‘Platform 2’ ya da ‘liberalizm’ eleştirisine devam!
"Platform 2", ilkinin yarattığı etkiyi yaratacak mı? Yoksa pek yeni bir şey sunmayan bir devam filmi mi olacak?’. İlk soruya ‘evet’ ikinci soruya ‘hayır’ diyoruz ama daha da ötesi "Platform 2" gelecekte klasik haline gelmeye aday tek bir eserin ikinci parçası! Sanki ilk filmin ‘ruh eşi’!
Yaklaşık dört yıl önce Netflix’te izlediğimiz "Platform" filmi, en temel sosyal ve ahlaki değerleri sorgularken bir yandan da bilim kurgu/korku/kapalı alan gerilimi türleri arasında gezinen hatta bazen ‘gore’ sınıfına girmekten korkmayan özgün bir yapımdı.
Kuşkusuz son yıllarda ‘distopik’ dünya filmlerinin çok sayıda örneğini gördük ancak bu filmler daha çok büyük hatta devasa bütçelerinin bütün olanaklarını kullanarak, yıkık, yıpranmış, kirlenmiş ve ‘dış alanlarda’ geçen bir dünya tasviri yapıyor, filmdeki karakterlerin psikolojilerine hikaye ilerledikçe ‘şöyle bir’ değiniyor, senaryosunun ana merkezine oturtmuyordu.
Bu kalıpların dışına çıkan "Platform" filmi belki de Covid-19 atmosferinin de etkisiyle daha çarpıcı, daha sert ve daha soğuk bir hava estiren bir yapım haline gelmişti.
Bütün bunların yanında yönetmen Galder-Gaztelu-Urrutia sanki bu ilk filmde bütün derdini anlatmış, ‘deşmek’ istediği konulara girmiş ve hikayesini tutarlı, belli bir çerçeveye oturan bir finale bağlamayı başarmıştı. Dolayısıyla film bir devam veya ‘presequel’ bölümüne ihtiyaç duymuyor hatta ilk filmin başarısından sonra gereksiz bir (öncelikle maddi amaçlı tabii) hevesle hemen bir devam getirme fikri (iki filmin) ‘bütününe’ zarar verir gibi geliyordu.
Ancak yönetmen Urrutia ‘beklendik reçete’ tuzağına düşmüyor. Başka bir deyişle birçok yönetmen çoğu zaman bir devam bölümü ‘gerekliliğini’ kafasına takmadan aynı şeyleri tekrarlamayı veya amiyane tabirle ‘aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önümüze sunmayı’ tercih edecekken yönetmen bu kolaycılığa kaçmıyor.
Hatta aksine hikayesini bu ikinci bölümde öyle geliştiriyor ve nüanslar katıyor ki "Platform 2" bir devam filmi değil sanki tek bir filmin ‘ikinci chapter’ı izlenimi veriyor. Bizce bu kadar dikkat çeken bir filmden dört sene sonra bir ‘eklenti’ gibi durmayan, onun yerine aynı ‘damarda’ ilerleyen ve gelişen bir yapım çıkarmak büyük bir başarı!
ÇUKUR AYNI, ORTAM FARKLI!
Urrutia aslında filminin ana merkezinde ve parmak bastığı ana temalarda ‘sert’ bir değişikliğe gitmiyor: İlk filmde olduğu gibi dikey bir gökdelenin hapishane hücrelerini andıran odalarında birbirini tanımayan insanlar var. Bu insanların dışarıyla tek teması belli aralıklarla her katta duraksayan bir plato ve üstündeki ziyafeti andıran yemekler. Doğal olarak ilk ‘kattakiler’ çok daha çeşitli ve doyurucu seçeneklere sahipler. Ve burada bulunan insanların ‘yeterince’ yiyebilme ile ‘olabildiğince’ yiyebilme arasında tercih yapmaları gerekiyor. Buradaki insanların binadaki kat yerlerinin (binada toplam tam 333 kat var!) her ay, rastgele belirlendiğini göz önüne alırsak üst kattakilerinin altlarında olanlara göre bir statü veya para üstünlüğü yok.
İlk filmde senaryonun bu ‘distopik’ omurgasına ciddi bir kapitalizm ve liberal adalet anlayışı eleştirisi ‘yapışıyor’ ve olayların akışı göründüğünden çok daha derin yerlere uzanıyordu. Bu filmde ise yönetmen bu tutumundan vazgeçmese de bu sefer hem şekil hem de içerik açısından daha radikal bir yol izliyor
Biraz açmamız gerekirse yönetmen bu sefer ilk filmi izleyen seyircilerin az çok bu gizemli yerdeki işleyişi bildiklerini hesaba katarak fazla zaman kaybetmeden ana temalarına tabiri caizce ‘dalıyor’! İlk filmin açılışındaki yemek ‘tıkınma’ sekanslarına bu kez yer vermeyen Urrutia sadece bu merkezde mahsur tutulacak bazı karakterlerin ‘mülakatlarından’(!) küçük kesitler veriyor. Ancak bu binada tutulanların kaçının gönüllü veya kaçının suçlu olduğu yine muallakta kalıyor.
Dolayısıyla bu devam filmi de ilkinde olduğu gibi sosyal ve ekonomik sınıf sorgulamalarına, tüketim toplumu eleştirilerine yer veriyor ama asıl farkını ‘ortak iyilik’ arayışını daha öne çıkararak yaratıyor!
CEHENNEM ÇUKURUNDA BİR MESİH!
Bu merkezde katlar ve dolayısıyla mevkiler sürekli değişse de yine de (ilk filmden farklı olarak) bir hiyerarşi mevcut. Diğer insanların ‘Maestro’ (bu arada bu karakter fiziken Hz İsa’nın bir temsili gibi) diyerek adlandırdıkları bir adam, bu kuleyi inşa eden ve işleyişinde sorumlu olan ‘dışarıdan’ biri değil ama yine de bu binada uyulması gereken kuralları hatırlatan aksi takdirde ise en sert cezalandırmaları uygulayan bir figür. Örneğin ‘Maestro’nun en önemli kurallarından ilki: Her bireyin takas etmek istemesi dışında sadece ‘girerken’ söylediği favori yemeğini yiyebilmesi oluyor. İlk bakışta hakkaniyetli görünen bu kural aslında giderek insanların üstünde baskısını hissettiren totaliter sistemin ‘çarklarından’ biri haline dönüşüyor. Hikayenin parmak bastığı ‘ortak iyilik’ arayışı bu dayatmalarla kaos ortamından daha da yıkıcı bir hale dönüşünce bu ‘cehennem çukurunun’ içinde daha derin bir çukur açılıyor: İnfazlar artıyor, uzuv kesmeye kadar varan en sert cezalar veriliyor, insanlar ortak bir çözüm arayarak değil bir başkasının üstüne (veya cesedine) ‘basarak’ hayatta kalmaya çalışıyor hatta aralarında en masum ve en zararsız görünenler bile diğerlerine ihanet etmekten çekinmiyor.
Yönetmen filmindeki bu şiddet artışını ana temasını koymak daha doğrusu sorusunu sormak için kullanıyor: ‘Kaos ortamı kontrol edilebilir mi?’
Cevap ise bizce bir nihilizme varan ‘hayır’ oluyor’. Çünkü ilk film, binada mahsur kalan insanların bu sisteme karşı acizliğini, çaresizliğini gösteriyordu. Bu filmde ise insanlar zaman zaman başkaldırıyor, isyan ediyor hatta bazen ‘yemek platosunun’ işleyişinde tıkanmalar, aksilikler yaşanıyor. Ama bu ‘direniş’, ortamı daha da kötü bir duruma sürüklüyor. Katlardan indikçe ‘barbarlaşan’ insanların şiddeti adeta her kata sirayet etmeye başlıyor.
METAFORLAR VE KURALLAR…
Filmde bizi biraz rahatsız eden daha doğrusu ‘aşırı’ gelen iki nokta var: İlki, filmde değindiğimiz ve değinmediğimiz birçok metafor var. Ve bunların çoğu açık ve neyi temsil ettikleri anlaşılıyor. Örneğin filmin başında ve bazı yerlerinde gördüğümüz çocuklar (binanın en alt katı olduğunu düşündüğümüz bir alanda) düzenli bir şekilde bir kaydıraktan iniyorlar ve eğleniyorlar. Ancak bu ortam giderek bozuluyor ve son kertede her biri birbirinin üstüne basarak ve tırmanarak en üst noktaya çıkmaya çalışıyorlar. Sonunda bu kargaşada galip çıkan çocuk kendisine anne ve baba olacak bir çiftle oradan ayrılıyor.
Ancak çok ‘gömülü’ olmasa da bu kadar metafor ‘bombardımanı’ bazen biraz fazla geliyor. Sanki bu öğeler hikayeye daha dengeli bir şekilde serpiştirilebilirdi.
İkinci ufak kusur ise yeni kurallar oluyor: Bunların bazılarına zaten ilk filmden aşinaydık ama yaklaşık on beş dakikalık bölümde peş peşe sıralanan yeni kurallar biraz dengemizi kaybetmemize yol açıyor. Bir yandan bunları aklımızda tutmak bir yandan da olaylara yetişmek daha zor bir hale geliyor.
Sonuç olarak filmi izlemeden önce aklımızda asıl şu soru belirmişti: "Platform 2", ilkinin yarattığı etkiyi yaratacak mı? Yoksa pek yeni bir şey sunmayan bir devam filmi mi olacak?’. İlk soruya ‘evet’ ikinci soruya ‘hayır’ diyoruz ama daha da ötesi "Platform 2" gelecekte klasik haline gelmeye aday tek bir eserin ikinci parçası! Sanki ilk filmin ‘ruh eşi’!