Pelin Özer: Anadilim şiir
Pelin Özer'le Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan yeni şiir kitabı 'Liya Lu'yu konuştuk. Özer, "Bir coğrafyada yaşanmış ve birikmiş acının dirildiğini görmek ancak şiirle mümkün oluyor" dedi.
DUVAR - Pelin Özer (1972) farklı yazınsal türlerdeki çalışmalarıyla 2004’ten itibaren çeşitli edebiyat dergilerinde yer aldı. Birçok dile çevrilen şiirlerinden bir seçki 2014’te 'Uzay Çiçeği/Weltallblume' adıyla Almanya’da çift dilli olarak yayımlandı. 2010’da Boğaziçi Kitap Fuarı kapsamında düzenlenen haiku ödüllerinde jüri özel ödülüne değer görülen Özer, '17 Haziran' (2011) adlı romanıyla 2012 Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazandı. 'Cam Kulübeler' (2007), 'Atlasın Bir Ucunda' (2015) ve 'Beyaz Ev' (2019) Özer’in şiirlerini ve poetik metinlerini bir araya getiren diğer yapıtları.
Pelin Özer’in 2004-2021 yılları arasında yazdığı şiirlerden geniş bir kesiti dört bölüm halinde bir araya getiren yeni kitabı 'Liya Lu'yu Ayrıntı Yayınları okurla buluşturdu.
Özer’le yeni kitabı 'Liya Lu'yu, şiiri ve geleceğe dönük tasarılarını konuştuk...
Kitaba adını veren 'Liya Lu'yu sorarak başlamak istiyorum. Kitaba da ad olduğuna göre bir anlamı vardır elbette. 'Liya Lu', sizin şair olarak “mürekkebi olduğun acıyla” nasıl ve ne türden bir imge olarak buluştu, ilişkilendi?
'Liya Lu'nun benim bildiğim dillerde bir anlamı yok, tam da bu nedenle isim olarak onu seçtim. 2010’da yazıp yayımladığım, kitapta da yer alan “Uzay Çiçeği” şiirinde kendi uydurduğum bir şarkının sözlerinden gelip kapağa yerleşti. Başka adaylar da vardı ama bir anlama sıkışmak, okuru yöneltmek, şiirleri bir bakıma o kadere zorlamak iyi gelmedi bana. Karar verme aşamasında, sabah erken saatlerde yüzerken durup, ötelere bakıp dönerek “Liya Luuuu” diye haykırıyordum adalara, ufka, gökyüzüne... Yankı aldığım an tereddüdüm de kalmadı. Sonradan bu ses ve söz dizisinin benim şiirde ilk kez anlam ötesine sıçrayışım olduğunu fark ettim. Bu da bir bakıma şiirin hecelemesi, kendi varlığını ilk defa sesle ortaya koymasıdır.
Baştan beri şiiri, bir yandan da şarkımı söylemek gibi gördüğümden bu isim bana kitabın okura dolaysızca seslenme arzusunu da açıkladı. Şöyle diyordu: “Gelin, hep birlikte şarkımızı söyleyelim!”. Haykırarak, mırıldanarak, içeriden, dans ederek, coşarak, tozutarak, esrikleşerek, çığlık atarak… Bunun elbette “mürekkebi olduğum acıyla” da yakından bir ilişkisi var. Buna şiirle cevap vermem gerekse kitaptaki “Yas Tutarken Bile Ayartabilir Beni Dans Tanrısı”na işaret ederdim. Acının coşkudan, transtan, ötelerle bağlantı kurmaktan, şiir yazmak zorunda kalmaktan ayrı tutulamayacağını öğrenmiş olmasaydım bir şarkı nakaratındaki hafifliğe, neşeye, mutluluğa, huzura böylesine kucak da açamazdım.
'ŞİİR BENİM İÇİN BİR KENDİLİK ARAŞTIRMASI'
Şiirlerde bir yandan doğada bir yolculuk, doğaya bir yolculuk dikkati çekiyor. Bir yandan da iç yolculuk diyebileceğimiz bir seyir söz konusu. Seyrin bakmak, anlamak, araştırmak anlamında sizin şiiriniz için önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kitabınızdaki şiirler de güçlendiriyor bu izlenimi. Aradığınız nedir; şiirde ne arıyorsunuz diye sormayacağım, şiirle ne arıyorsunuz?
Öncelikle zihnimle birebir bağdaşan ve bana anlaşılmanın zevkini yaşatan yorumun için teşekkür ederim. Bana göre iç yolculuk hiçbir zaman ayrılmıyor dışarıdakinden. Doğa, fon olmanın çok ötesinde, benim içimde de kendini tamamen bildiği ve hâkim olduğu yöntemlerle sürdüren bir düzen. Karmaşayı da dışlamayan bir düzen. Zamanla; doğum-ölüm-varlık diye sorguladıkça ve doğaya haiku merceğinden baktıkça “cam kulübe”mi içimde ve dışımda katman katman açılan bir sonsuzluğa inşa edebileceğime ikna oldum. Bir güven ve kendini bırakma hissi... İçerisi ve dışarısı arasında kurulan bir bütünlük… Sırtüstü uzandığında suyun insanı taşıması, toprağın içine kabul edip oradan başka hikâyeler başlatması, bir nehirde yıkandığında yeniden doğuş hissini yaşatması, bir taştan aldığı titreşimle içindeki yoğunluktan ansızın sıyrılması… Doğanınki öyle güçlü ve bağımsız bir düzen ki; bozmaktan, korumaktan ve kurup yaşatmaktan da âciz olduğumuz mekanizmalar işliyor orada. Tabii bunları şu an senin sayende anlamlandırmaya çalışıyorum, yoksa şiirde kendiliğindenliği çok önemserim ve yazarken bir kavram ya da kuramdan yola çıkmam.
Hayatın her alanında, nefes aldığımız sürece hep bir seyir söz konusu. Bizler şiir yazarak bunun kaydını tutuyoruz. Bir yandan da şiirler sayesinde kendi seyrimizin takibindeyiz. Şiir benim için bir kendilik araştırması; bana yansıyan zamanı, “âciz çağı”, tanık olduklarımı, maruz bırakıldıklarımı, bedenselliği ve ruhsallığı birbirinden ayırmadan arayışımı sürdürdüğüm bir mecra. Dolayısıyla şiirle aradığım da dışarıdan ve içeriden bana; ruhuma ve bedenime yansıyanlar, dünya diliyle tanımlayamadıklarım. Şiir kendimi her bakımdan açığa vurduğum, bir bakıma soyduğum alan. Bu seyrin hiç sona ermeyeceğini bilmek bana iyi geliyor.
İnsanın doğayla ilişkisi gittikçe daha da gerilimli hale geliyor. Sizi şair olarak doğaya yönelten etkenler neler oldu? Doğayla insan arasındaki çelişkili çatışmalı ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çıkmaz sokaklarda, beton bloklarda yaşanan bir çocukluğun ardından yatakhanede Boğaz’a, yazları Marmara Denizi’ne açılan ve İstanbul’un banliyölerinden birinde çamların ötesinden ufku gözlemleyen bir gençlik yaşadım. Derslerden ziyade yazmak ve okumakla geçen gençliğimde haiku ile ilk tanıştığım günü unutamıyorum. Haiku sayesinde, bilincime taşınmamış olsa da sanıyorum başka türlü bir yaşantının, yazının, bir nevi paralel evren kurmanın mümkün olduğuna dair bir hal yaşadım. O dönemde ele aldığım konular ve kurmaya uğraştığım yapılar değişti mi, emin değilim ama minimal bir ölçekte yaşanmakta olanın bir bakıma derin ve çok geniş bir algının hazırlayıcısı olduğuna uyandım. Bunun beni doğanın gizli diline yaklaştırdığını, en azından bu dili öğrenmenin mümkün olabileceğine dair bir güven aşıladığını sanıyorum.
İnsanın doğayla gerilimli ilişkisinin farkında olmakla birlikte bu alanda büyük sözler etme ehliyetine sahip değilim. Ben de yaşananları dehşetle izliyorum, doğa felaketinin korkunç etkilerini hissediyorum. En son müsilaj faciası beni öylesine derinden etkiledi ki bir Marmara çocuğu ve adada yaşayan biri olarak o ilk güne, denize dair ilk kuşkuyu yaşadığım 1984 yazına döndüm. O cennetin silinmekte olduğunun habercisi denizanalarıyla ilk karşılaşma… Bugün hepimiz köşeye sıkışmış durumdayız ve bu bana aczimizi ve belki de bir bakıma sona yaklaştığımızı, önce idrak edip ardından da bu zaman dilimine yakışır bir pozisyon almamız gerektiğini söylüyor. Bir yandan da her zorlukta direnen, bununla da kalmayıp doğaya ve insanın onun içinde yaratılmış bir yaşam formu olduğuna güvenen hücrelerim bana akıl almaz yoklukta bile dönüşüp değişeceğimizin bilgisini taşıyor.
'BİR COĞRAFYA'DA BİRİKMİŞ ACININ DİRİLDİĞİNİ GÖRMEK ANCAK ŞİİRLE MÜMKÜN OLUYOR'
Şairin ve şiirin çağına tanıklığı, toplumsal sorunlara karşı duyarlılığı önemli. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
İnsan, fiziksel belirişinde, ruh atmosferinde ya da karakterinde bazı tadilatlara gidebilir ama çağının ve toplumunun onu soluksuz bıraktığı yerde kaçınılmaz olarak çığlığını atarak direncini konuşturur. Kalemin kendi bildiğini okuması da var elbette işin içinde. Gözünü öte dünyalara diken şiir çare mi arıyor acaba? Rahat soluk alınacak ve kurtarılmış bölgelerin, “no man’s land”lerin varlığını anımsatacak o alanı koruma içgüdüsü olabilir mi= İçimde kaynayan isyan kimi zaman bir sessizlik bahçesi yaratmak arzusuyla birleşirken kimi zaman deprem yaratacak bir çığlıkla ayaklanıyor.
Tanıklık ederken kalemin ucuna gelip kendini yazdıranlar bana şiir aracılığıyla kozmik bir empati diyebileceğim biçimde “başkalarının acısını yaşama” deneyiminin mümkün olduğunu gösterdi. Bir coğrafyada yaşanmış ve birikmiş acının adeta dirildiğini görmek ancak şiirle mümkün oluyor.
'YAZIMIN HAMMADDELERİNDEN BİRİ ŞİİR'
Uğraşı alanınız bir hayli geniş. Yazının birçok alanında çalışıyorsunuz. Bu arada ilk şiir kitabınız bir haikular kitabıydı. Şiiri uğraşılarınız içinde, öncelik açısından nasıl tanımlıyorsunuz? Şiirle ilgili bundan sonrasına dönük çalışmalarınız, tasarılarınız neler?
Baştan itibaren yazıyı kılcal ve ana damarlar gibi beni saran karmaşık ve görünmez bir ağ gibi algıladım. Yazdıkça o karmaşa çözülüyor ve o göz korkutan derinlik tane tane dile geliyordu. Müthiş bir berraklık ve karşılaşma. Yazmadığım dönemlerde bile yazı daima birkaç kanaldan birden akıyormuş, sonradan fark ettim. Ama şunu tereddütsüz söyleyebilirim; başlangıçta şiir vardı ve şiir hep vardı. Bir yandan da şiir ne yapıp edip mutlaka yazdıklarıma sızıyor; söyleşi, deneme, günlük dinlemiyor. Ben istediğim kadar o metni, kendimi, karşımdakini şiirden korumaya çalışayım; onun laf dinlemez, itaat etmez, başına buyruk bir tabiatı var. Onu tamamen kendime benzetmekte ısrar ettiğimden, bu hali hoşuma da gitmiyor değil. Yazımın hammaddelerinden biri şiir ve onun bir sonsuzluk kaynağı olduğunu duyumsuyorum. Farklı türlerde yazmamı sağlayan da ironik biçimde şiirin bolluğu, adeta beni soluksuz bırakacak bir tazyikle fışkırması olmuştu zamanında. Şiirimi gevezelikten, tekrardan koruma kaygısı beni sadece günlük tutmaya, farklı formlara değil, '17 Haziran' adlı ilk romanımı yazmaya da yöneltti. 'Beyaz Ev'in yapısını ve dilini kurarken şiir ile düzyazının çekişmesini hayal etmiştim ve kazanan cümle olacaktı. Benim için yazı bir atölye, orada hiç durmadan çalışıyorum ve ele aldığım her türe de içten bir hayranlık, sevgi duyuyorum. Ama şunu da rahatça dile getirebilirim: Anadilim şiir.
Rap formunda ve performatif bir hayal ve yönelimle yazdığım 'ÇIĞLIK' ve iki kitap olarak tasarladığım haikular hazır halde. 2020 Nisan'ında “Bir artı Bir” dergisinde ve onun sosyal medya hesaplarında on altı yıldır birikmiş haikularımdan seçtiklerimi yayımlamaya başlamıştık. Bu maratonda tıknefes olmadığımızı görünce bir sene daha ekledik. 2022 Nisan'ına dek sürecek. Bunlar dışında on yedi yıllık şiir birikimini 'Liya Lu' ile nihayet okuruna ulaştırabilmiş olmanın hafifliğiyle nasıl şiirler yazacağım ya da yazacak mıyım, ben de çok merak ediyorum.