Pera Palas'ta Gece Yarısı: Geççek Geççek!

Pera Palas'ta Gece Yarısı'nın geneline senaryodan kaynaklı bir sıkıntının hâkim olduğunu, sahneler arası uyumun çoğu kez yitirildiğini ve fabrikasyon bir öykü aktarımının yeğlendiğini söyleyebiliriz.

Google Haberlere Abone ol

Netflix'in bir süredir beklenen yerli dizisi Pera Palas'ta Gece Yarısı 8 bölümüyle birden yayınlandı. Charles King'in aynı adlı eserinden uyarlanan diziyi Emre Şahin ile Nisan Dağ yönetirken başrolleri Hazal Kaya, Selahattin Paşalı ve Tansu Biçer paylaşıyorlar. Fantastik bir dönem işi olan Pera Palas'ta Gece Yarısı otelin efsanelerinden de yararlanarak seyirciyi 1919 İstanbul’una yani işgal yıllarına götürmekte...

BİR GAZETECİ BÜYÜK ŞEYLERİN ORTASINA IŞINLANIRSA!

Olayların geçtiği atmosfer oldukça buruk... Sonunun iyi bittiğini bildiğimiz için gönlümüz biraz olsun ferahlasa da 1892'de hizmete giren meşhur Otel Pera Palas'ın gölgesinde işgal gemilerinin demirlediği, İngiliz askerlerinin cirit attığı bir İstanbul dolduruyor fonu. Yine de öyküyü kısaca anabilmek için biraz başa sarmakta yarar var. 

Esra idealini arayan bir gazetecidir. İdealist değildir fakat büyük şeyler başarmanın peşindedir, hayalperest karakterinden dolayı konsantre bir iş çıkaramıyordur. Haber konusu onun zihninde her daim dağınıktır. Zaman kavramıyla bir derdi olduğu daha en başta, dergi toplantısına geç kaldığında anlaşılan Esra yayın yönetmeni tarafından Pera Palas'a dair magazin içerik hazırlamakla görevlendirilir. "Pera Palas'ta kalmak için 130 neden" yazacaktır. 

Otelin müdürü Ahmet (Tansu Biçer) genç kadını karşılar ve yapının tarihini anlatır, Agatha Christie'nin kaldığı odayı gezdirir. Esra işi bitip de ayrılacağı sıra olumsuz hava koşullarından dolayı otelde konuk edilir. Ahmet yönettiği işletmeye benzeyen, gizemli, görmüş geçirmiş centilmen bir beydir, otelle öyle bütünleşmiştir ki üç haftalık izne çıkacağı için üzülmektedir. Bu sıra dışı adam konuk ettiği Esra ile barda bir içki içip son talimatları da vermenin rahatlığıyla ayrılır otelden. Ancak ne olursa o gece yarısı olur ve zamanın kapıları açılır. Yatağında bir parmağı morarmış halde uyanan Ahmet panikle otele döner. Esra 1919 İstanbul’una dönmüş, büyük büyük annesi Peride ile aynı zamana sıkışıp kalmıştır.

Peşinden giden Ahmet Esra'yı bulur. Artık tek bir hedefleri vardır: İşbirlikçi savaş tüccarı Halit (Selahattin Paşalı) ve İngiliz komutan George ile mücadele ederek işgal kuvvetlerinin Mustafa Kemal'e suikast düzenlemesini engellemek. Tabii diğer yandan Ahmet varoluşunu tehlikeye atan sorunu çözecek, zamanın akışına müdahale etmeksizin geri döneceklerdir.

WATTPAD ÖYKÜSÜ TADINDA SENARYO

Pera Palas'a senaryosundan başlayacağım çünkü zamanlar arası yolculuk ve siyasi nostalji temalarına ayrıca değinmek istiyorum. Elif Usman'ın kaleme aldığı uyarlama ilk sahnesinden son sahnesine klişelerden, şablonlardan bir kare ayrılmadığı gibi öykü de açıkçası bir wattpad havası estirmekte…

"Modern İstanbul'un doğuşu" gibi iddialı bir alt başlık taşıyan romanı okumadım fakat olaylar uyarlandığı biçimde gelişiyorsa bestseller anlayışının esaretinde üretildiğini kestirmek güç değil. Tanıtımında Troçki'nin peşindeki ajanlarda bahsediliyor. İstanbul siyasi karmaşaya beşiklik ediyor kısacası. Bu konu seçimi anlaşılır, siyaset-kent ilişkisi casusluk faaliyetlerine geniş bir alan açtığından her daim polisiye yazarlarının elinin altında olmuştur. Ne var ki beşiği sallayan el bu kez biraz hoyrat davranmış! Öykü tam da gelgitler üzerinden ilerliyor ve “saatlere bağlı” temasına ironik bir benzerlikle öyle mekanik kurulmuş, o denli bölünmüş ki bütünlüğünü yitirmiş. Yanı sıra dizide ilk birkaç bölüm başka bir yöne (siyasi gerilime) giderken polisiyede karar kılındığını görüyoruz. Fakat polisiye de tamamen fantastik ve romantik bir zemine oturtulunca ortaya vasat bir iş çıkıyor.

Evvela Pera Palas'ta Gece Yarısı'nın yetersiz bir polisiye olduğunu ve türün ihtiyaçlarını karşılayamadığını söylemek lazım. Agatha Christie, adının geçtiği bu diziyi izlese şüphesiz kahrederdi! Çünkü dizide dişe dokunur daha doğrusu "çözüme hazırlanan" bir gizem ögesi yok, onun yerine seyircinin üzerine rastgele savrulmuş bir sis perdesi var. Hal böyle olunca beşik tıngırtısına ayrılmış, amacını yitirmiş bir olay örgüsüyle, bir bulamaçla başbaşa kalıyoruz. Zaten Pera Palas'ta bocalayış hali polisiye olmayı başaramadığında göze batmaya başlıyor. Polisiye o denli baskın bir tür ki ona ucundan kıyısından dokunan bir olay örgüsü çok geçmeden bağımsızlığını yitiriyor. Özetle dizinin geneline senaryodan kaynaklı bir sıkıntının hâkim olduğunu, sahneler arası uyumun çoğu kez yitirildiğini ve fabrikasyon bir öykü aktarımının yeğlendiğini söyleyebiliriz.

TARİHİ ELE ALIRKEN ROMANTİK BİR CİDDİYET TAKINMAK

Pera Palas'ta Gece Yarısı yapım aşamasında nasıl bir yol izledi, bilemeyiz elbette ama akla yatkını "hazır İstanbul'un tarihi bir mekânında geçen ve çetrefilli siyasi ilişkileri öne çıkaran bir roman bulmuşuz, birkaç sezon senaryolaştıralım, nasılsa seyirci bulur" görüşünü benimsedikleri…

Pera Palas özellikle Agatha Christie'nin "Şark Ekspresinde Cinayet" romanını yazdığı mekân olarak bilinmekte. Diğer yandan 1919'da, işgal altında İstanbul, adı haritada zor bulunan ülkelerin dahi casuslarına cirit attırdığı bir siyasal ortam sunuyor. Günümüzde muadili Antep olabilir. İstanbul ve Antep'in ortak noktası ise şüphesiz savaşın sürdüğü coğrafyalara yakın, stratejik bir konumda bulunmaları ve rejim değişikliğinin yahut güçlü bir siyasi bunalımın emarelerini taşımaları diyebiliriz.

İşgal, direnişe hazırlık, Rusya'da rejim değişikliği... Ne ararsanız var! İşte bu koşullar Pera Palas'ta Gece Yarısı'na siyasi bir arka plan kazandırıyor. Ancak Esra'nın çılgın doğasına yorulan aşırı tavırları dinamizmi ve gerçekçiliği zedelemiş. Esra İngiliz komutan karşısına çıkıp nara atıyor, adeta Tarkan'ın "Geççek Geççek" şarkısını seslendiriyor!

Veya sosyal medyada gündeme geldiği üzere Mustafa Kemal’in yüzü bazı bölümlerde net gösterilmiyor. Çoğunlukla profilden ve yüzü gölgede bırakan çekimler tercih edilmiş. Bu vurgulara gerek var mıydı? Tartışılır... Dönüp dolaşıp aynı sonuca varıyoruz. Dizi polisiyesini iyi kuramadığı için bu tarz bir desteğe ihtiyaç duyuyor ve sahicilikten (tutarlılıktan) giderek uzaklaşıyor.

Pera Palas'ta Gece Yarısı direniş-sömürge çatışmasını, işbirlikçilik eylemlerini ve karşı saflara sızma pratiğini öne çıkarırken apolitizme meyilli özünü de siyasi bir çıkmaza sürüklemiş. Oysa bu dizinin bu kadar siyaset kaldırmayacağı gün gibi açık. Fazlasını yüklemek hem diziye hem seyirciye yazık değil mi?

ZAMAN ZAMAN İÇİNDE, ANAHTAR KİMİN CEBİNDE?

Pera Palas'ta Gece Yarısı esasen bir zamanda yolculuk hikâyesi... İlk sezonun neredeyse tamamının eski İstanbul'da geçmesi diziyi bir dönem işine çeviriyor. Ancak döneminin altını siyasi gerilim ve casusluğun alengirli dünyasıyla iyi kötü doldurmaya çalışırken zamanlar arası yolculuk fikrine aynı hassasiyetle eğilmiyor. Diziyi izlerken "bu filmi daha önce görmüştük" hissine kapılıyoruz! Üstelik hangi diziden/filmden hangi sahneyi anımsamamız da ayrıntı... Dolayısıyla bir şablonla karşı karşıya kalışımız biraz da seyircinin hafife alındığını göstermekte… "Ne versek yer, ne göstersek izler" gibi bir mantığa başvurulduğu ortada...

Anahtar meselesine değinmek istiyorum. Kahramanımız elindeki anahtarla geçmişe gidiyor. Zamanlar arası bir geçidin anahtarı bu... Sonra onlarca yeni anahtar ve geçit çıkıyor. Odalar bu geçitlere açılıyor. Saat gece yarısını vurduğunda “bir saat boyunca” zamanlar arası yolculuğa çıkılabiliyor. Kâğıt üzerinde, fantastik bir anlatı için son derece anlaşılır duran bu işleyiş pratiğe döküldüğünde, can sıkıcı bir aceleyle özümsenmeden geçiliyor. Fantastik bir olay örgüsü her ne kadar kolay tüketilir bir formda sunulsa dahi belli bir tutarlılık ve elbette bunu tamamlayacak ölçüde anlaşılırlık içermek durumunda... Yoksa dünya yıldızları da oynasa çarpıcı sahneler de izlesek bir şeyler eksik kalmaya mahkûm...

Pera Palas'ta Gece Yarısı'nda zaman yolculuğuna ilişkin sahneler öyle hızlı geçilmiş ki seyirci ile olayları ayıran bir çizgi olduğu unutulmuş! Seyirci "her şeyi bilmek" zorunda bırakılmış. Bu sıkıntıyı dizinin gizeme dayalı yapısı yahut polisiyeye yakınlığıyla açıklayamayız. Çünkü seyirciye yaşatılan duygu meraktan ziyade şaşkınlık… Başka bir deyişle bizden her kareyi bir çırpıda geçip kahramanların ardı sıra sürüklenmemiz isteniyor.

BU KARAKTERLERİ İYİ ÇİZİN, SONRA BAŞINIZA İŞ AÇAR BRE!

Dizide dikkat çeken bir diğer eksiklik ise karakterler... İki sezon daha çekilmesi muhtemel dizide baş kahramanlar derinleşecektir fakat yan rollerde tanık olduğumuz sefalet için aynı iyimserliği taşımıyorum. Örneğin sürekli olarak etrafta "bre bre" diye dolanan felaket tellalı Dmitri (Ahmet Varlı)... “Onu yapmayın, şunu yapmayın” diye ortalığı velveleye vermek dışında vasfı bulunmayan bu adama sonraki sezonlarda hikâye yazsalar ne fayda, kartona çevirmişler bir kere... İşbirlikçi Naim Efendi (Osman Albayrak), aşkı uğruna bir anda çark etme kabiliyetine sahip Reşat (Engin Hepileri), hırsı ve imanı aynı bedende buluşturan Osman (Murat Kılıç), randevu evi işleten Madam Eleni (Nergis Öztürk) hatta Ekim devriminden sonra Beyaz Rusya’dan kaçıp gelmiş devrik prenses Sonja (Yasemin Szawlowski)... Bu kompozisyonlardan bazılarının ciddi bir ağırlığı var. İşbirlikçilik, devriklik, savaş fırsatçılığı gibi meseleler geçtiği anlatı hangi türde ve ağırlıkta olursa olsun önem taşıyan meseleler fakat dizide bir aşkın gölgesine terk edildiklerini görüyoruz. Üstelik o aşk da zayıf kalıyor!

AŞK, İHANET VE HAZAL KAYA OYUNCULUĞU

Siyaset, entrika, aşk, ihanet, casusluk, polisiye ne ararsanız Pera Palas'ta! Osmanlı'nın çöküşü ve bir ulusun küllerinden doğuşu, eski ile yeniye dair ne varsa Pera'da kesişmiş. Daha çok gayrimüslimler ve eğlence hayatıyla anılan bu semtin dokusu dizide başarıyla aktarılmış ki Netflix'in dönem işlerinde bir standart tutturduğunu söyleyebiliriz. Bir pazarlama taktiği seziliyor. Her odanın balkonuna bir kahraman çıkardıkları afiş platformun nostaljik ögelere yaklaşımını da özetler nitelikte. Birbirine uzak olay ve kişileri aynı çatı altında toplayarak belli bir kesime seslenen platform siyasi ve tarihi olaylara yaklaşımında popülist, kolaycı bir söylem tutturuyor. Elbette bu popülist gemiyi karadan yürütürken aşkı kızak namına kullanmaları şaşırtıcı değil.

Pera Palas'ta Gece Yarısı da vatan haini görünümlü, "zor şartlarda pişmiş" genç ile yine kendisi gibi yaralı, kimsesiz büyümüş gazeteci Esra'yı buluşturuyor. Birkaç ayrı zamanda görüşüyor, türlü maceralara katılıyorlar falan ama imkânsız aşklarının gücünden söz edemeyiz. Yahut o aşkı doldurabildiklerinden... Bir uyumsuzluk var aralarında... Bu noktada Hazal Kaya'nın oyunculuğuna değinmeli... Ahmet Hakan yazısında nefret dolu ifadeler geçirdi. "Hazal Kaya oyunculuğundan nefret edişinin" nedenlerini sıraladı. Hiçbir oyuncunun oyunculuğunu sevmek zorunda değiliz ama "profesyonel emeğe yönelik beğeni" duygusundan uzaklaşıp işi düşmanlığa dökmek, eleştireceğim diye saldırmak hayli çirkin... Kaya ise Ahmet Hakan'a yanıt vererek rolünün dezavantajlarından da bahsetti ve “zamanda yolculuk yapıp yüz yıl öncesine giden bir kadın nasıl doğal olabilir” diye sordu. Haklı bir soru fakat Hazal Kaya’nın “geçmişe giden genç kadının uyumu-uyumsuzluğu” noktasında da iyi bir performans sergilemediğini belirtmek gerekiyor. Onu aşan bir senaryo sorunu var, es geçmeyelim. Hazal Kaya değil başkası olsa bile sonuç değişmeyebilirdi.

SANA FERDÂ VEDİADIR!*

Pera Palas'ta Gece Yarısı aslında hoş bir noktadan ilerliyor. Dizi 'büyükler'in kaderini 'küçükler'e bırakan, istikbali gelecekte gören, kuşaklar arası ilişkiyi fantastik bir çizgide sorgulayan bir zemine basıyor. Nedir ki bu alan başta da belirtmeye çalıştığım wattpadvari bir senaryo ile heba edilmiş. Bir anlamda fırsat tepilmiş. Hani anlatı popülist aşırılıklarından az parça temizlense ve tüm gayretlere rağmen bir türlü beklenen etkiyi yaratamayan çift enerjisi doğal akışına bırakılsaydı daha sade, daha olgun bir dizi izlerdik. Bu haliyle maalesef janjanlı bir pakete sarılmış Hakan Muhafız'ı andırıyor.

 * “Gelecek sana emanettir”. Saltanatın çözülüş yıllarına tanıklık eden şair Tevfik Fikret aynı zamanda çağının önemli aydınları arasındadır. “Ferda” şiirinde geleceği gençliğe emanet ederken geleceğin her zaman geçmişe dönüşeceğini ve toplumsal muhasebenin sürekliliğini vurgulayarak “sana ferda vediadır, her şey vediadır sana, ey genç, unutma ki senden de bir hisab arar at-i müşteki” dizelerini kaleme almıştır.

 


Haydar Ali Albayrak