Politik iktidar ve fiyatları: Fiyatların ekonomi politiği
Faiz oranı ve döviz kuru ilişkisi iktisadi ve politik ortama çok bağlıdır. 2002-2013 döneminde faiz düşmesine rağmen, döviz kuru düştü. Durumu farklılaştıran makro ve politik istikrar düzeyidir.
Ensar Yılmaz*
Bu yazımda Türkiye’de iktidarın fiyatlarla ilişkisini yazmaya çalıştım. Fiyatlardan kastım parasal/iktisadi değeri olan her şeyin fiyatıdır, yani faiz oranı, mal/hizmet fiyatları, ücret ve döviz kurudur. Fiyatların nasıl bir ekonomik, politik ve sosyal bağlamda belirlendiğini görmek önemlidir. Bir iktidarın ekonomi politikalarını veya daha genel anlamda bir ekonomik sistemi fiyatlar üzerinden okumak mümkündür. Fiyatları konuşmak demek bir bakıma piyasa ve devleti konuşmak demektir. Bu, fiyat mekanizmasının ardındaki yasal, piyasa ve moral yapıları da anlamamızı kolaylaştırır. Ana akım iktisatta iddia edilenin tersine, fiyatlar ne tam anlamıyla tahsis edici ne de bilgi taşıyıcıdır, fakat belli bir iktisadi rasyonalite çıpası işlevi gördüklerini de kabul etmek gerekir.
Türkiye’de son dönemde iktidar partisi, içinde faiz oranı, döviz kuru ve enflasyon oranın olduğu temel fiyatları kontrol etmeye çalışmaktadır. Bunu da kurumlar, düzenlemeler ve yönlendirme/zorlama gibi yöntemlerle yapmaktadır. Bu anlamıyla, fiyatlar üzerinde politik otoriterleşmeye benzer bir otorite kurma temayülü söz konusudur. Fakat buna piyasa aktörleri ve fiyatlar bir ölçüye kadar direnç gösteriyorlar. Bu yönüyle, fiyatlar bir politik mücadele alanına dönüşmüş durumdadır.
FAİZ ORANI
AKP’nin idari olarak kontrol edebildiği en önemli değişkenlerden biri faiz oranıdır. Politika faiz oranı Merkez Bankası tarafından belirlenir. Fakat bu, piyasadaki diğer faiz oranlarının da belirlendiği anlamına gelmez. Politika faiz oranı mevduat, kredi ve tahvil faiz oranlarını dönemsel olarak farklı etkiler. Örneğin, son dönemlerde Merkez Bankası’nın faiz oranını düşürmesi sonrasında bu faiz oranları beklenildiği düzey ve yönde hareket etmedi. Bunun en önemli nedeni politika faizinin tersine risk algısının kontrol edilememesidir. Bu aslında piyasa faiz oranının nasıl sosyalleştiğini ve insanların kaygısının nasıl bir iktisadi değişkene dönüştüğünü görmek açısından oldukça önemlidir.
Yani faiz ne kadar düşürülse bile piyasa bunu farklı fiyatlandırmaktadır. Dolayısıyla, iktidar partisinin idari olarak kontrol ettiğini düşündüğü faizin etki alanı daralmış durumdadır. Bir fiyatı ne kadar kontrol etmeye başlarsanız o kadar az kontrol edersiniz. Piyasa bu anlamıyla iktidarın elini sınırlandırmaktadır. Faizin, ekzojen gözüken yönünü piyasa endojenleştirmektedir. Bu da faiz yoluyla etkiyebileceği diğer değişkenleri, özellikle kredi talebini istediği gibi yönlendirmesini engeller. İktidar bu sınırlandırmayı gördüğü için bir ara özel bankaların daha fazla kredi vermelerini sağlamak için önce “kamu garanti fonu” (KGF) denen bir uygulama ile kredilere belirli oranda kamu garantisi verdi. Daha sonra, adına “aktif rasyosu” dediği yeni bir finansal rasyo geliştirerek bankaları kredi vermeye ve kamu tahvili tutmaya zorladı. Bunlar da sınırlı etki gösterince zorunlu karşılık oranlarını da bir kredi teşvik mekanizması gibi kullanarak (fazla kredi daha az zorunlu karşılık) bankalar sürekli kredi vermeye teşvik edildi ve zorlandı. Fakat özel bankaların tüm uygulamalara rağmen kredi verme konusunda ihtiyatlı davranmaları sonucunda kredi yükünü kamu bankaları sırtlanmak durumunda kaldı. Bu, kamunun kamuyu borçlandırmasıdır. Bu ısrarcı politika tam anlamıyla bir “faiz kapanı” politikasıdır. Kapanın ağzını daha fazla açabilmek için tüm çıpalar terkedilmektir. En son faizi daha fazla aşağı çekebilmek için manşet enflasyon yerine daha düşük olan çekirdek enflasyon referans olarak seçildi. Politik akıl her şekilde iktisadi rasyonaliteyi baskılamak için enstrüman bulmakta zorlanmamaktadır.
Buna rağmen izlenen politikalar büyük oranda istenilen sonuçları vermemektedir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, fiyatların etkileme ve yönlendirme gücünün stratejik bir yapı içinde anlam kazandığının dikkate alınmamasıdır. Piyasa aktörleri kamunun tercihlerini tahmin ettiklerinden buna uygun strateji geliştirirler. Bu yüzden, özel bankalar iktidarın faiz oranı veya regülasyonlarına karşı stratejiler geliştirdiler. Örneğin, aktif rasyosu uygulamasında kredi vermek yerine kamu tahvili tutmayı tercih ettiler veya KGF durumunda kredileri sınırlı düzeyde ve az sayıda işletmeye vermediler. Bankalar bu anlamda iktidar partisinin tercihlerini ve amaçlarını görerek uzun bir süredir risk davranışlarını daha ihtiyatlı bir düzeye çekmiş durumdalar. Aslında, bugün bir bankacılık krizinden bahsetmiyorsak bunun sebebi hem bankaların kamu tercihlerine karşı aldıkları ihtiyatlı pozisyon hem olası riskleri hatırlatan 2001 kriz hafızasına sahip olmalarıdır.
Normal koşullarda, ülkede yüksek faizin aşağı çekilmesi herkesin ortak hedefi olması gerekirken, mevcut fiyat ilişkileri içinde bunun hemen talep edilen bir durum olmadığını görüyoruz. Bu, büyük oranda fiyatların relatif bir anlamının olmasından kaynaklanır. Nasıl ücretleri fiyat genel düzeyini bilmeden refah kriteri olarak kullanamıyorsak, faizleri de enflasyondan bağımsız düşünemeyiz, yani büyük oranda asıl fiyat reel faiz oranıdır. Bugünlerde bu relatif bağ dikkate alınmadığından fiyatlar arasındaki rasyonel ilişki de kopmuş durumdadır. Denebilir ki, aynı ilişki dünya genelinde 2008 yılındaki global kriz sonrasında da ortaya çıktı. Global kriz sonrası birçok gelişmiş ülkede negatif reel faiz oranı politikası izlendi. Fakat bu ülkelerde hem faiz hem de enflasyon oranı düşük düzeylerdeydi. Enflasyonu artırarak reel faizleri negatif hale getirmek ve dolayısıyla yatırımı teşvik etmek amaçlandı. Fakat Türkiye’de enflasyon oranı çok yüksek düzeydedir. Negatif reel faiz oranı bu haliyle ancak enflasyonu daha yüksek düzeye taşıyacak bir mekanizma olarak işlev görür. Bu yüzden, birinde negatif reel faiz oranı krizden çıkmanın aracına dönüşürken diğerinde krizin kaynağına dönüşür. Bu durum, bize iktisat politikalarının ekonomik ve politik bağlamını göstermesi açısından önemlidir.
Diğer yandan, faiz politikası bize ekonomideki güç ilişkileri konusunda da ipuçları vermektedir. Bu, özellikle bankaların gücünü görmemiz açısından da önemlidir. Yani faiz politikası bir yanıyla devletin özel bankalar, bankaların da mudiler ve firmalar üzerindeki etkisini göstermektedir. Özel bankalar düşürülen politika faiz oranı sonrası (%2’lik düşme sonrası), firmalara verdiği kredi faizini çok değiştirmezlerken, vatandaşın mevduat faiz oranlarını daha sert düzeyde düşürdüler. Bu yüzden, bu faiz hamlesi iktidarın arzusunun tersine büyük oranda bankalara yaradı. Yani bankalar maliyetlerini (mevduat faizi) hızlı bir şekilde düşürürken kredi faizini değiştirmeyerek kredi miktarını artırmamış oldular. Bu yüzden, ihale yine kamu bankalarına kaldı ve kredi faizlerini indirdiler. Kamu bankalarının kredi faizlerini düşürmelerinde de fiyatlandırma sürecinin ne kadar merkezi olduğunu fark ediyoruz çünkü kredi faizleri kamu banka yönetimlerinden habersiz bir şekilde gerçekleşti. Bu şekliyle, kamu bankaları risklerini sürekli artırdıkları gibi, uzun süredir sağladıkları finansman biçimi ile büyümenin niteliğini sürdürebilir ve istihdam yaratıcı olmaktan çıkardılar. Sektörel ve tüketim finansman stratejileri ile ekonomiye bir tür “tüketim enjeksiyonu” yapılmasının aracı oldular. Artan borçlanmayla birlikte bir ritüel gibi tüketim önce dalgalanmakta ve sonra daha düşük bir tüketim patikasına oturmaktadır. Bu haliyle, faiz ve kredi politikası geçici bir gençleşmenin ardından bedeni daha yaşlı hale getiren bir iksir görevi görmektedir.
Kamu bankaları yoluyla açılan kredilerin büyük oranda inşaat ve tüketim taleplerine dönük olduğu açıktır. Bir bakıma kamusal fonla enkaz kaldırılmaya çalışılmakta. İnşaatçılarla kurulan bu ilişki ekonominin her alanında kendini gösteriyor, para politikasını esir aldığını söylemek bile abartılı olmaz. İnşaatçılarla kurulan ilişkinin diğer boyutlarını başka bir yazımda belirtmiştim. Orada da belirttiğim gibi, AKP döneminde daha görünür olarak ortaya çıkan “politik firmalar” piyasanın rekabet koşullarından ziyade geniş bir politik nüfuz alanında iş görmektedirler. Ülke ekonomisinde bu klientalist yapı azımsanmayacak boyuttadır; politik ilişkileri ile iş yapmayan büyük firma veya grup yok gibidir. Bu durum, belirli bir ölçüye kadar Çin’deki yapıdan farklı değildir. Aynen Çin’de olduğu gibi şirketleri devlet seçiyor, finansmanı büyük oranda kamu bankaları sağlıyor ve politik olarak karşılıklı görevler içeren bir vassal ilişki kuruluyor. Bu ciddi anlamda iktisadi bir merkezileşmeye işarettir. Bu yüzden, tüm bu olan-bitenler ekonominin amorf, aktörsüz ve nötr piyasalardan oluşmadığını göstermesi açısından önemlidir. Firmaların kaynak tahsisi yapan katalizörlerden ziyade politik angajmanları olan organizasyonlar olduğunu göstermektedir. Biz iktisatçılar kar maksimize eden firma modeline odaklanırken, bu politik tercihlerin firma kararları ile ortaya çıkan sosyal maliyetlerini, büyümenin niteliğini ve üretken olmayan kaynak dağılımını gözden kaçırmış oluyoruz.
MAL/HİZMET FİYATLARI
Faiz oranı konusunda olduğu gibi mal ve hizmet fiyatları konusunda da politik otoritenin geniş bir denetim ve yönlendirmesi söz konusudur. Ülkede uzun bir süredir enflasyon ciddi bir sorundur. Hep ifade ettiğim gibi enflasyon bir kamu başarısızlığıdır. Bunun bir kamu başarısızlığı olmadığını göstermek için üç farklı strateji izlenmektedir. Bunlardan biri, firma denetimleri ile fiyatlar üzerinde baskı kurmak. Bununla amaç, ülke sathına yayılan fiyat artışlarını iktisat politikalarının bir sonucu olduğu görüntüsünden çıkarıp şirket kartel davranışına indirgemektir. Yani sorunun lokal olduğunu göstermektir. Bu noktada, rekabet kurumu devreye girerek marketlere alelacele teftişler yapmaktadır. Bunun da daha önce yapılan soğan depo baskınlarından farkı yoktur.
Fakat bu durumun ciddi tezatlar içerdiği çok açık. Uzun süredir süpermarketlerin kendi monopsonist güçlerini kullanarak tedarikçiler ve küçük üreticiler üzerinde kurdukları fiyat baskıları görmezden gelindi. Süpermarketlerin küçük perakendecilerin (bakkalların, manavların, kasapların) refahı üzerinde etkileri dahi dikkate alınmadı. Pandemi döneminde belli saatler ve günlerde süpermarketlerin kapanma politikası bile hemen unutuldu. Dahası, bu marketlerde asgari ücretle uzun sürelerle çalışanlara dönük uygulamalar bile bir gün gündeme getirilmedi. Yani süpermarketlere yapılan teftişlerde iki fiyat arasında ayrımcılık yapıldığı kesin. Biri, raflardaki mal fiyatları diğeri kasada çalışanın emek ücretidir. Birine idari bir yıldırma uygulanırken, diğerine raftaki fiyatların neden olduğu yıldırmaya karşı kayıtsız kalınmaktadır. Çünkü raflardaki fiyatların daha fazla artmasının nedeninin kasadaki emeğin fiyatının baskılanması olduğunu bilmektedir. Kartellerin kontrol edilmesi gerçekten isteniyorsa, bunun üretici, perakendeci, çalışan ve tüketici üzerindeki etkileri aynı anda dikkate alınmalıdır.
Fiyatları kontrol etmek için başvurulan ikinci tedbir son olarak tanzim satış mağazaları kurarak alternatif kamusal fiyatlar oluşturmaktır. Bu bir yanıyla, özelleştirme ile fabrika satan ama şimdi mağaza açan bir iktisadi politika aklının geldiği noktadır. Tanzim satış mağazaları aslında prensip olarak çok doğru bir uygulamadır ve başından beri uygulanmalıydı. Temel malların temininde kamu her zaman yer almalıdır. Bu hem tekelleşmeyi kırmak hem de insanlara ucuz temel ihtiyaçlarını karşılama imkânı vermek açısından önemlidir. Fakat bu yöntemin enflasyonu baskılamaktan öte bir anlamının olmadığını biliyoruz. Üçüncü yöntem, enflasyon artışlarını tam anlamıyla kamuyla paylaşmamaktır. Gerçek enflasyon düzeyine dönük ciddi şüpheler söz konusudur. Hem halkın hissettiği hem diğer alternatif kurumların elde ettiği farklı sonuçlar hem de eski TÜİK çalışanlarının bu yöndeki iddiaları bunun yabana atılmayacak bir durum olduğuna işaret etmektedir.
Uzun süreden beri vergiler yoluyla da belirli mal ve hizmet fiyatları üzerinde bir denetim kurulmuş durumdadır. Akaryakıt, araba, sigara ve içkiye zaman içinde ciddi oranlarda vergiler kondu. Bu ürünlerdeki vergi düzeyi dünya geneli ile kıyaslandığında dahi oldukça yüksektir. Yüksek vergilerden dolayı, bir kişi ortalamada bir arabayı kendisine diğerini devlete (%100), bir sigara kutusundaki 20 sigaradan yaklaşık 16’sını (%80’i) devlete, alınan 1 litrelik benzinin yarısını (%50’si) devlete vermektedir. Bu tür dolaylı vergiler büyük oranda dar ve orta gelirli insanlara dönük adil olmayan bir durum yarattığı gibi, içki ve sigara gibi belirli “sosyal grup mallara” dönük politik bir tercih de içerdiği açık. Diğer yandan, şirket düzeyinde vergilendirmede de bir tür keyfiyet olduğu çok belirgin. Özellikle belli grup şirketler sürekli vergi muafiyetlerinden ve yapılandırmalarından yararlanmaktadır. Bu da yukarıda bahsettiğim politik şirketlerin varlığı ile uyumlu bir uygulamadır. Bu şekliyle, daha adil rekabet koşulları da ortadan kalkmaktadır.
Fakat belirli mal ve hizmetlerin fiyatlarına geldiğimizde devlet birden buharlaşıyor ve piyasayı özel aktörlere devrediyor. Bu, özellikle çok temel ve hatta anayasal bir hak olan barınma hizmetinde çok daha net gözükür. Örneğin, son dönemde kira fiyatlarındaki ciddi artışlara dönük hiçbir kamusal denetim söz konusu olmadı. Fakat aynı dönemde Avrupa kentlerinde benzer şekilde artan konut kiraları sonrasında kamulaştırma dahi gündeme geldi. Bu anlamda, iktidar mal/hizmet grupları arasında ayrım yapmaktadır. Sosyal işlevi daha fazla olan mallar konusunda daha kayıtsızdır. Bu politikalardan dolayı, kiracı sayısı sürekli artarken (2002’de %19’dan 2018’de %29’a), ev sahipliği de düşmektedir (2002’de %73’den 2020’de %57’ye). İnsanların önemli bir kısmının serveti evleridir, ev sahipliğindeki düşme ciddi bir mülksüzleşme olduğunu gösterir. Dikkat edilirse, uzun süredir afetler sonrası yapılan konutlar dışında sosyal amaçlı konutlar inşa edilmiyor. Bunun temel sebebi inşaat şirketlerin hâlihazırda satılmayan çok sayıda konutunun olmasıdır. Faiz ipine bu kadar sıkı sarılmasında bunun ciddi etkisi olduğu açık. Bu yanıyla, inşaat şirketlerinin gördüğü işlev insanları ev sahibi yapmaktan ziyade adeta onları evsizleştirmektir. İktidar partisinin ilaç fiyatları konusunda gösterdiği olumlu fiyatlandırma politikası (bugün yükselen döviz kurundan dolayı zora girse bile) diğer sosyal alanlara da yayılmalıydı.
DÖVİZ KURU
Döviz kuru fiyatlandırmasında da benzer bir devlet ve piyasa gerginliği ve karmaşası söz konusudur. Esnek döviz kuru sisteminde kur düzeyini kontrol etmek genel olarak diğer fiyatlara göre çok daha zordur. Bu tür kontrolü zor fiyatlar bir iktidarı daha fazla piyasa denetimi altında tutar. Örneğin, politika faiz oranı düşürüldüğünde döviz kuru elden kaçar, yani birini aşağı çektiğinizde diğeri yukarı hareket eder. Dahası, döviz kuru bir takım geri-besleme mekanizmaları ile kendini sürekli artırma eğilimi gösterir (artan enflasyonun tekrardan döviz kurundaki artışa dönüşmesi).
Fakat döviz kurunu, faiz ve enflasyon ilişkisinden kurtarmanın yollarından biri piyasadaki döviz miktarını dengelemektir. Bu da döviz rezervleri ile direkt müdahale demektir. Bu denendi ve herkesin bildiği gibi, yaklaşık 128 milyar dolar rezervin satılması ile sonuçlandı. Oysa makro istikrarsızlık altında döviz miktarı üzerinden kur kontrolü sağlamanın çok sayıda ülke tecrübesine bakarak bile zor olduğunu görmek mümkündü. İngiltere dahi 1992 yılında döviz kurunu korumak için faizi yükseltmesine ve yaklaşık 50 milyara yakın dolar satmasına rağmen bunu başaramadı. Üstelik ülkede ne dolarizasyon ne ciddi bir politik risk ne de bu düzeyde kırılgan bir ekonomi söz konusuydu.
Mevcut iktidar tüm bu yöntemlerin işe yaramadığını gördükten sonra döviz kuru üzerinde başka kontrol mekanizmaları aradı. Bunlardan biri, döviz talebini azaltmak için TL mevduata stopaj indirimi getirildi. Döviz işlemlerinde komisyon ücretlerini artırdı. Daha sonra gözünü döviz büfelerine çevirdi; büfelerde döviz alımını azaltmak için kimlik göstermeyi zorunlu hale getirdi. Aslında basit bir şekilde faizle yapabileceği kur kontrolünü deneysel yöntemlerle sistemi ciddi anlamda zorlayarak ve hatta bozarak yeni risk alanları yarattı. Faiz oranı ve mal/hizmet fiyatları üzerinde kurduğu baskının benzerini döviz kuru üzerinde kurdu. Bu yönüyle, baskı altında olmayan hiçbir fiyat kalmadı. Bu tür uygulamalardan sonra, bugün faizi düşürse bile bunun ciddi bir etkisinin olacağı şüphelidir; bunun için piyasa aktörleri daha net ve kalıcı kararlar bekleyecektir.
Faiz oranı ve döviz kuru ilişkisinin yönü iktisadi ve politik ortama çok bağlıdır. Finansal değişkenlerdeki nedensellik ilişkileri oldukça kaygandır. Örneğin, içinde bulunduğumuz dönemde faizin düşmesi döviz kurunu artmaktadır. Fakat bu, 2002-2013 döneminde geçerli bir ilişki değildi. O dönemde faiz düşmesine rağmen, döviz kuru düştü, TL değerlendi. Yani faiz düştüğünde bugün döviz kuru yükselirken, o dönemde tam tersi döviz kuru düşüyordu. Her iki durumu birbirinden farklılaştıran makro ve politik istikrar düzeyidir. Gelinen noktada, faiz oranı ve döviz kuru arasındaki zorlayıcı negatif ilişki, iktidara döviz kurunu direkt piyasaya havale etmek dışında bir seçenek bırakmadı. İktidar açısından bu durum en azında pozitif çağrışımları olan rekabetçi döviz kuru söylemine sarılmasına imkân verdi çünkü en azında cari açığa dönük pozitif bir etkisi olabileceği düşünüldü. Bu haliyle, eldeki tek senaryo düşük faizle iç dengeyi, yüksek kurla dış dengeyi sağlamak ve ortaya çıkan yan etkiyi yani enflasyonu da baskılamak olarak yeniden kurgulandı.
Fakat AKP yönetiminin fiyatları kontrol etmeye çalışarak belli hedeflere yönelmesi hem fiyatların gücüne fazla inanmasının hem de iktisadi ve politik bağlamlarından bağımsız düşünmesinin sonucudur. Döviz kuru ile yıllara dayalı üretim yapısını dönüştürmeyi düşünmek gerçek anlamda ekonominin karmaşık bir organizma olduğunu küçümsemek ve döviz kuruna Atlas misyonu vererek dünyayı sırtında taşıtmaktır. Oysa başından beri amaç mümkün olduğunca istikrarlı bir kur üzerinden ilerlemek olmalıydı. Döviz kuru bir aktif fiyatıdır ve üst sınırı yoktur ve dolayısıyla spekülatif bir tarafı olduğunu unutmadan daha dikkatli bir döviz kuru politikası izlenmeliydi.
Döviz kuru üzerinde kontrolü kaybetmenin çok sayıda olumsuz etkisi vardır. Her tarafı “döviz ahtapotu” ile sarılmış bir ekonomide bu etkilerden kaçınmak çok zordur. Üretim yapısı, tüketim düzeyi ve kompozisyonu, gelir dağılımı, sektörel arası ayrışma (ticarete konu olan ve olmayan), enflasyon düzeyi ve değişkenliği gibi aslında iktisadın neredeyse tüm parametrelerini etkiler. İktisadi kalkınma aşamalarında ve günümüzde çok sayıda ülke döviz kurunu sistematik bir şekilde rekabetçi olmak için kullanır. Fakat bu, daha büyük bir katma değer yaratma politikasının stratejilerinden sadece biridir. Türkiye ekonomisi bu haliyle üretim yapısı sadece döviz kuruna, yani bir fiyata teslim edilmiş durumdadır.
Kısaca, Türkiye’de iktidarın ne pahasına olursa olsun büyüme stratejisi fiyatlar üzerinde farklı düzeylerde etkin ve adil olmayan kontrol mekanizmalarının oluşması ile sonuçlandı. Bu yüzden, iktidar bazı fiyatları aşırı düzeyde kontrol etme, bazı fiyatlara karşı kayıtsız kalma ve bazı fiyatlara da teslim olmuş durumdadır. Fakat sonuçta, bu tür bir ekonomi politik kendisi için Pirüs zaferi ilan etse bile herkesin kaybettiği bir duruma evirildiği açık.
*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü