Polat Özlüoğlu: 'Derdi olmayan insan yazamaz'
Yazar Polat Özlüoğlu, "İçime dert olan meseleleri, adaletsizlikleri, yük olan yoksunlukları, uykusuz bırakan hadiseleri dillendirmek, edebiyat aracılığıyla paylaşmak için yola çıktım" diye konuştu.
Süleyman Turna
Polat Özlüoğlu’nun beşinci kitabı 'Sahi Adım Neydi' geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Biz de, heteronormatif düzene karşı çıkan öyküler yazdığını belirten Özlüoğlu’yla bir röportaj gerçekleştirdik.
'NE ANLATTIĞINDAN ZİYADE NASIL ANLATTIĞIN HAYATİ ÖNEM TAŞIYOR'
'Sahi Adım Neydi' nasıl ortaya çıktı?
Bu zamana kadarki dört kitapta toplumsal travmalar, siyasi çalkantılar, kaos içinde düşe kalka ayakta kalmaya çalışan, iktidar güçleri ve din tarafından kutsanan aile denen mefhumun içinde sıkışıp kalan, gelenek, görenek, çevre tarafından dışlanan, sürülen, ayrımcılığa maruz bırakılan insanlara dair hikayeler vardı. Bu defa o evlerde doğan, büyüyen, yetişen, yaşayan çocukların sokaktaki hikayelerine odaklandım. Yani o evlerden ayrılıp/kovulup dışarı adım attıklarında o çocuklara, kızlara, oğlanlara neler oluyor, onu anlatmak istedim. Yüzlerinde taşıdıkları babalarının, annelerinin suretlerinden, sırtlarında yüklendikleri geçmişten gelen acılardan, bedenlerine kazınan yara izlerinden kaçamayan çocukların yeni hayatlarında düzen kurmaya çalışmalarını, tutunma çabalarını, yoksulluklarını, yalnızlıklarını, sefilliklerini, yenilmişliklerini, aşka düşmelerini, aşkta sınıfta kalmalarını, aşktan ölmelerini dillendirsinler istedim. Marazi ilişkiler, bitmeyen sevdalar, terk edişler, arızalı diyaloglar, sadakatsiz eşler, ölümlü aşklar… Sorunlu erkeklik, eril zorbalık, cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılık, kadınlık ya da erkeklik dışında kalan cinsiyetlere yönelik toplumun, egemen güçlerin tutum ve eylemlerine dair öyküler mevcut kitapta. Yani biraz daha evlerin dışındaki, kamusal alandaki, sokak/mahalle dediğimiz yaşam alanlarındaki, kuytulardaki, kıyıda köşelerdeki baskıya, dışlanmaya, korkuya, zorbalığa maruz kalan ilişkilere odaklandım. Aşkı bir de benden okuyun istedim. Öyle yanarlı dönerli, cicili bicili, canım cicimli aşkları değil, aksine tekinsiz, korkusuz, ölümüne aşklar söz konusu olan. Heteronormatif ilişkilere alternatif bir bakış açısından, farklı bir pencereden bakmaya davet ediyorum okurları.
Öykülerinizdeki karakterler hayatın farklı yerlerinden darbe almış insanlardan, yani 'adı olmayanlar'dan oluşuyor. Buradan hareketle, edebiyatın hayatla kurduğu ilişkiye dair neler söylemek istersiniz?
Elbette kurgu dediğimiz şey malzemesini yaşadığımız hayattan alır. Gerçek ile hayalin harmanlandığı bir evren yaratmaya çabalıyoruz hikayelerde. Edebiyat demek sadece olanı yazmak değil, o zaman yazdıklarımız sıkıcı, okunmaz, tahammül edilemez olurdu. Her edebiyat eseri biraz da hayatın onu yazan üzerindeki tahayyülünden ibarettir. Benim paylaşacak hikayelerim, derdim, meselem var, diyeceksiniz ki herkesin var. Evet ama ben onu paylaşırken yeni yollar, yöntemler bulmaya, kendime ait bir üslup, dil oluşturmaya çalışıyorum. Dünya üzerinde yazılmayan duygu, olay, fikir kalmamıştır. Artık ne anlattığından ziyade nasıl anlattığın hayati önem taşıyor. Senin gözün biriciktir, parmak izi gibi, anlatış tarzın da dolayısı ile sadece sana aittir. Biz dünyayı senin bakışlarından, deneyimlerinden, duygusal ve ruhsal süzgecinden geçerek gelen kırıntılardan görürüz. Bir metin ortaya koymak demek deli gömleğini üzerine giyip kalemi eline almak demek belki de. Bu çaba umutsuz bir eylemdir. Yaşadığın çağa, dünyaya, coğrafyaya gözlerini, kulaklarını açmalısın, yüreğin ve vicdanın hür bir şekilde konum almalısın. Ben içime dert olan meseleleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri, yük olan yoksunlukları, uykusuz bırakan hadiseleri dillendirmek, edebiyat aracılığı ile paylaşmak, hikaye etmek için yola çıktım. Derdi olmayan insan yazamaz, yazsa da samimi durmaz. Hassasiyet ve haysiyet önemli şu karanlık zamanda.
'NEFRET SUÇLARINI ÖNLEMEK İÇİN KALICI BİR ÇABA GÖSTERİLMİYOR'
Bahsettiğimiz darbelerden bazıları da devlet eliyle vurulan darbelerden oluşuyor. 'Kayıp Atlet' adlı öykünüzde 19 Aralık sürecini bir siyasi üzerinden anlatıyorsunuz? Öyküde geçen “Başkasının acısını bir kıyafet gibi giymek” meselesini açar mısınız biraz?
F tipi hücre sistemine ve tecritlere direnmek için mahkumların başlattıkları açlık grevi ve ölüm oruçlarına karşı iktidar tarafından yapılan 'Hayata Dönüş Operasyonu'nda kaybedilmiş bir ağabeyin, oğulun, kardeşin, bir dostun hikayesini geride kalanların gözünden anlatmaya çalıştım. O sürecin yaraları kanamaya, yası tutulmaya devam ediyor. Kapkara bir leke tarih sayfalarımızda saklı kalan, diğer pek çok leke gibi. Yazmak tuhaf bir eylem bazılarımız için. Hayal kuruyorsunuz yazarken, dil ve kurgu sayesinde gözünüzde canlanan, zihninizde ete kemiğe bürünen, dokunabileceğiniz kadar size yaklaşan karakterler kalemden sayfalara dökülüyor. Bir keşif gibi benim için bir karakter yaratmak. Onun iç alemini ve dış dünyasını bir adayı keşfeder gibi didik didik ediyorum. Adeta o karakterin ağrısını, acısını, hüznünü, tebessümünü, tedirginliğini, korkusunu, geçmişini üzerime bir elbise gibi uydurmaya çalışıyorum. Bütün yollarını, çıkmaz sokaklarını, saklı bahçelerini, labirentlerini, balkonlarını, kapalı odalarını adımlıyorum kaleme alırken. Yoksa yazabileceğimi sanmıyorum. Ya da vardır belki öyle yazabilen ama ben böyle yazabiliyorum. Gazetecilik mezunu olduğum için etrafımda olan bitene eleştirel bir gözle bakmayı, merak etmeyi, öncesini, sonrasını öğrenmeyi, sorular sormayı seviyorum. Hakkında yazdığım karakteri üzerime giyinmeye çabalıyorum. Hikaye anlatıcısı olarak dünyanın ağrısını içimde hissediyorum ve bundan kurtulmak, hafiflemek arzumdan dolayı yazıyorum. Elimi kolumu bağlayan durumlara, vicdanımı rahat bırakmayan olaylara, içimi acıtan ülke ve dünya tarihindeki karanlık zamanlara dair yazmayı, vicdan borcumu kalemimle ödemeyi önemli buluyorum.
'Yılkı Atları Gibi Bozkırda Başıboş' adlı öykünüzde de, seks işçiliği yapan trans bireylerin yaşadıkları baskıyı okuyoruz. 'Erkek' olmak için zorla kamuflaj giydirilen insanların, daha sonra da nezarethanede saçlarının kesildiğini görüyoruz. Otorite, nasıl olduğumuzdan ziyade nasıl göründüğümüzle daha çok ilgileniyor sanki, ne dersiniz?
Maalesef güzel şeyler söyleyemiyoruz, mutlu cümleler kuramıyoruz trans bireylerle ilgili. Ayrımcılık, damgalanma, ötekileştirme, dışlanma ve nefret söylemlerine maruz kalıyorlar. Şiddet görüyorlar hem otorite hem toplum hem aileleri tarafından. Gündelik yaşamlarını idame ettirmek, barınmak, yemek, içmek gibi temel ihtiyaçlarını gidermek için bile saklanmak zorunda kalıyorlar. Gündüz yerine geceye teslim ediyorlar bedenlerini, hayatlarını, yüreklerini. Ayrımcılık, bir etiket gibi yapışıyor üzerlerine. Cinsiyet kimliği kişinin doğduğu cinsiyetten öte ait olduğunu hissettiği cinsiyeti referans alır. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi yasaklayan bir kanun olmamasına rağmen ayrımcılık, nefret suçları ve cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. Bu dışlanma hayatın her alanında sürüyor; işe alınmama, hizmet alamama, normalden yüksek bedellere hizmet alma, sağlık hizmeti almada sorun yaşama, askerlik sırasında hakaret, tehdit gibi olumsuz deneyimler yaşama, sokakta yürürken bakış, jest ve yabancılaştıran olumsuz hareketlere ve hakaretlere maruz kalma. Her türlü tehlikeye karşı açık hedef haline geliyor bu bireyler. Ve yaşanan deneyimler gün geçtikçe bu tür olumsuz durumların daha da arttığını göstermekte. Normalin sınırlarını aşındırmak önemli bir mesele. Nefret suçlarını önlemek için kalıcı bir çaba gösterilmiyor. “Ya böyle olma ya da böyle olduğunu gösterme, belli etme” meselinde bir çifte standart uygulanıyor. Ama yazmak, edebiyat belki de çok küçük bir kapı aralıyor bu tür hikayelere. Okuru empati kurmaya, farkına olmaya çağırıyor.
'HETERONORMATİF DÜZENE KARŞI ÇIKAN ÖYKÜLER'
'Ablam Aşktan Ölmüş' adlı öykünüzdeyse balkondan 'düşen' bir kadının hikayesini okuyoruz. Son yıllarda iyice artan bu 'sakarlık' vakalarından bahsedelim mi biraz da?
Maalesef benim öyküde bahsettiğim, aşkından intihar eden, bunu yaparken kaza süsü veren bir kadının hikayesiydi. Oysa sizin kast ettiğiniz balkon, pencere, çatı vb. yerlerden 'sakarlıklar' adı altında meydana gelen kadın cinayetleri vakalarından başka bir şey değil. Dosyası çözülmeden kapanan, failler bulunmadan, katiller araştırılmadan rafa kaldırılan, intihar süsü verilmiş cinayetlerle yüzlerce kadın kaybetti bu ülke ve kaybetmeye devam ediyor. Bir yılda beş yüz kadının şüpheli ya da kasten öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Kanıksamamak için daha çok yazıp çizmek, konuşmak, tartışmak, dillendirmek gerekli bu cinayetleri. Her türlü mecrada, buna edebiyat dahil, anlatmalıyız. Üçüncü sayfa haberi olarak gazetelerde yazılan ya da sosyal medyada gündem olup birkaç yüz beğeniden sonra çağın hızına karşı duramayıp kaybolup giden bu tür kadın cinayetleri maalesef yeterince önem ve özenden yoksun bir şekilde unutuluyor. Aile içinde eşlerden, ebeveynlerden ya da ilişkide bulundukları erkekler tarafından fiziksel şiddete maruz kalıp cinayete kurban giden kadınların korunacakları, sığınacakları mecralar yeterli değil. Verilen cezaların caydırıcı olmaması, faillerin birkaç sene yatar çıkarım rahatlığı, adalet algısının olumsuz oluşması dolayısı ile pek çok kadın bu tür olayların kurbanı oluyor. İstanbul Sözleşmesi’nin önemini göz ardı etmek çok trajik sonuçlara götürüyor hepimizi. Her kitabımda yoğunluklu olarak kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri, eril tahakküm ile ilgili hikayeler anlatıyorum. Özellikle 'Peri Kızı Af Buyrun' kitabımdaki öykülerin tamamına yakını kadınların ağzından, dilinden anlatılan bu tür hikayelerdi. 'Sahi Adım Neydi' adlı bu kitaptaki hikayelerde de yine heteronormatif düzene karşı çıkan kadınlara ve aşklarına dair öyküler var.
Kitaptaki öykülerin çoğu birinci tekilden yazılmış. Bir öyküye başlarken onun dilini neye göre belirliyorsunuz?
Karaktere göre belirlediğimi söyleyebilirim. Ancak benim yazma deneyimim biraz farklı. Ben hikayeyi uzun süre kafamda tasarlayıp, onunla yatıp kalkan bir yazar olamadım hiç. Masaya oturup defteri kalemi elime aldığımda aklıma ilk gelen şeyi yazmaya başlıyorum. Sonunu benim de bilmediğim, masada öğrendiğim, karakterlerin, olayın, kurgunun, atmosferin yazarken ortaya çıktığı bir deneyim öykü yazmak. Yani bir nevi eskilerin deyimiyle kervan yolda düzülüyor. 'Ben' dilini kullanmak biraz sakıncalı ve tehlikelidir aslında, çünkü dozunu iyi ayarlamak gerekir yoksa harika bir öyküyü okunmaz bir hale getirebilir. Ama anlattığım hikayelerin bir kısmı eğer birinci tekilden yazılırsa okuru daha çabuk içine çekebilecek, duygudaşlık bağı kurduracak, kendini karakterin yerine koymayı kolaylaştıracak özelliğe sahip oluyor. Dolayısı ile kahraman okuru karşısına alıp sanki suya, ağaca, rüzgara fısıldar gibi okura anlatıyor başından geçenleri. Bir yabancıya anlatır gibi, bir mektupmuş gibi hikâyesini okurla paylaşıyor. Okuru dert ortağı beliyor.
Günümüz öyküsüne dair neler düşünüyorsunuz? Beğeni ve eleştirilerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Günümüz öykücülüğünde nicelik açısından olumlu gelişmeler var elbet, oldukça fazla öykü kitabı ile okur buluşuyor. Ancak nitelik açısından aynı şeyi söylemek pek doğru değil. Ama bu kadar çok öykü basılıp öykü okunması edebiyat dünyamız için güzel bir şey. Nitelikli olanların bir zaman sonra diğerlerinden ayrılacağını düşünüyorum. Çağdaşlarımı okumayı seviyorum.
Yeni çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Öykü yazmaya devam ediyorum. Ama kitaptaki öykülerden de belli olduğu gibi artık biraz daha uzun öyküler kaleme alıyorum. 2019 yılından beri üzerinde çalıştığım bir roman da demleniyor. Kısmet. Teşekkür ederim.