Piyanist Büşra Kayıkçı: İlhamı beklemek yerine bazen ona gideriz
Piyanist ve besteci Büşra Kayıkçı ile yeni eserini yayınlamasının ardından konuştuk. Sanatçı, hedefinin hiçbir zaman konser piyanistliği olmadığını, besteciliği öne çıkarmak istediğini söylüyor.
DUVAR - Neoklasik müziğin Türkiye’deki temsilcilerinden olan Büşra Kayıkçı, müzik kariyerine aslında oldukça farklı bir noktadan başlamış. Onun kariyer süreci, benzer durumdaki birçok gence de ilham kaynağı olabilecek bir öyküyü içinde barındırıyor.
Kayıkçı, mimarlık fakültesinde tamamladığı lisans eğitiminin ardından, tasarımcı kimliğinin verdiği ilhamı piyano eğitimiyle birleştirdi ve kompozisyon çalışmalarına başlayarak iki yeteneğini harmanladı. Birçok açıdan üniversite eğitimi onun müzikal tercihlerini de şekillendirmiş oldu.
Bu sene birçok Avrupa ülkesinde konserler düzenleyecek olan Kayıkçı, klasik müzik dünyasına hızlı ve yenilikçi bir şekilde adım atanlardan. Cuma günü elektronik müzik yapan bir besteci ve prodüktör olan Ah! Kosmos ile yeni şarkısı ‘1702’yi yayınladı.
Kayıkçı, ağırlıklı olarak orta ve kuzey Avrupa bestecilerinin yaygınlaştırdığı neoklasik veya minimalist akımda müzik üretiminde bulunuyor.
Öncelikle solo piyano için bestelediği 9 eserden oluşan ilk albümü ‘Eskizler’i 2019 yılında bağımsız olarak yayınladıktan sonra ikinci albümü ‘Tuna’yı (2020), piyano tasarımcısı David Klavins’in Macaristan’daki atölyesinde Architizer ödüllü ‘Una Corda’ isimli piyanoda kaydetti.
İlk teklisi olan ‘Doğum’ ise aynı yıl New York Theatre Ballet dans okulunun gösterilerinde kullanıldı ve bu işbirliğinden The New York Times gazetesinde övgüyle bahsedildi. Bir diğer teklisi ‘Kuledibi No.1’ ise The Wall Street Journal’da yayınlanan İstanbul konulu bir makalede müzik önerileri arasında yer aldı.
2021 yılı Nisan ayında ‘Bring The Light’ isimli çalışması dünyanın en eski klasik müzik plak şirketi Deutsche Grammophon etiketiyle çıktı. Kayıkçı, ayrıca, Ocak ayında İngiliz yayıncı Manners McDade ile olan işbirliğini ve Nils Frahm’ın plak şirketi Leiter Verlag etiketiyle çıkacak olan Piyano Günü albümünde yer alacağını duyurdu. Albümde Olafur Arnalds, Balmorhea ve Lambert gibi isimler de yer alıyor.
Gazete Duvar olarak, Büşra Kayıkçı’yla müzik ve tasarım yolculuğunu, Sulu Fikirler Atölyesi’ni, enstrümana materyal yerleştirerek yapılan müziğin farklı yanlarını, yakın dönem projelerini ve albüm çalışmalarını konuştuk.
Sizden bir piyanist ve besteci nasıl doğdu?
9 yaşındayken Müjdat Gezen Sanat Merkezi Piyano ve Klasik Batı Müziği sınıfı ile derslere başladım. Eğitimim yaklaşık 10 yıl devam etti. O süre zarfında repertuar çalışıyordum sadece, beste kompozisyona ilgim yoktu. Daha sonra İç Mimarlık bölümünden mezun oldum. 2018 yılında piyano ile alakalı farklı yaklaşımları incelerken neoklasik ve minimalist bestecileri keşfettim. Kayıtlarda kullandıkları çeşitli malzemeler, mikrofonlara yaptıkları müdahaleler çok ilgimi geçti. Enstrümanı ve sesi yeniden tasarlama fikri beni harekete geçirdi.
Deutsche Grammophon gibi dünyaca ünlü bir müzik şirketinin hazırladığı projede yer aldınız. Bu projede çeşitli ülkelerden, Avustralyalı, Ermenistanlı, Polonyalı, Alman genç besteciler ile aynı albümde yer almak nasıl bir duyguydu?
Benim için çok kıymetli. 2019’da ilk albümü yayınlarken hiçbir beklentim yoktu. Sadece keyif aldığım bir şeyi bağımsız yapabiliyor olmak hoşuma gitti ve öylece yola çıktım. 'DG Classics' albümü kolektif bir proje olsa da teknik olarak aslında benim ilk plağım. Projedeki isimlerin çoğunun daha farklı bir altyapısı ve daha çok tecrübesi var. Benim için bazı adımları bu kadar erken ve hızlı atabilmek önemli.
Neoklasik bir besteci ve piyanist olarak tanımlanmanız doğru bir tanımlama mı müziğiniz için? Nasıl bir müzik türü ile karşı karşıya dinleyicileriniz?
"Minimalist müzik" de diyebiliriz. Belki de müzik türü meselesine çok takılmamak lazım. Genelde çalışmalarımın tekrara dayalı bir yapısı var. Sade melodiler... Duygu olarak ise ümit ile melankoli arasında bir yerde olduğunu söylüyorlar.
Max Richter, Olafur Arnalds, Johann Johannsonn, Nils Frahms, Dustin O’Halloran, Masayoshi Fujita, Stefano Guzzetti Gabriel Prokofiev son dönemde en çok ismi duyulanlar. Peki sizin neoklasik, ambient ve minimalist müzikte beğendiğiniz besteciler ve müzisyenler kimlerdir?
Bu saydığınız isimlerin hepsi benim için çok kıymetli. Bunlara ek olarak Nicolas Jaar’ın son dönemde yayınlanan işlerini de çok seviyorum. Bu ara kendi müzik tarzımı çok yakından takip ettiğimi söyleyemem çünkü bir müddet sonra kısır bir döngüye giriyor. Benim ise altyapıyı koruyarak farklı bir yöne gitme arzum var. Şu sıralar ECM Records yayınlarını çok karıştırıyorum.
Neoklasik müziği, geleneksel halk müziği ile birleştirmeyi hiç düşündünüz mü? Ya da buna benzer besteler yapıyor musunuz?
Bazı denemelerim var ama henüz konuşmak için çok erken diye düşünüyorum. Bu konuda klişe "Batı-Doğu sentezi" seviyesine düşmemek için çok dikkatle çalışmak gerekiyor. O sebeple de bir prodüktör ile fikir alışverişi yapıyorum.
Kimlerden müzik eğitimi aldınız? Ustalık sınıflarına katıldınız mı?
Ustalık sınıflarına hiç katılmadım. Çünkü benim hedefimde hiçbir zaman virtüözlük veya konser piyanistliği olmadı, şu anda da buna gerek görmüyorum. Yazdıklarımı da mutlaka benden çok daha iyi icra edenler olur. Hedefim kompozisyon ve beste alanında gelişmek, bunun yanı sıra organik elektronik müzik ve ses tasarımında ilerlemek...
20. yüzyılda neo-klasik veya minimalist müzik literatüründe önemli besteciler arasında Philip Glass, Steve Reich, John Tavener, Yann Tiersen, Michael Nyman, Arvo Part ve Henryk Gorecki yer alıyor. Birçok sinema filminde de bu bestecilerin müziklerini duyuyoruz. Size de sinemadan teklif geliyor mu?
Henüz gelmedi ama yakın zamanda besteci olarak İngiliz yayıncı Manners McDade kataloğuna katıldım.
Beste yapabilmek için ilham kaynaklarınız nelerdir?
Hayatın kendisi, yaşadığımız imtihanlar gerçek hikâyelerden uyarlanmış filmler, biyografiler ve doğada tefekkür etmek; bunlar benim ilham kaynaklarım. Ama her zaman ilham arama veya bekleme halinde değilim çünkü bu aynı zamanda da bir iş. Sabah kızımı okula bırakıp kahvemi içip piyanomun başına oturuyorum tıpkı bir memur gibi. Uzun doğaçlamalar çalıp onları mutlaka kaydediyorum. Daha sonra oturup dinliyorum. İçlerinden ilgi çekici bir motif bulursam onun üzerine gidip devamını getirmeye çalışıyorum. Her zaman işlemez ama oturup ilhamın gelmesini beklemek de gerekmez. Bazen biz ona gideriz.
Biraz da albümlerinizden söz eder misiniz? Her birinin konsepti neydi ve ulaşmak istediğiniz müzik çevreleri kimler oldu? Örneğin 'Doğum' adlı teklinizin ardında nasıl bir ilham vardı? BBC Sounds tarafından Classical Focus playlisti’ne giren 'Yol’dan da bahseder misiniz?
Benim bestelerimin çoğu günlük hayatla anlık duygularla ilintili. Sıradan her gün yaşadığımız olaylar hislerimiz. 'Doğum' ilk çalışmam. Kendimde ilk defa böyle bir kimlik keşfettiğim için yeniden doğmuş olmakla özdeşleştirdim. O sebeple ismi 'Doğum'.
'Yol' tekrara dayılı yapısı sebebiyle bana uzun mesafe bir yolda olmayı hatırlatıyordu. Mesela 'Eskizler' albümünde yine 'Polaroid' diye bir şarkım var. Kızımla beraber çekildiğimiz ilk 'Polaroid' fotoğraf beni çok duygulandırmıştı, o karşımda dururken yazmıştım.
Aromaterapinin ruha etkilerini keşfettiğim bir dönemde 'Melez Lavanta’yı yazmıştım.
Açıkçası kendimi sıradan günlük hayatın hikaye anlatıcısı olarak tanımlıyorum. Her gün bol bol video çekiyorum; bunlar bana ilham veriyor. Belki de o yüzden şarkıların arka planda çalıyor olmasıyla hiçbir sorunum yok. Dinleyenin tüm odağını ilgisini beklemiyorum, insanlara sadece eşlik etmek hoşuma gidiyor.
Klasik müzik ile caz müziği ruhunuzun hangi açılarına hitap ediyor?
Caz piyanisti değilim ama İstanbul Caz Festivali yarışmasına katıldım. Caz motiflerinden faydalanıyorum elbette ve dinlemeyi de çok severim. Caz tıpkı halk müziği gibi topraktan gelme bir müzik. O yüzden de sanırım ruhuma olan etkisi klasik müzikten daha yüksek bir frekansta.
Peki Doğu ezgilerini piyanoda çalmaktan hoşlanıyor musunuz?
Tunuslu bir besteci ve udi olan Anouar Brahem çalmayı çok severim.
Klasik müzik tarihinde kendinizi hangi döneme daha yakın hissediyorsunuz ve neden?
Romantik dönem. Sebebi sadece Chopin!
Sosyal medya hesabınızda bir cümle dikkatimi çekti. Valery’in “Tout est prétexte a mon chant” (“Her şey benim şarkım için bir bahane”) sözünü ilk satıra eklemişsiniz. Bu sözün sizin kariyeriniz ve müzik tutkunuz açısından bir ipucu olarak görmeli miyiz?
Bestecilik felsefemle yüzde yüz örtüştüğü için profilimde yer alıyor. Bir kayığın denizde salınmasından bile çok derin bir şekilde etkilenebilirim ve bu bana şarkı yazdırabilir - ki yazdırdı da. 29 Mart piyano gününde özel bir albüm içinde yer alacak. İsmi 'Qarib'. Arapça “kayık” demek.
Biraz da Sulu Fikirler Atölyesi’nden bahseder misiniz bize? Mimarlık formasyonunun da etkisiyle çizim yapmayı çok seviyorsunuz. Resme olan yeteneğinizin müziğin önüne geçtiği bir dönem oldu mu hiç hep mi vardı? Peki minimalizme olan ilginiz nasıl doğdu?
Mimarlık etkisiyle değil aslında ben çok daha öncesinde resim yapıyordum. Resim dersleri almaya lisede başladım. Pek çok kıymetli hocam oldu. Dürüst olmak gerekirse İç mimarlık bölümünü de yetenek sınavıyla aldığı için seçtim. Yani mimarlığı çizime devam edebilmek için seçtim. 17 yaşında çok mantıklı sebepleriniz olmayabiliyor. Ama bu seçimimden dolayı çok mutluyum. Minimalizm ile fakültede tanıştım. Mimarlık Fakültesi bana metot ve vizyon kazandırdı.
Piyano çalarken mandal, kalem ve demir benzeri bir enstrümandan yararlanıyorsunuz. Biraz anlatır mısınız bunların kullanma amaçlarını?
Çocukken yazı yazan, kitap okuyan ya da makasla kağıt kesen birini görünce hemen yanına oturup kalemden kağıttan çıkan o sesleri dinlerdim çünkü bana müthiş bir huzur verirdi. Bu böyle uzun yıllar devam etti. Çok sonra bu seslerin ASMR olarak tanımlandığını öğrendim ve organik elektronik müzik yapan bestecilerle beraber bunu müzikle harmanlamanın mümkün olduğunu keşfettim. Benim için müthiş bir keşifti. O sebeple kayıtlarıma bu kirli organik sesleri yerleştirmeye çalışıyorum. Ayrıca enstrümanıma materyal yerleştirme fikri bana onu yeniden tasarlama hissi de veriyor. Bu da tasarımcı kimliğimle birleşip ayrı bir keyif veriyor.
Sizce toplumda sanat olsun, başka alanlarda olsun çalışan, üreten kadınların varlığı niçin önemlidir?
Duygunun, derinliğin katmanlarını keşfedebilmek açısından kadınların üretimlerini önemsiyorum.
Son yayınlanan albümünüz 'Quatre Petites Melodies' (Dört Küçük Melodi) hakkında da bizi biraz bilgilendirir misiniz?
Pandemi döneminde hepimiz evdeyken boş vakitlerimde bazı sanatçıların işlerine daha yakından bakma fırsatım olmuştu. Bunların arasından bana çok ilham verenler üzerine kısa melodiler yazdım. Hepsi farklı disiplinlerden sanatçılar. Daha sonra bunları kendi hazırlayacağım videolarla harmanlayıp yayınlama fikri oluştu. Sanatın ilhamı sanat başlığıyla dört video yayınladım.
Başta sadece YouTube ve Instagram içindi ve öyle de kalacaktı fakat sonradan dijitale albüm olarak koymam konusunda epey bir ısrar oldu. Yeni bir başlık arayışı içerisindeyken de tesadüfen Eric Satie’nin kısa melodilerle yine 4 şarkılık bir albüm yayınladığını gördüm. Bu benim için çok kıymetli bir rastlaşma çünkü Satie’nin modern besteciler üzerindeki etkisi şüphesiz çok büyük.
Yakın dönem projeleriniz ve hayallerinizi de bizimle paylaşır mısınız? Sanırım CSO’da bir konseriniz olmuştu yakın zamanda. Yurtdışı projeleri de var mı?
11 Şubat’ta Ah! Kosmos ile yeni şarkımız '1702’yi yayınladık. Bu, 'Bluets' albümünden ikinci tekli çalışmamız. Ah! Kosmos elektronik müzik yapan bir besteci ve prodüktör. Benim için bu ortak çalışma çok farklı ve öğretici bir deneyim oluyor. Bu yıl ise Belçika, İngiltere, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde konserlerim var. Onun dışında albüm çalışmaları devam ediyor. 'Eskizler' albümünü yeniden daha profesyonel ekipmanlarla kaydedip nota kitabıyla beraber yayınlamayı planlıyoruz.