Pembe Akgün: Çağımızda modern insan çoğunlukla etken değil edilgen, yaşamıyor da uzaktan seyrediyor
Kitabına adını veren İris çiçeğini, tüm öykülerinde ölümle yaşam, yerle gök, dünya ile cennet arasında bir köprü olarak odağa oturtan Pembe Akgün'le 'Mona İris’i konuştuk.
Aynur Gürül Turan
DUVAR- Gerek yurt içi gerekse yurt dışında birçok oyunuyla bilinen, en son Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen 'Periferi' ile de dikkat çeken, oyuncu, eğitmen, öykü ve oyun yazarı Pembe Akgün, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Kürsüsü mezunu.
Kitabına adını veren İris çiçeğini, hemen tüm öykülerinde ölümle yaşam, yerle gök, dünya ile cennet arasında bir köprü olarak odağa oturtan yazarın, Antik Yunan Mitolojisinin yanı sıra değişik kültürlerden beslenen alt metinleri seçkin bir okur zihninde adeta yeniden üretilmeyi bekleyen çoğul anlamlar saklıyor. Edebiyatla kurduğu bağın temelini merakın oluşturduğunu ifade eden Pembe Akgün’le, Nota Bene Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Mona İris’i, edebiyatı ve edebiyatını konuştuk.
Her öyküde, öykülerin ana izlekleriyle ve okura yansıtması gereken atmosferle çok uyumlu, farkındalığı besleyen cümleler kuran bilge karakterler karşımıza çıkarak, ölümle yaşam arasında hiç de yabancı olmadığımız eşiklerle yüzleşmemizi istiyor gibi. Bu şekilde okura bir ayna tutarak kendisiyle yüzleşmesini, insan varlığı; varlık olma/ var olma halleri üzerinden etik sorgulaması yapmasını mı istediniz?
“Tüm sanatlar gösteri sanatıdır” der Le Guin. Öykülerinin okunup, oyunlarının sahnelenmesini yazarken kim umut etmez ki? Dünyaya çığlık çığlığa ağlayarak geliyoruz ve bu varlık çığlığını tüm hayatımız boyunca -sesli yahut sessiz- atmaya devam ediyoruz.
Sanatçı da eserleriyle yapıyor bunu. Bana gelince; çoğunlukla yaşarken fark ettiğim, üzerinde düşündüğüm, sorular sorduğum, dert edindiğim şeyler hakkında yazıyorum. Kendimle söyleştiğim bir kavramı, bir olguyu, bir çelişkiyi hem kendim hem de başkaları için kurmaca bir metinde görünür hale getiriyorum da denebilir. Tüm bunları yaparken, yüzlerce binlerce yıldır insanın insana, insanın dünyaya yaptığını ve ancak bir arpa boyu yol almış olduğumuzu görmezden gelemiyorum maalesef… Yani, “yüzleştirmek” sözcüğüyle tanımlamasam da James Joyce gibi ben de, “Soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek” istiyorum tabii zaman zaman.
İsimleriyle, taşıyacağı niyeti uygun şekilde temsil eden karakterinizi, alışılmadık mekânlarda ve alışılmadık olay örgüleri içinde, sade, akıcı, anlaşılır bir dille kurgulamışsınız. Yazarken nelere dikkat eder, neleri önemsersiniz, metne estetik bir değer katma kaygısı güder misiniz?
Chomsky “Dil sonsuz sayıda yapıta dönüşebilir,” der. Benim kalemimden bu öyküler bu şekilde çıktı. On yıl sonra yazsaydım eminim daha farklı olurdu. Yazarken özellikle farklı estetik kaygılar peşine düştüğümü söyleyemem, ama tutarlı, bütünlüklü, katmanlı, zengin metinler olmasını arzu ettim. Öykünün olanakları içinde öyle de oldu sanırım.
Bazı edebi çalışmalarda içerik, eserin biçimine/formuna karar verebiliyor. Örneğin siz “Su Kuklacısı” öyküsünü mektup türünde kurgulamışsınız. Bildiğim kadarıyla bazı yazarlar da metnin biçiminin, içeriği etkilemesine/ belirlemesine izin veriyor. Sizin kaleminiz biçim ve içerik ilişkisinden nasıl etkileniyor dersiniz?
Öykülerimi yazarken biçimlerini de içeriklerini de temelde karakterlerim belirledi diyebilirim. İster Japonya’da, ister İstanbul’da veya Zagreb’de yaşıyor -yahut 'Sümbül Saç' öyküsünde olduğu gibi ölmüş- olsun karakterlerim, ilk cümlelerinden itibaren geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla, mekânla, uğraştıkları dertlerle dayattılar varlıklarını. Biraz onlar beni zapt etti, biraz da ben onları…
Süsen ya da iris çiçeği olarak da bilinen, ülkemizde yaygın kullanılan adıyla zambak, tüm öykülerinizde bir şekilde kendini gösteriyor. Öykülerinizi böyle bir odakta bir araya getirme fikri nasıl gelişti?
Doğa, özellikle de ağaçlar, bitkiler, çiçekler ve onlar hakkında bilgi edinmek oldum olası ilgimi çekmiştir. Mitolojiyse yalnızca tanrılarla insanı değil hemen her şeyi tanımlayan, anlamlandıran, kendince sınırlarını belirleyen, bir tür “bilim öncesi” gibi gelir bana… Hesiodos’un 'İşler ve Günleri’ni yahut Homeros’un 'İlyada’sını okursanız pek çok ırmağın, hayvanın, bitkinin, ağacın adına rastlarsınız. Ayrıca bunların nasıl ve ne amaçla yaratıldıklarına dair mitlere de. Tanrıça İris de bunlardan biri. Süsenlerse –çocukluğumdan beri- özellikle mezarlıklara dikilmiş olmalarıyla ilgimi çekerlerdi… Hangimiz gökkuşağının altından geçmeye kalkmadı ki çocukken? Konu yine dönüp dolaşıp Freud’a geliyor galiba; “çocukluğun oyunları, büyüklerin fantezileri…” Kitaba dair çok da açıklayıcı olmasın diyerek bu kadarını söyleyeyim izninizle.
“Mona İris” dışında, öykülerinizin hemen hepsinde zaman, vicdan, çıplaklık, mor renk, cennet, cehennem, an, eşik kavramları geçiriyor. Bu kavramların sizdeki meselesi nedir? Tekrarlanan bu kavramların birlikteliğiyle vurgulamak istediğiniz belli bir düşünce var mı?
Hepsini tek tek burada anlatırsam, kimse gülmediği için fıkrasını açıklamak zorunda kalan anlatıcı durumuna düşerim sanırım. Birlikte yahut tek tek anlamları öykülerin içinde saklı, bu yüzden okuyucuya bırakmayı tercih etmek isterim izninizle. Sadece “an ve eşik” için bir şeyler söyleyeyim isterseniz. Öykü karakterlerimin çoğu, sizin de fark ettiğiniz gibi, ya bir eşikte, ya onu aşmış ya da orada sıkışıp kalmış durumda. Çatışma buradan doğuyor. “An” ise bana mozaikleri hatırlatıyor. Hayat yolculuğumuz sırasında attığımız -an’lardan oluşan- her bir adımın, geriye dönüp baktığımızda arkamızda izler, lekeler, desenler, resimler bıraktığını görürüz. Tüm o an’lar bizi bugünkü kişi yapmıştır ve her biri bir seçimin, dolayısıyla da bir vazgeçişin izini taşır içinde. Hayatın hayhuyu içinde çoğu zaman o an’ların farkında olmuyoruz. Eminim herkes gün gelmiş “o yoldan gitmeseydim, bu okulda değil de şurada okusaydım yahut onunla değil de şu kişiyle evlenseydim bugün nerede olurdum, ne yapardım?” gibi sorular sorarken yakalamıştır kendisini. İşte benim karakterlerimin bazıları o karar an’larını yaşıyor yahut sorguluyor öykülerde. Okuyucu da kendini sorgulasın istiyor.
Çağımızda modern insan çoğunlukla etken değil edilgen, adeta yaşamıyor da uzaktan seyrediyor.
“Görmek” sizin öykülerinizde de önemli bir vurguyla ifade edilmiş. Körleşmenin ve kayıtsızlığın giderek arttığı günümüzde, edebiyatın bireyleri ve toplumu değiştirme/ dönüştürme gücü olabilir mi, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında “görme” Ksenophanes’den Nietzsche’ye, Foucault’un Panoptikon’undan Orwel’in Big Brother’ına, dinler tarihinden günümüzün iktidar anlayışına kadar üzerinde çokça düşünülmüş, yorumlanmış, kullanılmış bir kavram. Benim üzerinde düşündüğüm haliyse, ilk anlamıyla birlikte, bir “bilinç düzeyi yüksekliği” oldu. Bu konuyla ilgilenmemi sağlayan bir başka neden de, günümüz insanının tutum ve davranışları oldu. Pek çoklarının “gerçeklerden” hazzetmiyor olduğunu fark ettim!
Herkes şaşırmak yahut büyülenmek istiyordu. Hepimizin her an her yerde seyredildiği ve herkesin görülmeyi çokça arzu ettiği bu yüzyılda bunca “kör” oluşumuzsa çok ironikti. Bunun çağımızın hem gerçeğine hem de hastalığına dönüşmüş olduğuysa aşikâr. Kısacık yaşamlarımızı imajların, boş inançların, sanal evrenlerin ardına saklayarak ve hepten kendimizden, birbirimizden uzaklaşarak yaşamayı tercih ediyor oluşumuzsa acıklı... Utançtan, acıdan, mutsuzluktan, umutsuzluktan yahut varoluşun katlanılmaz anlamsızlığından kaçıp, hep yaptığı gibi sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor belli ki insanoğlu. Bundan ötürü Elysiumun yerini cennet, cennet düşünün yerini metaverseyahut başka bir gezegenin keşfi alıyor sanırım. Tüm bunları düşündüğümdeyse, olanı da, olanın ardındaki gerçeği de, olabilecek olanı da en çarpıcı şekilde sanatın, özellikle de edebiyatın ortaya koyabileceğini, onun olanakları yahut yalanları vasıtasıyla -en azından gerçeğin bir kısmına- ulaşılabileceğini varsayıyorum.
RUHUN ŞİFA KAPISI
Edebiyatın sınırsız ve tarafsız olma özelliğiyle -ve tabii ki alıcısı itibariyle de- çok daha demokratik bir alan sunduğuna inanıyorum. Bu alan hem birbirimizi hem de kendimizi anlamak adına çok değerli… Antik Roma’da kütüphanelerin giriş kapısında Ruhun Şifa Kapısı yazarmış, bu tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum.
Özetle; edebiyat günümüzde bir şeyleri değiştirir mi, değiştirirse neyi, ne kadarını değiştirip dönüştürür bilmek mümkün değil elbette, - zaten böyle bir zorunluluğu da yok - fakat yine de yazarak, çizerek, üreterek, bir ümitle yola devam ediyoruz, etmeliyiz de. İtalo Calvino “Edebiyata daha çok inan, içinde yaşadığımız korkunç yıllardan bize kalan bir tek o olacak” diyor. Ben edebiyata inanıyorum.