Politik sütyen ve bir suç mahali olarak eril bakış
Suçlu olan kadın bedeni değil, kadının giyinikliği ya da çıplaklığı değil, günün herhangi bir saatinde bulunduğu yer değil. Kadını nesneleştiren, tahakküm altına almaya çalışan bu bakışın kendisi, koca bir suç mahali. Bu bakışı değiştirmek, dünyayı daha eşit bir yer haline getirmek dışında alınabilecek hiçbir tedbir de yok
Meme. Beden, düşünce ve sistemin kesişme noktası. Dam üstünde un eleyen memeler, kavuşmayan düğmeler. Bir sınır delme, taşma imkânı olarak meme. Mahcup ya da arsız varsayılan memeler. Eril bakışın kadında en çok yöneldiği yerlerden biri, baştan çıkarıcı bir cinsel nesne olarak sütyenlere hapsedilirken, bir bebeği emzirmek için çıkarılması meşru sayılabilir. Kutsal anneyle arzu nesnesi kadını birleştiren yer, meme. Ataerkinin hata verdiği nokta, müthiş bir kafa karışıklığı alanı. Bir devrim, memelerden başlayabilir. Memeler gerçekten dünyayı başınıza yıkabilir.
Birkaç kadın oturmuş, bir erkeğin bedeni, neyi giyip neyi giymemesi gerektiği hakkında ahkâm kesiyor. 70 yaşında bir kadın, çocuğu değil torunu yaşında sayılabilecek bir adam için, “bir pantolon giymiş, popo meydanda… Bu ahlaksızlık, bu resmen suç” diyor. Alabilecekleri eleştirileri tahmin edebiliyor musunuz? En hafifi “azgın teyze” iması taşır. “Normal” kadınlar zaten erkeklerin sağına soluna bakmaz, bakan kadın arsızdır, kadınların karikatürüdür. Erkek bedeni de baştan çıkarıcılığın nesnesi değildir. Çünkü kadınlar erkeklerin bedensel varlığıyla ilgilenmez. Erkeğin güzeli çirkini olmadığı gibi kılık kıyafeti, fiziğiyle cazip olup olmama gibi bir durumu da yoktur. Bir erkeğin bedenine böyle alıcı gözle bakmış bir kadının sözünün pek bir değeri olmaz toplum gözünde. Bir erkeğin poposu ya da memesi, üzerinden tartışmalar yürütülebilecek bir mecra değildir. Kadınlarınki ise gelmiş geçmiş en mümbit konuşma konularından biri!
Bu basit tersine çevirme, erkeklerin her gün kadınların bedenleri, tercihleri, giyimleri ve yaşamlarına sınırsızca dil uzatmalarını açıklamaya yetmiyor, yetemiyor. Çünkü bununla kıyaslayabileceğimiz türden bir kadın deneyimi yok ve muktedir, eril bakışın kadını kendi malı sayan ahlakçı ahlaksızlığı bitmek bilmiyor. “Kızlı erkekli” yani bildiğimiz, olağan gündelik yaşama dair her geçen gün artan kısıtlamalarla, festivallerin iptalinden kadın sanatçılara yönelen hedef gösterici, arsız dille, gerçek suçlar cezasız kalırken akıl almaz suç atamalarıyla tırmanarak sürüyor.
Fantezilerinden çıkaramadıkları kadınları dillerine doluyorlar. Cinselliği, kadın bedenini, çıplaklığı normalleştirmek işlerine gelmiyor çünkü olağanlaşma, eşitlik demek. Kadının da özgürce var olabilmesi, sadece bakışın nesnesi, erkeğin malı olmaktan çıkıp zevk alabilmesi, kendisine tahsis edilmiş daracık alanı yırtması demek. Kadınlardan, kadın bedeninden ve kadın cinselliğinden korkuyorlar. Her iki tarafın da en çıplak, insani yönüyle dâhil olduğu bir karşılıklılık ilişkisi olarak cinsellikten korkuyorlar. Cinsellik bir tahakküm alanı olarak ilgilerini çekiyor, erkeğin pek kırılgan gücünü bir el değmemişlik, itirazsızlık ortamında tek iktidar kılabileceği, aslen çok kirli çünkü eşitsiz bir cinselliği sorgulanamaz kılmak istiyorlar. Tamamen tahakküme dönük bu arzuyu da kültürün, geleneğin, dinin kodlarıyla her gün yeniden meşrulaştırmak istiyorlar. Kadının tacize, tecavüze uğramasının nedeni “görünür” olması, her ne hikmetse hem dünyaya hâkim hem de en basit cinsel arzularına bile hiçbir durumda ket vuramayan bir ilkel “hayvan” olarak erkeğin bakış alanına girmesi biçiminde kodlanıyor. Hâlbuki bu bakış kat kat giysiler altındaki kadınlara, evin güvenli sayılan dört duvarı içindeki kadınlara, kendinden zayıf gördüğü herkese her tür şiddeti uygulayan bir bakış. Kadının bedenine dönük kısıtlamalar kadına yönelik hiçbir tehdidi azaltmıyor. Suçlu olan kadın bedeni değil, kadının giyinikliği ya da çıplaklığı değil, günün herhangi bir saatinde bulunduğu yer değil. Kadını nesneleştiren, tahakküm altına almaya çalışan bu bakışın kendisi, koca bir suç mahali. Bu bakışı değiştirmek, dünyayı daha eşit bir yer haline getirmek dışında alınabilecek hiçbir tedbir de yok.
Muhafazakâr ikiyüzlülüğün en kötü yanlarından biri, kadını korurmuş gibi görünürken, her durumda, kat kat giysiler altında da daima erişilip müdahale edilebilecek bir nesne olarak görmesi. Baskının her durumda dile, bakışa, hayata bir dizginsiz taciz biçimde yansıması. Bu nedenle yetmiş yaşına gelmiş, artık hayatta temel içgüdüler dışında başka bir şeylerle ilgilenmesi doğal olarak da umulabilecek erkek bile, hâlâ fiziki gücü dâhilinde olmayan bir bakışı, her yaştan her kadına yöneltebiliyor.
25 yaşında bir kadın oyuncu Melis Sezen. “Sadakatsiz” dizisiyle tanıdık daha çok onu. Bu dizide 40’lı yaşlarda, iyi bir evliliği, güzel ve akıllı bir eşi olan bir adamın “yasak” ilişki yaşadığı kadın olarak merceğe girdi. Buradaki alt metin, aynı zamanda “imkânı olan” her erkeğin, her koşulda yönelebileceği varsayılan güzel genç kadın ya da yaygın korkunç tabirle, “taze et” imgesiydi. Kendi türünde oldukça başarılı diziyi baştan sona takip edemedim ama izlediğim ilk kısımda tüm bu varsayımlara rahatsız edici bazı karşılıklar da veriliyordu. Sadakatsizliğe uğrayan kadın, “erkekler böyle ya…” diye durup durumu sineye çekmiyordu örneğin, hikâyeye uyumlanmayıp kendi hikâyesini başlatıyordu. Burada mesele, dizideki genç kadın imgesinin, oyuncunun bir galada giydiği giysi bahanesiyle “baştan çıkarıcı arzu nesnesi” olarak muhafazakâr eril bakışa bir şeytani imge olarak mıhlanması. Hayatındaki önemli bir gecede, istediği herhangi bir giysiyi giyebilecek bir genç kadının kahvehaneden ekrandaki bir tartışma programına, her yerde bu kadar arsız, bu abes eril ahkâma maruz kalabilmesi, bedeninin bir suç tarifine konu olması, hedef gösterilmesi.
Eski MHP milletvekili Ahmet Çakar, aylar önce gerçekleşmiş bir gala için Melis Sezen’i “sütyen takmama suçu” ile itham edebiliyor. Bunca yoksulluk, yoksunluk, adaletsizlik ortamında bir eski siyasetçi/hukukçunun baş derdi, gerçekten torunu sayılabilecek yaşta bir kadının aylar önce giydiği kıyafet ve bunu geniş geniş dillendirebiliyor. Giyenden çok daha fazla “bakan”a ve kadını hapsetmeyi amaçlayan eril bakışa yönelik bir büyük aşırılık bu.
Kadın memesini belli bir forma sokma amacıyla kullanılan sütyen, bu anlamda çok acayip bir tahakküm materyali. Neredeyse kendiliğinden politik. Çoğumuz sütyen kullanmayı o kadar içselleştirdik ki, kimse bize bunu şart koşmasa da herhangi bir giysi kadar vazgeçilmez bir parça kadınların çoğu için, evet. Benimsenmiş bu durum, sütyenin hâlâ büyük bir endişe ve tahakküm alanı olduğu gerçeğini geçersizleştirmiyor ama. Kadının erkek bakışı için en erojen görülen bölgelerinden memeyi gizleyen, aynı zamanda biçimlendiren, serbestçe salınıp eril gözlere girmesini engellerken hizaya sokan bir aksesuar olarak sütyen, sahneye ilk çıktığı günden beri, aynı zamanda, politik de.
Bu konuda, moda alanındaki yazılarını da çok ilgiyle okuduğum,“Giysiler Ne Anlatır” kitabının yazarı Seda Yılmaz’a fikirlerini sordum, olduğu gibi aktarıyorum:
“Türkiye’de neredeyse her gün erkeğin teki çıkıp kadınların bedenleri, giyim ve yaşam tarzları hakkında haddini aşan birtakım şeyler söylüyor. Kadın bedenini erkeğin malı kabul eden arkaik eril zihniyet, kadınların özgürlük mücadelesi güçlendikçe daha da saldırgan ve sınır tanımaz bir şekilde kendini gösteriyor. Eski MHP milletvekili Ahmet Çakar’ın, oyuncu Melis Sezen’in elbisesinin dekoltesi ve sütyen giymemesiyle ilgili sarf ettiği sözler tam olarak bu zihniyetin yansıması bana kalırsa. Hele dekolte için kanunen suç demesi saçmalığın dik âlâsı. Bu gibi beyanları Amerika’da alevlenen kürtaj yasağı tartışmalarından ayrı düşünemiyorum. Patriyarka, küresel anlamda yükselen feminist harekete kadın bedenini kontrol altında tutma hamleleriyle karşılık veriyor.
İlk kez Fransız tasarımcı Herminie Cadolle tarafından tasarlanan ve 1889 senesinde Paris’teki Dünya Fuarı’nda sergilenen sütyen, feminist hareket açısından sembolik bir iç çamaşırı. Amerika’da ikinci dalga feminizmin en çok ses getiren eylemlerinden birinde sütyenle beraber korse ve topuklu ayakkabı gibi baskı aracı olarak görülen parçalar sembolik olarak yakıldı. Feministler, bedenlerine dair mahrem kabul edilen sütyeni kamusal alana taşıyarak bedenlerinin üzerinde kendilerinden başka kimsenin tasarrufu olamayacağını ilan ettiler. Kitle medyasının bu eylemi aktarma biçimiyse feministleri moda aleyhtarı, erkek düşmanı ve çirkin kadınlar olarak karikatürize etmekti. Oysa verilen mesaj, bugün de güncelliğini koruyan 'Bedenimiz Bizimdir' sloganıydı.
Kadın bedenini nesne yerine koyan erkek bakışı aynı zamanda kadının iradesini yok sayıyor. Ahlak bekçiliği yapmayı hak belleyen erkekler, sokakta tanımadıkları kadınların kıyafetlerine bile karışabiliyorlar. Çünkü siyasetçisinden düşmüş ünlüsüne kadar bir dünya erkek kadın bedeni konusunda ahkâm kesiyor. Dekoltemiz de mememiz de toplumun didikleme konusu haline getirilemez. Canımız ne isterse onu giyeriz. İster sütyen takarak ister takmayarak gezeriz.”
Canımız ne isterse onu giyeriz ya da giymeyiz. Giyinik ya da çıplak, bir kadın istediği her biçimde görünebilir. Kadının giydiği hiçbir giysi erkeğin sınırsız güç arayışının bahanesi olamaz. Bunu genel bir ilke olarak ortaya koymadıkça, şu veya bu nedenle “ama” dedikçe söylediğimiz her söz muhafazakâr ikiyüzlülüğe hizmet eder. Kadının bedeni, giysileri, tercihleri değil, egemen eril bakıştır, suç mahali. Eril tahakküm kadınların bedenlerinden ve tercihlerinden gözünü, dilini çeksin.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI