YAZARLAR

Peyk

İrfan Alış’la kısa karşılaşmamdan aklımda kalan, insanın kudreti oldu. İnsan bir şeyi yapmak istiyorsa, gerçekten yapmak istiyorsa, para gerekli olan şeylerin en başında gelenlerden birisi olmaktan çıkıyor ve bir emek ürünü sermayeden mesafelenebildiği oranda sanat eseri olmaya doğru biraz daha yaklaşıyordu.

“Erişir menzil-i maksuduna âheste giden,
tiz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.”
(Hâtemî)

Koşma işinin ne kadar kritik olduğunu Persler, Yunanlılarla savaşırken Maraton’da öğrenmişler ve koşmaya başlamışlar, hatta bunun için askeri bir sınıf da kurmuşlar: Peyk(ler), iyi eğitimli, atletik erkeklerden oluşan, koşucu ulaklar, haberciler sınıfı. Abartı payıyla birlikte Osmanlı peyklerinin günde 150 kilometreye kadar koştukları söyleniyor, rivayet odur ki, İstanbul-Edirne arasını 1 günde alan peykler varmış. Koşarken şekerle besleniyorlar ve dalak şişmesine karşı nefes düzenleyici aparatlar geliştirmişler. Hızlı ve yorulmadan koşmak için olabildiğince basit kıyafetler ve hafif ayakkabılar giyiyorlar, hatta kimi durumlarda ayakkabısız bile koşabiliyorlar.

Ama yanlarında yalnızca bir balta var, haydutlara, vahşi hayvanlara ve sık bitki örtüsüne karşı bir balta: ‘teber’.

Aslı Pa (ayak)’dan geliyor pa-ik (yürüyen, koşan) zamanla peyke dönmüş, pa(i)yade (yürüyen asker) ve pa-tika (yolak, kestirme yol) da ayak ve yürüme etrafındaki rizomik etimolojik ağın parçaları. Peyk’in, bir yere doğru tutkulu, kararlı bir şekilde koşan anlamından başka, bir şeye doğru cezbeli bir şekilde çekilen, çekildiği şeye tutunan, tutunduğu/tutulduğu şeyle birlikte dönen gibi ikincil anlamları da var ve bu yüzden Osmanlı’nın geç dönemlerinde, dünyanın uydusu olarak aya peyk-i felek deniliyor ve bu anlam astronomiden, diplomasiye de geçerek peyk (uydu) devletler tanımı gelişiyor. Komünizmle mücadele dernekleri hasıl olup komünistlere türlü çeşit ithamlar, yakıştırmalar, istiareler, lakaplar, türlü çeşit kulplar takılmaya başlandığında bu kulplardan birisi de peyk olur. Peyk artık, ayağına çabuk haberci delikanlıları değil, vaktiyle komşumuz olan sosyalist ülkelerin sınırlarından geçip (Sabahattin Ali’yi hatırlayalım), memleket sırlarını ispiyonlayan, ajanlık yapan, milli sınırları ihlal eden ve komünizm illetine pervane olarak ihanet çukuruna düşmüş olduğu farzedilen, memleket efradının istiarelerinden birisi haline gelir.

Kreşendo Müzik Kolektifi ile birlikte bir süredir, müzik piyasası ve piyasanın aktörleri/tarafları üzerine bir saha çalışması yürütüyoruz. İrfan Alış’ın ismini ilk defa bu projede görüşülecek olan kişilerden birisi olarak (sonra da görüştüğümüz) duydum, Peyk’e “Don Kafa Don” üzerinden gelmiştim ve dinlemişliğim de çoktu (pek çok kişi gibi Gezi direnişinden sonra), hatta peykin etimolojisine grubu dinleyip ismine dikkat kesildikten sonra varmıştım.

Peyk Grubu'nun kuruluşuna önayak olmuş, uzun yıllar solistliğini de yapmış olan İrfan Alış’la 8 Ekim günü online olarak konuştuk, görüşme yaklaşık 20 dakika kadar sürdü. Sokakta bir yerlerde kablosuz kulaklıkla bir telefondan bağlanmıştı görüşmeye. 20 dakikanın sonunda kulaklığının şarjı bitti, formel olarak mülakatta sona yaklaşmıştık, hatta bitti bile sayılabilirdi. Ne var ki, anlattıkça açılan, tevekkül, derinlik, yaşanmışlık dolu, son derece mütevazi dahası ürettiği sanat ürününü metalaştırmadan sanat ve toplum sahasında tutmayan çalışan birisi vardı karşımda. Üstelik ne istediğini bilen birisiydi, acele etmeden, kaybetmekten korkmadan emek vererek yaşamış, emeğinin karşılığını almış birisi. Hayatıyla ilgili, şarkılarıyla, sanatıyla ilgili, neden Paik olduğunu, neden grubun ismini Peyk koyduğunu, hayatındaki patikaları daha çok konuşmak istiyordum ama şarjı bitmişti “gene görüşürüz” deyip ayrıldı.

İrfan Alış ayrıldıktan sonra, mülakatı birlikte yaptığımız arkadaşıma dedim ki “İrfan abiyle bir kez daha mutlaka konuşmamız lazım…” Ama olmadı, arkadaşlarının verdikleri bilgiye göre, 4 Kasım 2024 günü beyne pıhtı atması sonucu hayatını kaybetmişti.

Müzik endüstrisinin içinde tutunmaya çalışmak, gerçekten çileli bir yol ve bu yolu katlanılır kılmayı açıklayan herhalde, ‘tutku’dan başka bir kelime yoktur. Müzisyenler ve müzik piyasası ile ilgili yürütmekte olduğumuz proje kapsamında görüştüğümüz herkesin çileyle, çabayla, emekle hatta yer yer yoksullukla dokunmuş tutku dolu hikayeleri var. Ne var ki, dinlediğim, anlamaya çalıştığım hikayelerin içerisinde, İrfan Alış’ın hayatla, dostlarıyla, müzikle, sanatla, seyirciyle ve müzik piyasası ile kurmuş olduğu ilişki oldukça müstesna bir yerde duruyor.

İrfan Alış’ın herhangi bir müzikal eğitimi yok, tümüyle oto-didakt bir şekilde kendisini yetiştirmiş birisi. 1992 yılında 21 yaşında İstanbul Üniversitesi’ni kazanana kadar işçilik yapmış, işçiliğe de bir başka yerde anlattığı üzere ailesinin yoksul yaşam şartlarından dolayı 13 yaşında çocuk işçi olarak başlamış. Hatta Okan Bayülgen’in programında söylediği üzere, SGK’dan emekli olana kadar, “alüminyum doğramacılıktan, butikçiliğe… takı tasarımından, satışına, esnaflığın işçiliğin türlü çeşidini yap(mış)…”tır.

Üniversiteyi kazandıktan sonra yolu bir şekilde İngiltere’ye düşer, İngiltere’de yaşayan İngilizler ve başka uluslardan sokak sanatçılarıyla birlikte, sokaklarda şarkı söyleyerek, üstelik Türkçe söyleyerek, hayatını idame ettirecek kadar para kazanır, 1991-1995 onun sokak şarkıcılığı dönemidir. 1995’te ise sonradan Peyk olacak grubun temelleri atılır. Bir internet sitesinde, grubun tarihçesi şöyle anlatılıyor: “İrfan Alış (vokal) ve Serdal Ersoy’un (gitar) İstanbul Üniversitesi kampüsünde tanışmasıyla temelleri atılan grup, sözler ve bestelerle birlikte müzikal yolculuğa başladı. 1995 yılında Ertan Çalışkan (davul) ve Özgür Ulusoy’un (keman, klavye) katılımıyla kadro genişledi. 2006 yılında Barış Tokgöz’ün (bas) gruba katılmasıyla, Peyk bugünkü kadrosunu oluşturdu. Grubun derin sözleri ve özgün tarzı, dinleyicilerinin hafızalarında yer etmeye devam ediyor.”

Ama, Peyk’in bugün gelmiş olduğu yol uzun bir yoldur, bilhassa 90’lar zordur. 2020’de yayınlanan Peyk isimle single’da durum şöyle özetlenir:

Bakırköy'de berbat bir evde
herkesin fikri var kendine güzel gelen de
sabaha değin bitirilemez
hayat hepimize çok zor
ve bir o kadar da güzel
sefillik keyifli nedense bu evde
bi' an yumsam gözümü
bi' an o an olsa
bi' an unutsaydım, ne zamandı şimdi
ne zamandı şimdi
polis basar arar, her üç ayda bir evi
müdavim olmuşlar adeta
MTV hep açık, Nirvana capacanlı
izliyoruz aynı tayfayla
salonda on kişiyiz çaylar ve üç kaşık

İrfan Alış kendisiyle yaptığımız görüşmede 1995-2007 arasında ilk albümün çıktığı 12 yıllık süreyi, tam da Hatemi’nin “erişir menzil-i maksuda, aheste giden” deyişindeki gibi, ‘prova süreci’ olarak tanımlamıştı. Gene kendi anlattıklarından devam edersek, bu sürenin böylesine geniş geniş tutulmasının bir anlamı elbette müziklerini olgunlaştırmak, derinleştirmek, grup olarak organik hale gelmek gibi sebepleri var. Fakat, bu esnada, grup dinamikleri ve müzikalitenin yanında ve ötesinde özellikle genç sanatçı adaylarının ve müzik piyasasındaki genç sanatçıların sıklıkla atladıkları bir mesele için çözüm geliştirmeye çalışırlar; Peyk grubu, tümüyle kendi ayakları üzerinde duracak, sponsor kabul etmeyecek, bu hale gelene kadar da bütün grup üyeleri müzik dışı meslekleri aracılığıyla hayata tutunacaklardır. İrfan Alış, işçilik-esnaflık hattında devam eder, grubun bir üyesi öğretmenlik yapar, diğerleri de beyaz yakalı olarak öncelikle kendi gündelik hayatlarını kazanırlar. Dolayısıyla, müzik piyasasından, müzikten gelecek olan paraya ‘muhtaç’ olmayacakları bir hayat kurgularlar, eğer kazanabilirlerse müzik dünyasında var olabilirlerse müzikten kazandıkları parayla da kendi müziklerinin alt yapısına ve prodüksiyon süreçlerine yatırım yapacaklardır. İrfan Alış, kendisiyle yaptığımız mülakatta, hazırlık aşamalarındaki bu konumlanmayı şöyle tanımlamıştı: “Grup tam anlamıyla 95’te kuruldu, sonrasında başladık, 2007’deki ilk albüme kadar prova süreci. Ama bir yandan da müzik haricinde de işler yürüdü, ben esnaftım, diğerleri çalışan, öğretmen vb… Müzik piyasası henüz sektör haline gelmemişti, bizim yaptığımız işin bir öneminin, anlamının olmadığını görüp, müziğe bağımlı olmadan daha bağımsız takılmak istedik.

Hazırlık süreci diyebileceğimiz bu süreçte İrfan Alış, sonradan çok bilinip, dinlenir olacak olan pek çok parçayı yazar, besteler. İlk albüm çıkıp, Peyk Grubu’nun müzik dünyasında yeri netleşene kadar da işçilik-esnaflık yapmaya devam eder.

Peyk Grubu ilk albümünü yayınladıktan sonra, Türkiye’nin değişik kentlerinden konser davetleri almaya başlarlar, asla promosyonel faaliyetlere girmeden, eş-dost organizasyonlarıyla konserler organize ederler, albümlerini ve kliplerini de herhangi bir plak şirketi ya da yapımcı kullanmadan gene kendi öz kaynakları ve eş-dost ağları aracılığıyla üretirler.

İrfan Alış’ın görüşmemiz süresinde en fazla altını çizdiği şeylerden birisi, bağımsız sanatçı olarak kalmanın yolunun sponsorlu işlere girmemek olduğuydu. Grup olarak bu çizgiyi korumuşlar, pek çok firmanın kendi şarkılarını reklam müziği olarak kullanma taleplerini (Don Kafa Don reklamcıların en fazla peşinde koştuğu şarkıymış) kesin olarak reddetmişler, Kültür Bakanlığı’nın hiçbir davetini kabul etmemişler, çalmamışlardı… Yalnızca beğendikleri birkaç dizi-filmde şarkılarının kullanılmasına izin vermişler (Masumlar Apartmanı, Hekimoğlu vb.) ve buradan gelen parayı da gene grubun müzikal altyapısına, dayanışmaya ve yaptıkları müziğin prodüksiyonuna yatırmışlardı.

Peyk Grubu’nun ‘halka malolması’ ise Gezi sonrası olur. Don Kafa Don, Gezi’nin soundtracklerinden birisidir ve bu bakımdan, hem İrfan Alış’ın ait olduğu jenerasyon hem de yapmaya çalıştığı müzik itibariyle, Peyk Grubu, 90’lardan 2000’lerin Gezi isyanına doğru atılan en büyük köprülerden birisi olur, bu anlamıyla İrfan Alış, bu tarihsel köprüleri şöyle tanımlamıştı:

"…muhalifiz, muhalefete de muhalifiz, iktidar ile dalga geçmek, ironi yapmak bizim işimiz bu. Suya sabuna dokunmayan şarkılar yerine, toplumun içindeki fotoğrafları müziğe yansıtmak, devrimci anlamda bu yolu seçtik. Çünkü biz anlatıcıyız aslında. Bu devri anlatanlarız biz. Toplumda anlatıcılar çok az. Ortadoğu toplumlarında susmaya dönük bir meyil vardır, anlatıcılar çok cesur insanlar olmak zorundadır. Yaşar Kemal, Aşık Veysel bunlar anlatıcıdır, senin hikayeni sana anlatır. Hem de yalan katmadan. Bu geleneğin devamı gibi düşünüyoruz kendimizi o yüzden. Şimdiye kadar geldiğimiz yolda da bunun bir zararını görmedik, saygı görüyoruz hem saygı hem de gerçek bir sevgi görüyoruz gittiğimiz yerde. Bir müzik grubunun gitaristi değil de onların içinden biri gibi, sanki bir arkadaşları sahnede gibi… Kendi klibini kendi seyircisiyle çeken ilk grubuz, face çağrısı ile yaptık bunu. Kendi filmimizi de çekiyoruz… Sanatsal yönüyle 'Halim Yok' ya da 'Don Kafa' ya da 'Sobe' dayanışma, arkadaşlık, yardımlaşma ürünü. Türkiye’de biz tabutta insan gezdirdik mesela, en kalabalık Eminönü’de. 'Sobe'nin klibi, gerçek otobüs, bilet aldık, girdik gerilla çekim denilen yöntemle. Sanat yapmak için bir yerlerden izin almak gibi bir saçmalığı istemiyoruz. Prodüksüyona da dönebiliriz ama istemiyorum. 'Halim Yok' mesela, insanlar kolaj diyor biz klip diyoruz. Mesela Türkiye’de ilk cep telefonu ile klibi de biz çektik. Dandik bir cep telefonu ile çekilmiş ilk klip. Daha sonra telefoncular bunun kampanyasını yaptılar, paralar teklif ettiler insanlara xxx sonra xxx firmaları, yarışmalar düzenlediler ve orası da öldü ama oranın ilk ürününü veren biziz. Bizim hikayeler böyle."

Ve elbette, anlı şanlı müzik insanlarının hep bahsettiği ama kimsenin onlar için bir türlü elini taşın altına koymadığı, mevcut iktidarın zaten hiç yoklarmış gibi davrandığı müzisyenler için bir dayanışma ağı: Olta Dayanışma. Pandemi müzik dünyasının emekçileri için tam anlamıyla bir yıkım olmuştu; enstrümanlarını, cihazlarını satanlar, ailelerin yanına taşınanlar, depresyonlara sürüklenenler ve elbette süreci kaldıramayıp intihar edenler. Tüm bu dertlerle hemhal olmak için, müzik emekçileriyle dayanışmak için tüm gelirleri müzik dünyasının ihtiyaç sahiplerine aktarılan Olta Dayanışma (belirli bir büyüklüğe gelindiğinde vakıflaşmak üzere) gene İrfan Alış’ın çabalarıyla kuruldu ve müziğin her dalından ünlü icracıların ve ses sanatçılarının iştirak ettiği 15 civarında albüm, geliri dayanışma adına kullanılmak üzere yayınlandı. 

İrfan Alış’la kısa karşılaşmamdan aklımda kalan, insanın kudreti oldu. İnsan bir şeyi yapmak istiyorsa, gerçekten yapmak istiyorsa, para gerekli olan şeylerin en başında gelenlerden birisi olmaktan çıkıyor ve bir emek ürünü sermayeden mesafelenebildiği oranda sanat eseri olmaya doğru biraz daha yaklaşıyordu.

İrfan Alış ve arkadaşları 90’larda, metruk evlerde sefalet içinde öğrencilik yapan, kampüslere ve nezarethanelere hemen hemen aynı yoğunlukta uğrayan genç müzisyenler, bu o yılların muhalif kültürü için zaten ‘normal’ ama bu normal onların müziklerine pek yansımıyor, yeni bir dil, yeni bir sound yakalamaya çalışıyorlar yıllarca. 80’lerde coşkuyla başlayan muhalif müziğin ana damarları, nekropolitik bir beden mübadelesinin sözcülüğünde 2000’lerde tükendi. Daha kentli-batılı olan bir başka önemli muhalif müzik mecrası da, Adorno’nun kültür endüstrisi ile yedek parça endüstrisi arasında kurduğu analojinin hakkını verircesine, bir hicazdan diğer sinik hicaza gezinen rakı-roka-balık-kedi-deniz-martı-sandal metaforlarının dalgalarında yitip gitti. Peyk, 90’ların ana akım muhalif müziğinden ziyade, gene 90’lar müziğinin içinde Mayıs Müzik Topluluğu, Kesmeşeker, Plastik Aşk, Çağdaş Türkü gibi gruplardan müteşekkil kılcal damarları, Gezi’nin soundtrack’ine taşıyan bir mecra. 

Zeynep Sayın “Ölüm Terbiyesi” kitabında, rüyalardan bahsettiği bir yerde, mealen, modern öncesi toplulukların rüyada görüleni, olacak olan değil, ihtimaller matrisiyle dolu, yapım aşamasındaki bir sürecin hammaddeleri olarak gördüğünden bahseder. Yani, gene eskilerin dediği gibi söylersek ‘rüya kuşu yoruma konar’mış. Yorum ise tabir etmektir diyor Zeynep Sayın ama Veysel’in dediği gibi “tabirin sığmaz kaleme” olduğu bir yerdir rüya. Çünkü, orada karabasanlar, ifritler, vahşi hayvanlar, haydutlar, zehirli sarmaşıklar vardır, bu yüzden rüyayı görmek yetmez onun yolunu hayra vardırmak için tabir etmek gerekir. Bu yüzden rüyayı yoran tığ-teber şah-ı merdandır, rüya tabir etmek, rüyayı yormak, teber baltasıyla elinde koşan peykin yolu açmasıdır. Peyk elinde teberle koşar, rüya tabir edilir, rüya kuşu işte peykin teber baltasıyla tabir ettiği yolun ardında uçar. Belki bu koşu Mare nostrum’un en güzel yüz metresi değildir, (dedik ya) Peyk maraton koşar, teberiyle rüya yorar rüya kuşuna yol açar, ama işte rüya görmek değil belki ama rüyaların peşinden koşmak da insanı yorar.

Eyvallah. 


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.