Pazar Günü Felsefe Kulübü
Cemal Süreya, “her insan bir yerde parıldar, yeter ki oraya düşsün” diye yazmıştı. Ya parıldayacağımız o yeri sonradan keşfedersek? Bir hayat kurduktan, bir yola girdikten çok sonra… Her şeyi bir kenara bırakıp yeteneğimiz doğrultusunda yürümeye cüret etmeli mi? Bu sorulara sıcaktan uzakta, serin bir bahçede, filozoflar arasında cevap arayalım. Pazar Günü Felsefe Kulübü’nde…
1.
Epikürcülüğü anlayamadık.
Tarih boyunca en büyük eksiklerimizden biri de onları anlayamamak oldu. Bu felsefeyi, dünyevi hazla, şehvetle, hafif sabun köpüğü yaşamlarla eşitledik. “Biz” diyorum ya, doğusuyla batısıyla birçok toplum böyle algıladı Epikür’ü ve felsefesini. Sadece “bizlik” bir durum değil.
Epikür’ün öğretisinin temelinde dostluk ve sohbet vardı. Fazlalıklardan kaçınmak, azalmak, ölçülü bir yaşama ve iç dengeye varmak. Coğrafyamızın insanıydı. Sisamlı’ydı (Samos); önce Midilli'de, derken Lapseki’de, nihayet Atina’da bir felsefe okulu kurdu. Atina’daki, bir okuldan ziyade bahçe içinde bir evdi; dostların buluşup söyleştiği bir ev…
MÖ 300’lü yıllarda yaşamış Epikür’ün yazdığı 300 küsur eserin zaman içinde yok olup gitmesi, filozofun talihsizliğinin büyük parçasıydı muhtemelen ama kurduğu ahlak felsefesinin zevk ve sefa düşkünlüğüyle eşlenmesi de tarihin garip bir cilvesi…
2.
2300 yıl geçmiş aradan, biz önümüze bakalım.
Bu gürül gürül sıcak yaz günlerinde, elimde telefon, sosyal medyada oradan oraya sıçrayıp dururken Epikür’ün öğretisi kadar bahçesini de düşünüyorum. Zamanın Atinasının kenar mahallesinde, Dipylon Kapısı’nın ve Platon’un Akademisinin yakınında bir bahçe.
Öyle bir bahçede, bir ağaç gölgesinde, hamakta, serinde, dostlarla, araya elektronik aletler ve şehrin, yaşamın hayhuyu girmeden felsefi meseleler üzerine konuşsak ne güzel olurdu. Hayatın anlamından başlayarak tüm büyük soruları; bir yandan ancak çocukların sorup hatırlattığı o basit, doğal ve sürprizli konuları; bugünün yaşamının bazen orta yerinde bazen kenarında köşesinde karşımıza çıkarak bizi zorlayan yeni etik, felsefi mevzuları konuşsak… Kimse birbirinin boğazına basmadan. Üstünlük taslamadan. Etrafı öğrenilmiş bir alçakgönüllüğe boğmadan. Anlatarak, dinleyerek. Bir bahçede. Bu sıcakta. Ne güzel olurdu. Arada bir, içimizi gıdıklayan bir meltem de esse, daha ne…
Tamam her günümüz böyle geçmesin, kabul. Atinalı felsefeci değiliz, yeni dünyalara uygun çok ciddi işlerimiz var (ya da maalesef yok) ama bir günlüğüne, öyleymişiz gibi yapsak bari… Tek bir gün. Bir pazar günü.
Alexander McCall Smith’in “Pazar Felsefe Kulübü” isimli bir polisiyesi vardır. O ismin de rüzgârıyla: “Pazar Günü Felsefe Kulübü”nde buluşsak.
3.
Aklımda hazır bir soru var; bu hayali kulüpteki sohbete hemen o sorudan başlayalım. Tam olarak bir soru da değil, daha çok bir mesele. Cemal Süreya’nın, şu an okuduğum “Günler” isimli günlüklerinde kurcaladığı bir mesele. Yetenek meselesi.
32.Günün kayıtlarında şöyle diyor Süreya:
“Bir yeteneğim olduğuna ilk çocukluk yıllarımdan beri inandım. Bugün de öyle düşünüyorum. Daha doğrusu yeteneğe yetenekli biri olarak büyüdüm. Gerçekte neye yetenekli olduğumu bir türlü anlayamadım. Düşünmeye fırsatım da olmadı. Belki cesaret de edemedim. Ya da yetindim ya da üstüne yattım. Ya da inandırıldım.
Sanatçılar çoğunca sanatçı oluşlarını ‘başka bir şeye yetenekleri olmadığıyla’ açıklarlar, böylece de sanat yeteneklerini bir güzel kanıtlamış olurlar. Sondan başa doğru düşününce elbet öyledir. Engels’in de dediği gibi, evrimin önünde sayısız yol vardır, bunlardan biri belirince diğerleri silinip gider.
Kişi genç yaşında, ‘güzel’ bir şey olduğu için, sanat eğilimini ordan burdan kurcalamayı sever. Çevresi de kendisini destekler. O arada öbür eğilimler gizli kalabilir. Yetenek bir gerçektir; ama belli bir alanda yetenek, kişi için bir yazgı da olabiliyor.
Her insan bir yerde parıldar. Yeter ki oraya düşsün.
Ancak çok eşelenince ortaya çıkabilecek yeteneklerin olmadığını da söyleyemeyiz. Elbet bunun zamanında yapılması gerekir: Kişininse buna vakti yoktur.
Ne olursa olsun, ellisini çoktan dönmüş bir adamın ‘neye yeteneğim olduğunu anlayamadım’ diye düşünebilmesi ilginç bir durumdur.
Artık yalnız, yazma yeteneğimden söz edebilecek bir yaş benimki. Başka hiçbir şeyin daha çekici gelmediği… Baştan beri de öyleydi aslında (her zaman değil). Bunu deyince yine aynı noktaya mı geldik?”
4.
Evet, o serin bahçede, Pazar Günü Felsefe Kulübü’ndeki toplaşmamızda, Süreya’dan da hız ve cesaret alarak, dostlarıma bunları sorardım. Neye yetenekli olduğunuzu keşfettiniz mi? O yeteneğe göre mi yaşıyorsunuz? Parıldadığınız bir yere düştünüz mü? Peki ya bu yaştan sonra (yirmi, otuz, kırk, elli fark etmez) gerçek yeteneğinizi keşfederseniz ne yapardınız; ona göre yaşamaya cesaret eder miydiniz? Eder misiniz?
Filmlerde kitaplarda ilginç yaşam öykülerinde sıkça rastlarız da insan kendi yaşamında, yeteneklerine ya da düşlerine göre makas değiştirebilir mi? Ya da değiştirmeli mi? Bu cürete değer mi?
Madem bir felsefe kulübündeyiz; biz bu soruları yine filozoflara soralım. Önce bir vaka koyalım ortaya:
Diyelim ki siz bir bankada çalışıyorsunuz, otuz beş yaşındasınız, geliriniz de fena değil, yuvarlanıp gidiyorsunuz ama kendinizi gerçekleştirdiğinizi düşünmüyorsunuz. Mutlu değilsiniz. Her gün birbirinin aynı. Mutlu olduğunuz tek an, tatile çıktığınız ve gördüklerinizi başkalarıyla paylaştığınız anlar. Tatilde bir iki YouTube videosu da yaptınız ve o kadar eğlenceli, o kadar tatlı anlattınız ki, bu videolar sosyal medyada yürüdü gitti. Siz de düşündünüz: Yeni bir yer görmeyi seviyorum, ancak yolculukta rahat ediyorum, bunları anlatınca da insanlar benimle ilgileniyor, beni alkışlıyor. Bunu bir meslek haline getirebilir miyim? Getiremesem de böyle yaşayabilir miyim? Sürekli kılabilir miyim?
Sahi… Bunun için işinizi bırakır mısınız? Ne yapmalı? Ben biraz karikatürize bir soru koydum ortaya ama hepimiz bu tür yörünge değişiklikleri üzerine düşündük; belki hayata bile geçirdik. O halde bir de bahçede konuşalım şimdi.
Epikür’ün bahçesi dedik madem; ilk cevabı Epikürcülerden alalım. Hazzın peşinde olmanızı öğütlerlerdi muhakkak ama dengeye de dikkat etmenizi söylerlerdi. Şunu sorarlardı: Esasen maddi bir amaçla mı hareket ediyorsunuz; statü endişeniz mi var; yoksa tek derdiniz kendinizi mutlu kılmak mı, tatmin olmak mı? “Ünlü olayım, herkes beni tanısın” diye düşünüyorsanız, “biraz yavaşlayın” derlerdi. “Bu işin pratik sonuçlarını da düşünün” diye bir küçük kılçık bıraktıktan sonra “çevrenizde muhakkak sizin kafanızda insanlar olsun, bu insanları bulun, onlarla konuşun söyleşin dertleşin” diye kulağa küpe bir iki tavsiyede bulunurlardı. Eh, genel olarak olumlu şeyler…
Ama orada durgun dingin, uzaklara bakarak oturan biri var. Schopenhauer… Hemen havalanmadan evvel ona da sorun. Hevesinizi kaçıracaktır. “Hazların peşinden koşmak çoğunlukla tatminsizlikle sonuçlanır” diyecektir size. Ona göre gerçek mutluluk esasında tutkulardan vazgeçmeyi bilmektir. “Hüsrana uğrayacaksınız” der. Schopenhauer, esasında bankada da hüsrana uğrayacağınızı düşünür. Çünkü hayat ona göre bir hayal kırıklıkları silsilesidir; bunu bilip arada bir sanatla, müzikle, derin ve ufki bir kavrayışla hemhal olmak yine de bir teselli sağlayacaktır. Her gün her cephede yenileceksiniz ama arada bir göklerin, kuşların, renklerin de tadına varacaksınız… Schopenhaur size bu kadarını önerir.
Hevesiniz tümden kaçmadıysa orada koca bıyığını bura bura oturan tuhaf adama da danışabilirsiniz. Friedrich Nietzsche’ye… Delici bakışlarını gözlerinize dikecek olan Nietzsche, yeteneğinizi gerçekten keşfettiyseniz ona göre yaşamanızı tavsiye edecektir. “Kişinin kendini gerçekleştirmesinden önemli ne var zaten” diyecektir. Ama bunu yaparken toplumun beklentilerinin ötesine geçmenizi de söyleyecektir. YouTube, like, fav, rt, sosyal medya falan, geçin bunları bir kalem… Bir defa sizin zaten bunları, toplumsal normları sorgulamanız gerekiyor. Tamam yeteneğinize göre yaşayacaksınız ama başarılı olup olmadığınızı toplumun yargıları mı belirlemeli? “Aman ha” diyecektir Nietzsche…
Konfüçyüs’e de sorabilirsiniz. Bahçemiz geniş, o da orada bir köşede oturuyor. Ama onun lafa “sorumlulukların, senden beklenenler, aile, toplum, bankadaki müşteriler” falan diye gireceğini bilin. İşin nereye varacağını anladınız…
İyisi mi Simone de Beauvoir’a gidin. Kendi yolunuzu çizmenizi o destekleyecek. Size dayatılan normların, cinsiyet rollerinin, -meli, -malı’ların dışında bir hayat yaşamanız gerektiğini anlatacak. Beri yandan bireylerin dayanışmasını da önemsediğinden başka deneyimlere de göz atmanızı öğütleyecek. Göz atın tabii, dinleyin onu.
Diğerlerini de dinleyin. Marx’ı, Aristoteles’i, Kant’ı… Hepsi farklı şeyler öğütleyecek. Ama en çok birbirinizi dinleyin. Birbirimizi dinleyelim. Çünkü sorular, varsayımlar, yetenekler, düşler bahane. Oturup usul usul konuşmak; arada sizi bölen hiçbir şey olmadan, gölgede, serinde, sevdiklerinizle saatlerce konuşmak gibisi var mı?
Hayatın anlamı nedir bilmiyorum ama bir parçası işte bu. İnsanın sevdikleriyle bir arada bulunması, konuşması. Şaka maka doğru bir laf: Seviyorsanız gidin konuşun…
*
2 Kitap tavsiyesi
Bu yazıdaki zihin jimnastiğinin tüm bir kitaba yayılmış. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkma, Devrim Çetinkasap ile Elif Okan Gezmiş’in çevirdiği bu kitap birçok ilginç soruya filozofların gözünden yanıt arıyor. Nasıl iyi bir insan olabilirim? Sağlam bir terfi almak için başkalarını incitmekte bir sorun var mı? Ben sadece eğlenmek istiyorum; herkes neden her şeyi bu kadar ciddiye alıyor? Sorular çeşitli. Hatta bu yazıdaki meseleye benzer bir soru da var.
101 Felsefe Problemi - Martin Cohen
İş Bankası Kültür Yayınları’ndan bir zihin jimnastiği daha. Felsefeci Martin Cohen, günümüzdeki birçok meseleyi bir problem olarak formüle etmiş, hikâyeleştirmiş ve bizlere sunmuş. Kitapta önce problemler geliyor ve üstüne düşünmemiz isteniyor. Olası cevaplar ikinci bölümde. Cohen, hayattaki hemen her meseleyi kitaba sığdırmış. Özellikle zaman hakkında soruların aklı uçurduğunu not edeyim.