Polisiye edebiyat nedir ve neden önemlidir?
Ercan Akbay, Yaprak Öz, Cenk Çalışır, Deniz Gürsoy, Nuray Atacık, Burak Akgüç, Çağatay Yaşmut, Armağan Tunaboylu ve Suphi Varım ile polisiye edebiyatın önemini konuştuk.
DUVAR - Duvar Kitap’ın bu ayki dosya konusu polisiye edebiyat. Biz de bu bağlamda bir soruşturma hazırladık ve Oğlak Yayınları - Maceraperest Kitaplar’ın yazarlarına iki temel soru yönelttik.
Soruşturmaya katılan isimler şu şekilde: Ercan Akbay, Yaprak Öz, Cenk Çalışır, Deniz Gürsoy, Nuray Atacık, Burak Akgüç, Çağatay Yaşmut, Armağan Tunaboylu ve Suphi Varım.
'TÜRK POLİSİYESİ EN ŞENLİKLİ, EN VERİMLİ ZAMANINI YAŞIYOR'
Dünden bugüne, polisiye edebiyatın gelişimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Ercan Akbay: Gotik edebiyatın büyük yazarı Edgar Allan Poe’nun polisiye edebiyatın miladı kabul edilen 'Morgue Sokağı Cinayeti' (1841) adlı uzun öyküsünü editörü olduğu dergide yayımlamasının üzerinden yüz seksen yıldan fazla süre geçmiş olsa da, polisiye kurgudaki suçların dedektif tarafından çözümlenerek suçlunun cezalandırılmasını anlatan olay örgüsü değişmemiştir. Klasik polisiye anlatının sacayakları olan suç, suçlu ve dedektifin yer aldığı şablon kurgunun ilk öğesi, öykünün odağındaki suç içeren olayın esrarengiz (enigmatic) olmasıdır. Hikâyenin başlangıcında karakterleri ve dedektifimizi tanır, olayın ipuçlarını öğreniriz. Sonra soruşturma süreci başlar.
Polisiye anlatım biçimindeki farklılık arayışları özellikle yeniden yükseliş dönemi olarak kabul ettiğimiz 1970’li yıllardan başlayarak okura yeterli çeşitliliği sunmuştur. Sonuç olarak, polisiye edebiyatta geleneksel yapıyla çağdaş çeşitlilik hemen her dönemde iç içe olmayı sürdürmüş ve bu durum çatışma değil zenginlik yaratmıştır. 2000’li yıllara damgasını vuran kuzey polisiyesi dalgasının sonuna geldiğimiz yıllarda, küresel anlamda bir kısırlık bunalımının yaşandığını gözlemliyorum. Polisiye edebiyattaki yaratıcı gelişimin durgunluk dönemi içine girdiğini düşünenlerdenim. Bu durumu aşmak için yalnızca yazarlara değil, yayıncılara ve okurlara da iş düşüyor.
Yaprak Öz: İlk ortaya çıktığı zamanlardan itibaren gizemli büyüsüyle insanları etkisi altına alan polisiye edebiyatın, özellikle son yıllarda büyük bir gelişim yaşadığını düşünüyorum. Bunda hem yaygınlaşan dijital kanalların polisiye dizilere verdiği önemin etkisi sonucunda insanların polisiye okumaya teşvik olması hem de günümüzün müthiş hızlı ve stresli yaşayış tarzında kaçacak, sığınacak, zihin dinlendirecek hoş bir liman olarak polisiye okumanın faydasını görüyorum. Türkiye’de ise, bir durgunluk döneminin ardından Ahmet Ümit’in canlandırdığı polisiye sevgisini günümüzde pek çok yazar sık sık ürün vererek canlı tutmakta. Sanıyorum Türk polisiyesi en şenlikli, en verimli zamanını yaşıyor.
Cenk Çalışır: Ahmet Mithat Efendi’den bu yana geçen yüz elli yıllık süreçte Türk polisiye edebiyatı elbet gelişti. Dünya çapında ödüller alan, eserleri birçok dile çevrilen birkaç tane de olsa yazarlarımız var ancak bu yeterli değil. Hem yazarı hem de okuru açısından derinlikli bir profil yok bence. Ülkemiz okuru, birkaç yazar dışında polisiye edebiyat üretimlerini ve üreticilerini tanımıyor. Daha çok popülerlikten beslenen bir algı var ki -bu yanlış anlaşılmasın, popüler kötüdür, demiyorum- okura ulaştırılamayan, popüler olmayan nitelikli eserler de var diyorum.
Öte yandan konunun sadece üretimle ilgili olmadığı açık. Yayınevleri, devlet sübvanseleri, tanıtım eksikleri, maliyetler gibi birçok parametre masaya yatırılmadan türün gelişiminin tarifi eksik kalacaktır.
Ancak kısaca değinmek gerekirse, özellikle son yirmi yılda televizyon kanallarının, portalların çoğalması sinema ve dizilerin edebiyat uyarlamaları ile okurun ilgisinin polisiyeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Polisiyenin “burada bir ceset var kim öldürmüş acaba?” anlatısından ibaret olmadığını duyurabilirsek türün okuru çoğalacaktır.
Deniz Gürsoy: Ülkemizde evvela tercüme, sonraları yabancı meşhur polisiye karakterler üzerine yazılmış yerli yazarların polisiyeleri, sonra özgün yerli polisiyeler şeklinde bir evrimden sonra bu günlere geldik. Son 20-30 yıldır polisiye yazarlarımız edebiyat dünyasındaki “Polisiye edebiyat mıdır değil midir?” tartışmaları bir yandan sürüp yerli polisiyeciler edebiyat dünyasında neredeyse kabul görmezken, yabancı yazarlarla yarışabilecek ölçüde kaliteli polisiye romanlar üretmişlerdir.
Nuray Atacık: Başlarda polisiye, bilimin ve aklın edebiyattaki karışığıydı, hatta Sherlock için adli dedektifliğin ilk popüler temsilcisi diyebiliriz. Oysa günümüzde, salt bilimsel analiz üzerinden kurgulanmış eserler dizilerde hâlâ yer alsa da edebiyatta çokça üretilmiyor. Karakterlerin psikolojik derinliği, duygusal dalgalanmaları, dünya ağrıları polisiye roman okumayı zenginleştiren unsurlar. Polisiye edebiyatta teknolojiden çok insanın karanlık yüzünün yansımalarını görmeyi tercih ediyorum.
Burak Akgüç: Edgar Allan Poe’nun ünlü eseri 'Morgue Sokağı Cinayetleri'nin 1841’de yayınlanması üzerinden yüz seksen yıldan fazla zaman geçmiş. Bir kapalı oda cinayeti ve dedektif Auguste Dupin karakteri ile aralarında Sir Arthur Conan Doyle’un da bulunduğu pek çok yazara ilham verecek olan bu başyapıt, polisiyenin ilk temel taşlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Karmaşık bir vaka ve çözüm peşindeki dedektifin analitik düşünce yeteneğini, tam altmış yıl sonra, Sherlock Holmes’ün ünlü 'Baskerviller’in Köpeği' macerasında da görmekteyiz. Müthiş dedektifler zincirinin vazgeçilmez halkalarından biri de, Agatha Christie’nin 'Şark Ekspresinde Cinayet' romanında Hercule Poirot olarak karşımıza çıkar.
Herkesi kendine hayran bırakan bu karakterlerin yanı sıra, okyanusun diğer tarafında, Amerika’da 1930’ların ekonomik buhranında, suçun son derece yaygın olduğu ortamlarda geçen sert (hard-boiled) polisiyelerde karşımıza çıkan dedektifleri de tabii ki unutmamak gerek. 'Büyük Uyku'da Raymond Chandler’in Philip Marlowe’u veya 'Malta Şahini'ninde Dashiell Hammett’in Sam Spade’i, peşinde oldukları suçlular kadar deforme ancak bir o kadar da çekici karakterler olarak görünmektedir bize.
Zaman ve polisiye sanatı ilerledikçe, suçun ve suçlunun psikolojisi gittikçe daha fazla önem kazanır olmakta; Patricia Highsmith’in başkarakteri yetenekli Tom Ripley bu hususta kuşkusuz akla gelen ilk örneklerden biri. Tabii ki, psikolojik dünyalarının içine girdiğimiz dedektiflere de değinmeden geçmemeli; tıpkı John Le Carre’nin 'Köstebek' adlı romanında karşımıza çıkan istihbaratçı George Smiley veya Georges Simenon’un 'Letonyalı Pietr'inde bize tanıttığı uzun soluklu karakteri Komiser Maigret gibi.
Bazen de polisiye bizi bambaşka zamana götürüp, o dünyanın gizemlerini, insanlarını ve kurumlarını karmaşık bir kurgu içinde gözlerimizin önüne seriyor. Bunu düşününce, Umberto Eco’dan 'Gülün Adı', aklıma gelen ilk roman.
İşte belki de polisiyeyi bunun için seviyoruz. Bizi değişik bir zamana ve mekâna veya inanılması güç, son derece ilginç olay ve karakterlere götüren, sonuç olarak, içimizde hep var olan o başka bir âleme kaçış hissine ve ihtiyacına cevap veren edebiyat türü olduğu için.
'POLİSİYE ROMANLAR İÇİNDE BULUNDUĞU TOPLUMUN SUÇ ANLAYIŞINI YANSITIR'
Çağatay Yaşmut: Polisiye romanlar içinde bulunduğu toplumun suç anlayışını yansıtır. Bu da demektir ki, polisiye roman tarihine baktığımızda insanlık tarihinin de evrimi rahatlıkla okunabilir. Öte yandan suç, bilinmesi gereken bir gerçeği gizlemekten insan katline giden geniş bir yelpazedir. Bundan dolayıdır ki; polisiye türde verilen eserlerde çeşitli alt gruplar oluşmuştur. Altın çağ polisiyeleri, kara roman, casus romanları, mahkeme polisiyeleri, gangster romanları, seri katil romanları, siyasi polisiye, adli tıp merkezli romanlar, psikolojik gerilim romanları, vb. gibi alt türler polisiye edebiyatı zenginleştirmiştir.
Edgar Allan Poe’nun 'Morgue Sokağı Cinayeti’nin ünlü dedektifi, fakir düşmüş bir aristokrat olan şövalye Auguste Dupin’dir. Dupin, polis örgütünün Morgue Sokağı cinayetindeki güçsüzlüğünü vurgulayan bir çalışma ortaya koyar. Bu, analitik çıkarımlar yaparak akıl yürütmedir. Aynı zamanda tanınmış bir şair olan Poe’nun yazdığı, polisin ikinci planda bırakıldığı bu tip hikâyelerin ileride yüzlerce benzeri yazılır.
Yine de dedektif tipini yaratan, araştırmacı denildiğinde gözümüzün önüne, pipolu, pelerin benzeri pardösüsü, kenarları yukarı kıvrılan şapkası ve büyüteciyle Sherlock Holmes gelir. Conan Doyle’un yarattığı eksantrik kahraman Holmes, kendine özgü bilgi ve teknik sahibi, tartışmasız usta bir kimyager, araştırmacı doktor, birçok bilimsel alandaki gözlem ve çözümleme özelliklerini bünyesinde taşır. Krimonoloji, toksikoloji, anatomi kadar jeoloji de bilir.
Chesterton’un Rahip Brown’u akıl ve mantık yürütme konusunda benzerlik gösterdiği halde, bir din adamı olarak sosyal sınıfın ve sınıfçılığın dışında kalmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar belli sınıftaki dedektiflerin egemenliğinde giden polisiye roman iki dünya savaşı arasında hafif bir kırılma gösterecektir. Bu kırılmayla birlikte çıkarı korunan, yani hakları aranan kesim halka yaklaşırken, polisten alınan yardımın niteliği artmaya başlar.
Altınçağ Dönemi denilen iki dünya savaşı arası dönemde birbirinden farklı iki gelişme görülür. İlki aklın öne çıktığı toplumsal olgu taşımayan “Katil Kim?” romanları, ikincisiyse toplumsal olguların etrafında gelişen “Kara Roman”.
“Katil Kim?” romanlarının konusu ölüm ve muammadır. Altınçağ polisiyesi, Birleşik Krallık’ta belirir. Dolayısı ile dönemin en meşhur yazarları da bu ülkeden çıkar. Özel dedektif Hercule Poirot, meraklı komşu tipiyle Miss Marple en bilinenleridir. Sayers, aristokrat bir dedektif yaratır: Lord Peter Wimsey. Sonuç olarak yakından bakıldığında “Katil Kim?” romanları suçun tarihiyle birebir paralel gitmemiştir. Mandel’e göre, bu romanlarda gerçek sorunun bütün yönleri ve anlamıyla suç değil, ölü ve muamma olduğunu, esas olanın suçlunun karşısına analitik zekasıyla çıkararak resmî olarak suçun kanıtlanmasından geçtiğini; gerçek insanlardan ve gerçek insan tutkusunun çatışmasından tümüyle yabancılaşmış soyut yapıtlardır.
1920’lerde Amerika’da başlayan içki yasağıyla birlikte suç büyük bir ivme kazanır. İçki kaçakçılığı başta olmak üzere fuhuş, kumar, kadın ticareti, uyuşturucu, rüşvet gibi suçların genişlemesiyle birlikte örgütlenme kaçınılmaz olur. Ortada büyük bir pasta vardır. Durum böyle olunca, yeni bir polisiye türü oluşur: Kara Roman. Öncüleri Dashiell Hammett ve Raymond Chandler’dır. Polisiye romandaki ilk büyük devrimdir. Önce suçun niteliği değişiyor, ona pareler olarak polisiye roman bir dönüm noktası yaşıyor. Bu iki yazar içinde yaşadıkları toplumun yolsuzluklarını, çürümüşlüklerini çok iyi bilirler, her şeyin para gücüne bağlı olmasına karşılık dedektiflerinde ahlaki olarak savunabilir bir tutum sürdürmeye çalışırlar. Bu iki yazardan başka önemli isimler de mevcuttur. Georges Simenon, Leo Mallet, Ross Mcdonald, John Macdonald. Dedektifleri, cinayetleri, analitik çıkarımlarla değil, takip kovalamaca ve yakalama süreci sonunda ve gerekirse zor kullanarak ortaya çıkarırlar.
Dünya savaşları arasındaki dönemde, kamuoyu yeni bir suçla tanışır. Bu suç, kişisel yaşamlara ve mülkiyete değil, devlete yönelik işlenir, suçlular devlet veya hükümetler için hareket ederler. Bunlar casuslardır. Casusların varlığı, özellikle CIA ve KGB’nin başrol oynadığı gizli servisler savaşına dönüştü. Suçun tarihi bu noktada polisiye roman tarihiyle bir kez daha kesişir. Joseph Conrad, Graham Greene, Eric Ambler, John Le Carre, Mario Simmel, Victor Channig, Donald Hamilton en ünlü casus polisiye yazarlarıdır. İlk casus polisiyelerden birisi olan Joseph Conrad’ın 'Gizli Ajan' romanında casus ve casusluk bütün insani dramıyla ele alınmıştır. 'Gizli Ajan' romanı usta bir edebiyatçının polisiye romanda da usta olduğunun en iyi göstergesidir. Bunun yanı sıra İngiliz yazar Ian Flemming, 'James Bond' gibi bir süper casus yaratmıştır. Bu tip romanların en büyük özelliği cinayetin kimi işlediği değil, ortaya konulan entrikanın bulunmasında yatar.
Kırk ve ellili yıllara gelindiğinde, Amerikan suç tarihi ikinci bir patlamaya tanık olur: Uyuşturucu ticareti. Bu arada içki yasağı kaldırılmış, kazanç kapısı olmaktan çıkmıştır. Bunun karşısında suç örgütleri, kumar, tefecilik, fuhuş ile kayıplarını kapatamayınca içkinin yerine tamamen kendi kontrollerinde olacağı başka bir kazanç kapısı bulmaları gerekiyordu. Bu da uyuşturucuydu. Uyuşturucu alışkanlığının kazandırılmasıyla sokak suçlarında büyük bir artış görülür. Etkileri daha sonra Birleşik Krallık, İtalya, Fransa ve Japonya’ya kadar uzanacaktır. Özellikle savaşı takip eden yıllarda uyuşturucu satıcılarının hedefi morali bozuk, çoğu askerlerden oluşan alt-orta sınıf insanlar olacaktır. Savaş sonrasında binlerce Güney Amerikalı'nın Kuzey Amerika’ya göçü, burada karşılaştıkları ırk ayrımı, çarpık eğitim sistemi, gençlerin öğretim hayatına adapte olamamasına ve işsizlik neticesinde küçük suçlar işleyerek hayatlarını sürdürme çabasına girmelerine neden olacaktır.
Bu şiddet patlaması, altmışlarda ve yetmişlerde hızlanarak tüm kapitalist ülkelerde kendini gösterir. Böylece birtakım yazarlar kendilerine konu olarak mafyayı seçer. Özellikle Mario Puzo’nun 'Baba' romanı, dünya çapında büyük ilgi görmüş, alanında fenomen haline gelmiştir. Kitap Francis Ford Coppola’nın elinden sinemaya aktarıldığında da aynı başarıyı göstermiş hatta üzerine çıkmıştır. ABD’ye yerleşmiş Don Vito Corleone’nin reisliğindeki Sicilyalı bir mafya ailesi ailesinin hikâyesini anlatan kitap, 1945-1955 yılları arasını konu alır.
Bencil ve parçalayıcı bireyciliğin yükselişe geçmesi, sosyoekonomik ve kültürel değişimlerin görülmesiyle, şiddet de artmaya başlar. Hızla refaha erme, tam istihdam, doyumsuzluk, aşırı tüketim, alkol kullanımı gibi modern toplum yapısından kaynaklanan hazlar vahşet, sadizm, zalimlik getirir. Katilin kurbanı tanımadığı cinayetler baş gösterir. Örneğin 1930’larda Amerika’da işlenen cinayetlerin yüzde 75’i kurbanlarını tanıyorken ilerleyen yıllarda bu oran yüzde 25’lere kadar düşer. Polisiye romanda yeni bir tür doğmuştur. Kara dizi denilen bu türün temsilcileri arasında 'Mike Hammer’ın yaratıcısı Mickey Spillane, Hadley Chase, Thomas Harris örnek verilebilir. Bu noktadan sonra bir muammanın çözümünden çok şiddete ilgi duyulmaya başlanmıştır.
Şiddet dürtülerinin yüceltilmesi, polisiye romanların da çok satılmasına neden olur. Çünkü bireylerin içindeki suçlunun şiddet, kan, ölüm dürtülerini giderir. Bu romanlar toplumsal çürümenin olguları, hastalanan toplumların kanıtı olur.
Günümüzde polisiye yazarlarının çoğunun mevcut sistemle dertleri vardır. Bir hesaplaşmaya içindedirler. İçinde bulundukları toplumun, yönetimin ipliğini pazara çıkarırken polisiyeyi kullanırlar. Modern polisiyeler günümüzün toplumsal romanı haline gelmiştir.
Suphi Varım: Suç oldukça polisiye edebiyat da gelişir. Suç, toplumsal bir olgudur ve her toplumsal değişim, suçu dolayısıyla polisiyeyi de çeşitlendirip geliştirir. Polisiyeye tarihsel açıdan göz gezdirdiğimizde klasik yapıtlardan günümüz polisiyesine uzanan zincirde bu türün gelişip zenginleştiğini söyleyebiliriz. Mesela örgütlü suçun, siyasi, biyoteknolojik ve internet suçlarının, finansal suçların, ırkçılığa dayalı suçların polisiyede yer alması gibi... Konular da değişmektedir elbette. Göçmenlik, insan kaçakçılığı, kadın cinayetleri gibi temalar polisiye kurguya yeni yollar açmaktadır. Tabii ki bunlara bağlı olarak suçlu, kurban ve suçu tahkik eden soruşturmacı da değişip gelişmektedir.
Armağan Tunaboylu: Polisiye edebiyatın gelişimi suç tarihine bağlıdır. Suç tarihi de ekonomiye. Tersten bakarsak ekonomideki değişikliklere, suç dünyası ayak uydurmak zorundadır. Haliyle polisiye edebiyat da suç dünyasının ensesinden ayrılamaz.
İlk polisiye romanı sayılan 'Morgue Sokağı Cinayetleri', Amerikalı Edgar Allan Poe tarafından yazılmıştır ve olay Fransa, Paris’te geçmektedir. Çünkü Poe döneminde Amerika’da henüz polis teşkilatı kurulmamıştı. Yeni bir devlet kurmuş Amerikan burjuvazisi sermayesini biriktirmek istediğinden devletin kurumlarına sıcak bakmıyordu. Diğer taraftaysa yani Avrupa’da, burjuvazi çoktan devrimini yapmış, grev yapmaya çalışan işçilerin grevlerini kırmak için polis teşkilatını kurmuştu.
Edgar Allan Poe, yeni bir edebiyat türü yarattığını belki de bilmeden kafasındaki öyküyü yaşlı kıta Avrupa’ya taşıdı. Devamında polisiye türü yuvarlanan kartopu gibi büyüdü. Burjuvazinin huzurunu bozan olayları armchair (koltuk) dedektifleri çözüyorlardı. Zira işçilerle çarpışmaktan başka bir şey bilmeyen polise güvenen yoktu. Bu dedektifler olayları oturdukları koltuktan popolarını kıpırdatmadan üstün zekalarıyla çözüp, polisle alay ediyorlardı. Bu dönem 'whodunit' (kim yaptı?) polisiyesi alabildiğine gelişti. Olayların ortasında yalnızca bir suç çoğunlukla cinayet vardı, eksik olansa toplum, ekonomi, cinsellik, yani kısacası insana dair unsurlardı.
Derken Amerika’da tuhaf bir olay oldu: İçki yasağı ilan edildi. Ekonomi, alkol kaçakçısı gangster çetelerinin eline geçti. Bu sayede polisiyede de soruşturmacılar sokağa çıktı. Private eye (özel dedektif) doğdu. Artık toplumsal olaylara, bireye, cinselliğe önem veriliyordu. Derken ekonomi Kara Cuma ile tepetaklak oldu, ardından da 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaşın ardından okur aksiyon, seks ve şiddet talep etti. Özel dedektif yok oldu, hem soruşturan hem yakalayan ve hem de yargılayan polis memurları sokaklarda belirdiler. Savaşın ardından başlayan çok önemli bir olgu daha vardı: O da Soğuk Savaş'tı. Kitapçıları casusluk kitapları sardı.
1980’li yıllar etraf karışıktı, dünyayı saran refah, zaman zaman çıkan krizler polisiyeyi çeşitlendirdi, mahkeme, CSI, polis iç işleri, medikal/hastane polisiyeleri öne çıktı. Ama asıl çizgiyi tutturan organize suç şirketlerinin ve derin devletlerin ya da doğrudan devletlerin işlediği suçlardı.
'ADEM İLE HAVVA’NIN ÇOCUKLARI İSEK GEZEGENDEKİ VARLIK NEDENİMİZ SUÇ'
Polisiyeyi diğer edebi türlerden ayıran, onu özel ve kıymetli yapan şeyler nelerdir? Diğer bir deyişle; polisiyeye neden ihtiyacımız var?
Ercan Akbay: Polisiye kurgunun mesleki ve coğrafi alttürleri tükenmez. Dil ve üslup da işin içine katılınca, okurun duymak istediği heyecanlı bulmacaların çözümlenme beklentisi zevk vermeyi sürdürür. Polisiye meraklıları için içeriklerini zenginleştirme yönündeki gelişmeler ayrıca heyecan vericidir. Cinai temalar yaygınlıkla kullanılsa da anti-kahramanların çokça yer aldığı mizahi polisiyeler, karmaşık ve örgütlü yapıların ağır suçlarla dolu güç paylaşımı temalı çete-mafya hikâyeleri, cinayet dışı suçların ağırlık kazandığı entrikalardan oluşan hırsızlık, kalpazanlık, dolandırıcılık ve sahtecilik odaklı suç romanları her dönemde okurların odağında olmaya devam eder.
Cinayet soruşturmasını klasik şablonda anlatan tarihi polisiyeler, o dönemin dili, teknolojisi ve ruhunu yansıtmasıyla okurların ilgisini çekmektedir. Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran casus romanlarını unutmayalım. Ajanların çatışması, dünyayı sarsacak büyük tehlikeler, kumpas ve komplolar içinde ölümler ve her nevi gizemli suç bu tarzın kapsama alanındadır. Büyük hırslarla dolu, örtbas etmeye çalışılan kitlesel olayları işleyen siyasi polisiyeleri de aynı gruba almak gerekir.
Polisiyenin ilk dönemlerinde teknik sebepler dolayısıyla gelişip yaygınlaşamayan marjinal diyebileceğimiz alttürler (kriminal (CSI) polisiye, bilim kurgu-polisiye, medikal polisiye vb.) günümüz edebiyatında önemli yer tutan kategoriler oluşturmaktadır. Polisiye edebiyatı yalnızca yayıncılık sektörü için değil, yapımcılık sektörü için de vazgeçilmez bir kaynak olmuş ve polisiye uyarlamalar her dönemde en çok izlenenler arasında ilk sıralarda kalmayı sürdürmüştür.
Yaprak Öz: Polisiyeye çok ihtiyacımız var çünkü iyi polisiye insanı asla sıkmaz, zaten sıkıcı bir yük olan gündelik yaşamın ağırlıklarından merak, gizem, heyecan duygularıyla dolarak bir süreliğine uzaklaşmamızı sağlar ve bu faydalı bir şeydir. Başka hiçbir edebiyat türünde kafamızdaki ağırlıklardan bu denli zevkli bir şekilde kurtulamayız. Bir günün sıradanlığını, bu sıradanlığın yol açabileceği varoluş krizini, polisiye bir kitabın labirentinde dolaşırken hissettiğimiz adrenalin duygusuyla dengeleyebilir, hayata yeniden bağlanabiliriz.
Cenk Çalışır: Yasak elmayı yediği için cennetten kovulan Adem ile Havva’nın çocukları isek gezegendeki varlık nedenimiz suç. İnsan ve suç kavramları birbirinden bağımsız ele alınamaz. Yapacağı bir eylemin suç olduğunu, cezai yaptırımını bilen insan, suçu işlemekten vazgeçmek yerine o kabahati işlemek, ama yakalanmamak üzerine plan yapar. İnsanın en karanlık yönüdür bu ve polisiye edebiyat bu karanlıktan, onu bu noktaya getiren süreçten beslenir. İnsanı farklı, görmek istemediğimiz, korkutucu yanıyla anlatır.
Polisiye edebiyat ürünleri, büyülü gerçeklik kapısını kolaylıkla açabilen eserlerdir. Okuru bulunduğu gerçeklikten koparıp, kendi yarattığı gerçekliğe taşır ki bu dünyada, gizem, heyecan, macera, baskındır. Okur bir muammanın çözümünde hafiyenin yerini alır. Hafiyeliğinde, tarihi bir yolculuk yapabileceği gibi, masalsı aşklara şahitlik edebilir, komplo teorilerinin, siyasetin, casuslar dünyasının kapılarını aralayabilir.
Polisiyenin, içeriği, kapsamı, okura yaşattığı hazzı nedeniyle edebiyatta büyük bir yer kapladığını, eksikliği söz konusu olduğunda insanın eksik kalacağını düşünürüm.
Deniz Gürsoy: Bence polisiyeyi diğer edebiyat türlerinden ayıran en önemli özellik muammanın olmasıdır. Çözüm romanın sonuna bırakıldığı için gerilim ve sürükleyiciliği diğer edebi eserlerden fazladır. Bu özellik çoğu okuyucuda polisiye bağımlılığı seviyesine kadar çıkabilmektedir. Okuyucu muammayı kendi kafasında çözmek için dedektifle adeta yarışa girmekte ve kafası, okuduğu sürede hep bununla meşgul olduğu için kendi dertlerini geri plana itmektedir. Bu özelliği, polisiye roman okuyan kişiyi günlük sorunlarını unutturacak kadar sarmaladığından, okuyan kişi için problemlerinden bir kaçış enstrümanı da olabilmektedir. Diğer edebiyat türlerinde bu özellik bu kadar öne çıkmaz.
'KÖTÜLÜĞÜN OLMADIĞI VE POLİSİYENİN NOSTALJİK BİR EDEBİ TÜRE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR DÜNYA DİLERİM'
Nuray Atacık: Ben polisiye edebiyatın adalete yakın duruşunu seviyorum. Gerçek hayatın belirsizliğine karşın polisiye edebiyatta kahramanların motivasyonlarını anlıyoruz, olaylar zincirini çözüyoruz, suçluyu buluyoruz ve yapıklarının yanına kâr kalmadığını biliyoruz. Basit gibi gözükse de hasretini çektiğimiz bir tatmin duygusu bu.
Mutlak adalet ütopya elbette, diğer yandan salt güçlünün yasaları ile yaşamak toplumlardaki mutsuzluğun asıl sebebi. İnsanlığın medenileşme adımları pek küçük, geri dönüşler oluyor, ama uzun vadeli bakınca usulca da olsa ilerleme var. Kötülüğün olmadığı ve polisiyenin nostaljik bir edebi türe dönüştüğü bir dünya dilerim.
Çağatay Yaşmut: Siyaset ve gündem aklıma ilk gelen, derin devlet ilişkileri, komplo teorileri, organize suçlar, farklı etnik kimliklerden ve farklı dinî inançlar yüzünden kıyımlar, siyasi görüşleri yüzünden ötekileştirilenler, vb. İşte polisiye roman tüm bunlarla bir hesaplaşma yapıyor. Toplumun egemen ideolojiye tepkisini ya da tepkisizliğini polisiye roman gösteriyor. Polisiye roman, mafya ilişkileri, ırkçılık, kara para aklama, uyuşturucu gibi toplumsal sorunlara ayna tutup siyaset-güç-mafya üçgeninde var olan bu kavramlar arasındaki karmaşık ve karanlık ilişkileri irdeliyor. Örneğin, bir Petros Markaris, Komiser Haritos vasıtasıyla Atina’da politikacılardan örülü kirli bir mekanizmayı, kurulan paravan şirketleri, futbol ligindeki şikeleri, medya-siyaset çıkar ilişkilerini gün yüzüne çıkarırken, Ahmet Ümit, 'Kukla' romanında Susurluk ile ortaya çıkan kirli ilişkilere ayna tutuyor. Paco Ignacia Tabio II ise romanlarında, Meksika’da devleti, suçu, kötülüğü ve gizli güçleri simgeler. Siyaset ve terör iç içe gider, bu durum da toplumu baskı altında tutup köleleştirir. Suçun toplumda doğuşunu ve yükselişini gösteren polisiye romanlar toplumsal gerçekçi romanların da işlevini görür. Bundan dolayıdır ki suçun toplumsal sorun olarak ele alınması ve işlenmesi polisiye romanın gücünü artır.
Armağan Tunaboylu: Polis teşkilatı yaklaşık iki yüz yıllık tarihi boyunca dünyanın her ülkesinde her zaman egemen ve azınlık sınıfın, diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı ya da silahı olmuştur. Bu konuya tekrar döneceğim, şimdi bir de polisiye edebiyatına bakalım. Yukarıda ekonomiyi takip eden suç örgütlerinin yöntemlerini değiştirmeleriyle polisiye edebiyatının da değişim geçirdiğine değinmiştim. Polisiye yazarı da, eserinin odağına egemen ve azınlık sınıfın polisini, hukukunu, etiğini yerleştirir. Suçlu ve kurban diğer sınıftan çıkarsa sorun yoktur çünkü üst sınıf okuru bununla ilgilenmez. Ama kendi sınıfındansa suç hiçbir zaman sistemde değil, bu tıkır tıkır işleyen mükemmel sistemi bozmaya kalkan bir psiko-sosyopattadır. Ve de polis dev bir cop gibi suçlu bireyin kafasına iniverir. Herkes mesajı almıştır. Üst sınıf kendisine batan dikenden kurtulmuş, alt sınıfa da parmak sallanıp tehdit edilmiştir.
Sanırım polisiyeyi kıymetli yapan yalnızca kara ve mizahi eserlerdir. Çünkü sadece bu tarz eserlerde bir başkaldırı vardır. Bunların dışında karşılaşacağımız tüm polisiye edebiyatı hayatımızı çekilir kılmaya yarayan, tatlı bulmacalar sunan eserlerdir.
Suphi Varım: Polisiye, okuyucuya cazip gelen birçok unsuru barındırır. Gizem, gerilim, heyecan, karakterlerin psikolojik yapıları, karakterler arasındaki ilişkiler, suçun işlenme yöntemi, kanıtların değerlendirilme süreci, suçlunun ele geçirilmesi, kurguda akıcılık gibi... Bir de adaletin gerçekleştirilmesi… Polisiye, toplumsal yapıyı ve oradaki eşitsiz gelişmeyi, sınıf ilişkilerini yansıtır. Yani çok boyutlu bir türdür. Dolayısıyla toplumu ve toplumsal sorunları aktarma işlevi de yüklenir ve polisiyeye bu nedenle ihtiyacımız vardır.