kendisinin özel hayatına dahil olmasını istiyor. Tell’in nerdeyse bütün film boyunca taşıdığı bu duygusal ‘zırh’ senaryonun diğer ‘kanallarında’ da kendini gösteriyor.
UNUTMAK DEĞİL ARINMAK…
Tell’in travmalı geçmişinde de biraz belirsizlikte kalan ve aklımızda soru işaretleri yaratan bir anlatım söz konusu… Başkarakterin niye bir süre askeri hapishanede kaldığını ve askerliği süresinde nasıl insanlık dışı ‘suçlar’ işlediğini ‘balık gözle’ çekilmiş sekanslar sayesinde öğreniyoruz ama Tell’in bu acı veren anılarla nasıl başa çıktığı o derece net değil daha doğrusu değişik yorumlamalara açık… Örneğin baş kahramanın resmi ve önemli poker turnuvalarına katıldığı zamanlarda bile mütevazı bir otel odasında kalması, bu odada kalırken bütün eşyaları yanında taşıdığı beyaz örtülerle özenle sarmalaması ve odadaki tabloları çıkarıp telefonun fişini çekerek tamamen anonim ve dış dünyadan kopuk bir ortam yaratmak istemesi kendisinin ufak pişmanlıklarla yüzleşmek durumundan çok daha vahim ve umutsuz bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyor. İyice kişiliksizleştirilmiş ve ‘örtülerek’ temizlenmiş bu mekanda Tell adeta günah çıkarır gibi günlüğüne yaşadıklarını yazıyor. Tell’in yüzünde yine hiçbir belirgin duygu ifadesi görmüyoruz ama bizce başkarakterin yapmaya çalıştığı bir ‘unutmaya’ çalışma veya basit bir suçlarını kabul etme değil daha çok bir ‘arınma’ gayreti… Biraz umutsuzca ama pes etmeden sürdürdüğü bir gayret…
Bu sahnelerde gözlemlediğimiz (en azından dışa vurulmayan) ‘duygu yoksunluğu’ Tell’le La Linda arasındaki sekanslarda da gözümüze çarpıyor. En baştan beri aralarında bir çekim olduğu belli ama kendini bu derece etrafından ‘soyutlamış’ bir karakterin bu açıdan ‘adım atması’ oldukça geç ve tereddütlü bir şekilde geliyor. Kuşkusuz bu durum kendisi için nerdeyse bir ‘devrim’ ama bu evreye gelmesindeki duygusal süreçleri değindiğimiz ‘zırhtan’ dolayı fark etmemiz zor…
Aslında bu kadar belli belirsiz ilerleyen, bazı yan hikayeleri beklenenden hızlı geçiştirilmiş gibi duran ve bir anlamda neye tam olarak önem verdiğini pek kestiremediğimiz bir senaryo seyirciye biraz ‘yarı yolda bırakılmış’ hissiyatı verebilir. Sonuç olarak tam olarak izleyemediğimiz poker sekansları heyecanlanmamızı önleyebilir, duygularını hiç belirtmeyen bir kahraman atmosferin dramatik havasını zayıflatabilir ve ‘mesafeli durmadan’ direkt ‘beraber olmaya’ geçen bir romantik ilişki içimizde bir ‘eksiklik’ hissiyatı oluşturabilir. Ancak filmin asıl gücü belki de burada yatıyor: Schrader kendisinden alışık olduğumuz bir ustalıkla, bu ‘eksik’ görünen parçaları, başkarakterin trajik durumunu güçlendirmek, yabancı olduğu (Chris’e karşı) sorumluluk ve himayesine alma eylemlerini sağlam temellere oturtmak ve başkarakterin bu ‘cehennemden çıkış’ sürecinin beklenenden çok daha sancılı olacağını göstermek için kullanıyor. Dolayısıyla eksik ve geçiştirilmiş gibi duran bu sekanslar yönetmenin ne kadar dozunda, kararlı ve seyirciyi de harekete geçiren ‘interaktif’ sinema dilinden hiçbir şekilde taviz vermediğini bir kez daha kanıtlıyor.
BUSH DÖNEMİ VE BIRAKTIKLARI…
Başta Schrader filmlerinin her zaman sosyal veya politik bir dönemi işaret ettiğinden bahsetmiştik. Film, bu açıdan da bir zirve yaşıyor: Bush’un başkanlık döneminde tepe noktaya ulaşmış, Amerika’nın asla tam olarak çözemediği Guantanamo askeri üssü meselesi ve burada yaşanan insanlık dışı işkenceler Tell’in bütün ‘iç şeytanlarının’ kaynağı gibi duruyor. Önce burada emir eri olan, ardından bu olaylara kayıtsız kalan sonrasında ise bu işkencelerden zevk alarak, karanlık ve çarpık bir sadiste dönüşmüş olan Tell’i bu dünyaya salan kişi olan Binbaşı John Gordo (Willem Dafoe), klasik bir intikam filmi karakteri olacakken yönetmen burada da değişik bir yol izliyor ve baş karakteri sanki hem kendisinin hem de o zamanki ‘Üstlerinin’ günahlarını sırtlamak zorunda kalan bir kişi gibi sunuyor. Belki kendisinin asla bir ‘çıkış’ yolu bulamamasının nedeni de bu…
‘Balık gözü’ kamera açılarıyla resmedilen bu sekanslar zaman zaman nerdeyse ‘Arafı’ andıran kaos, acı ve korkunun kol gezdiği bir cehennem çukuru gibi resmediliyor. Ancak bu sekanslarda yönetmen yine bir ‘teşhircilik’ yönteminden uzak duruyor ve bu hapishanede yaşanan psikolojik ve fiziksel işkenceleri kadraj dışı bırakıyor. Kısaca film sağlam bir Bush dönemi Amerika’sının ‘otopsisini de sunarken Tell’in niye bu kadar ‘kapalı’ olduğu konusunda en ufak bir şüphe bırakmıyor.
Filmde zaman zaman duygusal yanı ağır basan, mantıklı ve kararlı La Linda’yı canlandıran Tiffany Haddish ve kendini bir anda ortasında bulduğu bir ‘belirsizlik’ dünyasında intikam tutkusunu canlı tutmaya çalışan genç Chris’i oynayan Tye Sheridan’ın performansları takdire şayan ama asıl kahramana hayat veren Oscar İsaac’a ayrı bir parantez açmamız gerekir: bu kadar duygusuz (duran), ara sıra hassas psikolojisinde ufak ‘çatlaklar’ veren, hikaye ilerledikçe çok yavaşça olsa da daha insancıl davranmaya başlayan bir karakteri eksizsiz bir şekilde ‘çizmek’ gerçekten büyük bir oyunculuk yeteneğinin eseri. Göründüğü her film karesinde bu donuk adamın altında ‘fokurdayan’ bir travma kazanı olduğunu hissetmemiz onun sayesinde oluyor.
Sonuç olarak Schrader yaratmış olduğu sinema dilinden hiçbir şekilde taviz vermeden, belki seyir keyfi olarak ilk anda bizi yeterince tatmin etmeyen ama izledikten sonra ne kadar derin ve incelikli bir yapımın karşısında olduğumuzun farkına vardığımız çok önemli bir film çıkarmış… Sorunlu karakterlerini göründüğü kadar ışıltılı olmayan, ‘temiz’ dururken kirliden daha ‘kirli’ olan ve duygusuzluğun belki de ufak duygudan daha zor olduğu bir dünyaya atarak, kendi türünde başyapıt olabilecek bir eser çıkarmış. Bir kez daha…