Demirtaş mektup komisyonuna yazdı: Bu nasıl meslek
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bu kez mektuplarını okumakla görevli Cezaevi Mektup Okuma Komisyonu üyelerine yazdı: Sevgili Komisyon! Size bu satırları F tipi bir hücreden yazıyorum. 'Bize niye yazıyorsun kardeşim, zaten senin mektupları okumaktan gözümüz çıktı!’ diyorsanız, evet işte tam da bu konuda yazıyorum. Ya Allahaşkına arkadaşlar, siz nasıl bir meslek seçmişsiniz kendinize? Milletin mektuplarını okumak ne ya!
DUVAR - HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, tutuklu bulunduğu Edirne F Tipi Cezaevi’nde dışarıdan gelen mektuplarıyla, kendisinin dışarıya gönderdiği mektupları okumakla görevli Cezaevi Mektup Okuma Komisyonu üyelerine 1 Mayıs dolayısıyla bir mektup yazdı.
Cumhuriyet'in haberine göre Demirtaş mektubunda komisyon görevlilerine, "Siz nasıl bir meslek seçmişsiniz kendinize? Milletin mektuplarını okumak ne ya!" dedi.
Demirtaş’ın, Diyarbakır’daki çocukluk anıları çerçevesinde fonda anne ve babasının da bulunduğu, ilkokuldaki en yakın arkadaşı, sınıf birincisi Bahir’in tam 35 yıl sonra cezaevinde sabaha karşı saat 04.00’de rüyasına girmesini anlattığı mektubu şöyle:
MİLLETİN MEKTUPLARINI OKUMAK NE: Sevgili Komisyon! Size bu satırları F tipi bir hücreden yazıyorum. ‘Niye?’ diye soracak olursanız, tutukluyuz da o yüzden! ‘Onu biliyoruz da, bize niye yazıyorsun kardeşim, zaten senin mektupları okumaktan gözümüz çıktı!’ diyorsanız, evet işte tam da bu konuda yazıyorum. Ya Allahaşkına arkadaşlar, siz nasıl bir meslek seçmişsiniz kendinize? Milletin mektuplarını okumak ne ya! Kimbilir belki bunun için size bi de para veriyorlardır (Veriyorlarmış, ayda 2060 TL. Harca harca bitmez!) Ama konumuz bu değil. Gerçi konumuz nedir onu da tam bilmiyorum (Son cümleler İlhami Algör hikâyelerinden (ç)alıntıdır diyerek üstünü karalamazsınız umarım)
KOMİSYON BUNALIMA GİRDİ: Dikkatinizi yeterince dağıttıysam mevzuya giriyorum. Dışarıdakiler (daha doğrusu dışarıda olduğunu zanneden arkadaşlar), benden son bir öykü daha istiyorlar. Ben de dedim ki ben tutuklandığımdan beri mektup okuma komisyonu bunalıma girdi. Artık uzun yazılar, mektuplar yazmayayım diyorum. Benim yüzümden karın tokluğuna, ‘köle gibi’ çalışıyorlar. Ayrıca ben edebiyatçı falan değilim diyorum. Gerçi insan sanatçı bir anneyle, edebiyatçı bir babanın olduğu evde büyüyünce, ister istemez bir şeyler birikmiyor da değil.
MEĞER PİYANO DEĞİL, DİKİŞ MAKİNESİYMİŞ: Şöyle ki; küçüklüğümde sabahları hep Annemin piyano sesiyle uyanırdık. Evimiz iki odalıydı, bütün kardeşler bir odada uyurduk. Annemin piyanosu da aynı odadaydı. Canım annem her sabah üşenmeden piyanosunun başına geçer, tıngır mıngır çalardı. O sesler inanın halen kulağımda çınlıyor. Sonra biz biraz büyüyünce Anam dedi ki; ‘lan sen salak mısın oğlum, ne piyanosu; bildiğin dikiş makinası bu’, ‘eve ek gelir olsun diye dikiş dikiyorum ben’ dedi. Ama olsun, sonuçta biz piyano niyetine dinlemişiz, değil mi? Sevgili Komisyon Allah sizinkileri de bağışlasın, çocuklarınızın iyi bir müzik kulağına sahip olmasını istiyorsanız şarkı değil, ritm dinleterek büyütün. Bakın Arif Sağ’ın sayılı virtüözlerden biri olmasında köylerindeki değirmenin şakşakısı büyük pay sahibidir.
Benim babam da hep şiir gibi konuşurdu. Ne güzel konuşurdu öyle. Biraz büyüyünce bunların şiir değil, küfür olduğunu anladık. Bildiğin küfürbaz ve esprili bir adamdır babam, halen de öyle. Ama bazı insanlar vardır ya hani, küfür ağızlarına yakışır, kaba durmaz. Öyledir benim Babam, şiir gibi küfür atar. Bi defasında daireden bir arkadaşıyla küfürsüz konuşunca arkadaşı alınmıştı. ‘Hayrola Tahir abi, bir yanlış mı yaptık?’ demişti. Babam da; ‘ne yanlış yapacaksın lan ş..refsiz!’ demişti de, arkadaşı rahatlamıştı. Benim ilkokula başlayıncaya kadar kültürel altyapım da böyle böyle oluşmuştu neticede.
İLKOKULDA ÇETE BAŞKANI GİBİ BİR ŞEYDİM: İlkokulu Diyarbakır’da, Yeni İlkokulu’nda okudum. Çalışkan, başarılı, hatta çok başarılı bir öğrenciydim. Ama en birinci değildim. Çünkü o kişi Bahir’di. Bahir, sınıfın en çalışkanı, en başarılısıydı. Sınıf birincisiydi, ben ise ikinci. Tertemiz, düzenli, el yazısı inci gibi, uslu bir çocuktu. Bendeyse, hepsinden biraz biraz vardı. Okulda benim çok arkadaşım vardı, Bahir’inse bi tane, o da bendim. Bahirler başka bir şehirden gelip Diyarbakır’a yerleşmişlerdi, öyle hatırlıyorum en azından. Kimse dokunamazdı ona, çünkü ben vardım. İlkokulda küçük çaplı, belalı bir ‘çetenin’ başkanı gibi bi şeydim (o tarihte henüz eşbaşkanlık yoktu). Gerçi, ‘çetemizin’ çok da belalı olmadığı kısa sürede anlaşıldı, bizden belalıları da vardı, neyse...
PASTIRMA NEDİR: Bahir’den hafızamda çok az şey kaldı, en çok hatırladığım ise bir gün okul sonrası birlikte eve doğru giderken yaşadığımız bir şeydi. Aç bitap bir şekilde, dar sokaklardan eve doğru yürürken Bahir birdenbire; ‘ooohhhh, mis gibi pastırma kokusu geldi’ dedi. Ben de; ‘ne kokusu, ne kokusuu?’ dedim. ‘Pastırma, pastırma’ dedi. ‘Pastırma nedir lan’ dedim. ‘Oğlum pastırma işte, et olan var ya’ dedi. ‘Nasıl bi şe?’ dedim. ‘Böyle ince ince, kokulu var ya işte’ dedi. ‘Hahahaaaa, pastırma nedir lan, ona pirzola denir’ dedim. ‘Pastırma diye bi şe yoktur oğlum’ dedim. Yol boyunca Bahir’le dalga geçtim. Ama Allah var, Bahir ne alındı, ne de küstü, üstelemedi daha fazla. Ben hayatımda pastırma diye bi şey görmemiştim, bırak pastırmayı, pastırma diyen birini bile görmemiştim. Eve gelince kahkahalarla Anneme anlattım (piyanist olan). Annem de; ‘oğlum pastırma diye bir şey var’ dedi. Kahkaham boğazıma düğümlendi. Affet beni Bahir, bunu sana hiç söyleyemedim.
35 YIL SONRA SABAH SAAT 04.00'TE: Cezaevine girdikten sonraki ikinci aydı galiba. Bir gece yataktan irkilerek uyandım. Saat sabahın dördüydü. Bir rüya görüyordum, rüyamda Bahir bana ‘pastırmayı unutma, pastırmayı’ diyordu. İnanması gerçekten güçtü, uyanık mıyım, halen rüyada mıyım diye kararsız kaldım. Tam 35 yıl sonra Bahir arkadaşım o çocuklu haliyle, F tipi hücrede rüyamda bana bir şey hatırlatıyordu. Cezaevinde haftalık kantin fişi hazırlıyoruz, biliyorsunuz. O hafta kendimize biraz torpil yapıp Abdullah Zeydan’la birlikte, pastırma da yazalım diye konuşmuştuk sabah. Yataktan çıktım, alt kata inip panodaki kantin fişine baktım. Evet, pastırma yazmayı unutmuştuk. Teşekkür ettim Bahir’e, yazdım pastırmayı.
Konu nerden buraya geldi bilmiyorum ama işte böyle Sevgili Komisyon. Arkadaşlar ille de cezaevinden bir anını yaz gönder diye tutturdular ama ben yazamam dedim, komisyon memurlarına haksızlık yapmak istemiyorum dedim. Neticede emeğe ve emekçiye saygımız var. İşte bu durumu size bildirmek istedim. Size hayırlı işler, meslek yaşantınızda üstün başarılar diliyorum. Saygılarımla.
'HABERİ OKUYUNCA BUZ KESTİM': Bahir sen hep birinciydin: Tutuklu kaldığım sürede, sadece o gece derin bir kedere kapıldım. Bahir’i sadece çocukluk haliyle hatırlıyorum, çünkü ilkokuldan sonra kaybettik birbirimizi. Ondan hiç haber alamamıştım. On yıl kadar önceydi yanılmıyorsam, gazeteyi hızlı hızlı karıştırırken; ‘Dicle Üniversitesi’nde çalışan memur intihar etti’ diye küçük bir haber gözüme çarptı. Flu, küçük bir de vesikalık fotoğrafla birlikte. Haberin detayını okumadım, geçtim, sonra birden durup tekrar geri açtım sayfayı. Buz gibi oldum, isim benzerliğidir herhalde dedim, ama fotoğraftaki O’ydu. Söz verdim kendime, mutlaka ailesini bulup acılarını paylaşacaktım, ama bulamadım. İçimde dert kaldı. Ben bulamadım ama Bahir buldu beni, yıllar sonra bir hücrede, rüyamda. Affet beni Bahir, nur içinde yat güzel kardeşim. Sen hep birinciydin, birinci kalacaksın yüreğimde, bunu sana hiç söyleyemedim.