Ekonomide gerçek ötesi dönemden, 24 Haziran ötesine…
Bugün ekonomik büyüme kısa vadeci, sürdürülebilirliği gözetmeyen, kurumları, gelenekleri ve çevreyi yok eden bir anlayışla ortaya çıkıyor. Çevreyi, kurumları, geçmişi yok eden bu anlayış, geleceğimizi de yok ediyor. Dolayısı ile 24 Haziran ötesi gerçekliğimizin çevreyi, ortak geçmişimizi, kurumlarımızı gözeten, insanıyla, doğasıyla barışçıl bir kalkınma anlayışının yerleştiği bir değişim ve yaklaşım olmak zorunda.
Selin Sayek Böke*
Gerçek-ötesi bir çağda yaşıyoruz. Siyasette bu olgu yeni nesil popülist liderlerin güç kazanmasına yol açıyor. Bu popülist siyaset, gerçekleri dayandıkları yapısal dinamiklerden kopartıp basit algılara sıkıştırıyor. Bu gerçek-ötesi siyaset, emek karşıtı sağ popülist özüne rağmen emekçi sınıflardan yana pozisyon alırmış gibi bir algı ile gerçekliği dönüştürüyor. Türkiye de birçok ülke gibi hem siyasette, hem ekonomide dünya deneyimlerine oldukça benzeşen bir post-gerçeklik, gerçek-ötesi dönemi yaşıyor.
Bu post-gerçekliğin önemli bir ayağı ekonomik: Bir yanda yüzde 7,4 büyümenin siyasi coşkusu yaşanırken, bir yanda bu büyümeden hiç faydalanamayan milyonların şaşkınlığı var. Zira 2017 verilerine göre kâr ve rantın geliri, işgücü ödemelerinin iki katı bir hızla artmış ve bunun sonucunda emeğin milli gelirden aldığı pay 1,67 puan azalarak yüzde 30,54’e gerilemiş durumda.
Bir yanda TCMB Başkanı’nın ‘’doğrudan yabancı yatırımlarda istikrar sürüyor” açıklamasını duyarken, diğer yanda ödemeler dengesi rakamlarından 2017’de net Doğrudan Yabancı Yatırımların 10 milyar dolara gerilediğini ve 2015’den beri düşüşte olduğunu öğreniyoruz. Bir yanda süper teşvik paketleri açıklanırken, diğer yanda bir günde, TL’de 10 kuruşluk değer kayıplarının yaşandığına; büyük sermayenin hızla dışarıya servet transferi yaparken, bir yandan da bankalardan borç yapılandırması talep ettiğine tanık oluyoruz.
Bir yanda 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nde AKP Genel Başkanı "Çalışanların üretimden gelen güçlerini kullanmalarının, haklı taleplerini demokratik yollardan göstermelerinin, sorunlarını müzakere yoluyla halletmelerinin önünü açtık" derken KHK’larla emekçilerin demokratik yollarla haklarını aramasının engellendiğine, hatta aynı siyasetçinin bunu "OHAL’i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz" diye övünerek anlattığına tanıklık ediyoruz.
Bu post-gerçekliğin diğer ayağı da siyasi: Türkiye’de hukuk ve demokrasi tamamen ve açıkça ortadan kaldırılmışken, iktidar partisinin Genel Başkanı’nın 24 Haziran için seçim vaatlerini “daha fazla demokrasi”, “daha fazla hukuk” olarak sıralaması, hepimize uzun süredir dayatılan alternatif gerçekliğin veciz bir örneği olsa gerek.
Önümüze panik ve aceleci bir biçimde konan baskın seçim sandığını, bu gerçek-ötesi durumdan çıkışa, 24 Haziran ötesinin hikayesine dönüştürmek için bir fırsata çevirmeliyiz. Siyasetimiz, Türkiye’ye sunduğumuz program, bugünün gerçek-ötesi yerine 24 Haziran ötesinde eşitlikçi, özgür, demokrat, laik ve barışçıl Türkiye geleceğini gerçeğe dönüştürmeyi hedeflemeli. Adayların isimleri üzerinden değil, işte bu ortak Türkiye gelecek hayalini hedefe dönüştürecek bir siyaset üzerinden, post-gerçekliği aşabiliriz. Halkın ekonomik kaygılarını siyasileştirerek, emeğin hak kayıplarını ve AKP’nin rant sermayesine dayalı açık sınıf siyasetini, demokrasi ve laiklikle olan ayrılmaz bağlamını anlatarak; özetle, bugünden farklı bir siyasetle bunu başarabiliriz.
Bugün içinde bulunduğumuz orta gelir tuzağı, orta beşeri sermaye tuzağı, orta teknoloji tuzağı ve orta kurumsal kalite tuzağından çıkış için bir harita ortaya koyacaksak, bu haritanın dayanacağı siyasi tercih çerçevesini tarif ederek işe başlamak zorundayız. Bunun için de, bugün yaşadığımız sonuçları doğurmuş olan siyasi tercihin doğasını açıklıkla ortaya koymamız gerekiyor.
O zaman, 24 Haziran’a giderken, işe karşımızdaki gerçeklik-ötesini üreten faşizan rejimin objektif sınıfsal bağlamını bir kez daha ortaya koyarak başlamamız gerektiği açık. Ekonomide de derin sonuçlarını gördüğümüz mesele; konjonktürel bir mesele değil. Salt AKP’nin ekonomiyi “kötü” yönetmesiyle açıklanabilecek bir yönetişim kazası değil. Bu eksikliklerin temelinde var olan iktidarın siyasi ve sınıfsal tercihi. Saray’ın tercihi, otoriter devlet kapitalizmi ile iktidara tutunma çabası ve açık bir sınıfsal tercihin sonucu. Bugün yaşıyor olduğumuz ekonomik sıkıntılar da iktidarın dayandığı sınıfsal ilişkileri yeniden üretme zorunluluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış yapısal bir kriz… Aşılması da ancak bir başka sınıfsal tercihin, emekten yana bütüncül bir politikanın, ilerici bir siyasi çerçeveyle ortaya konulmasıyla mümkün.
Türkiye bu sarmaldan kuşkusuz çıkacak. Türkiye’yi buradan çıkaracak olan bir aday, kimlik üzerinden tarif edilen şu seçmen grubuyla, bu seçmen grubu arasında oluşacak “koalisyonlar” değil. Aksine seçmeni kimlik sarmalından çıkaracak, demokratik ve emekten yana bir Türkiye’nin nesnel koşullarını oluşturacak bir toplam siyasetin örgütlenmesi ve büyütülmesi. Bu tarifi yaptığımızda, çarenin birkaç politika eksikliğinin giderilmesinden geçmediği, çarenin bütüncül bir çerçeve değişikliği gerektirdiği ve o çerçevenin de bugün yok sayılan sınıfları merkezine alan bir siyasetle yapılması gerektiğini de söylemiş oluyoruz. Dolayısıyla mesele sadece bir ekonomi meselesi değil, mesele siyaset ve onun tercihleri meselesi.
Peki o zaman ne yapmamız gerek? Türkiye’de ekonominin toparlanması için nasıl bir çerçeveye, nasıl bir değişime, nasıl bir yeniliğe ihtiyaç var?
Anahtar; demokrasi ve özgürlük mücadelesinden kaçmamak, bu mücadeleyle emek mücadelesini ayrılmaz bir bütün olarak kavramak. Seçmeni kimlikler üzerinden gruplayarak strateji oluşturan yaklaşımların aksine, üretimin yapısal koşullarında değişiklik sonucunda emeğin, emekçinin objektif deneyiminin dönüştüğünü gören, ancak bunun sınıftan kaçışı değil, aksine yeni emeği merkezine alan bir sınıf siyasetini gerektirdiğini görmekle başlamalı. Anahtar, açlık sınırı altında yaşamaya mahkum edilen milyonlarca asgari ücretliyle, plazalarda çalışan beyaz yakalı orta sınıfların beklentilerini ortaklaştıran bir siyaset ve ekonomi politik çerçevesini üretmek.
Bu siyasi programın ekonomik ve siyasi bağlamıyla ortaya konulmasının tek bir yazının konusu olmadığı açık. Ancak bu yaklaşımın ekonomiye dair temel anlatısını özetlemek, 24 Haziran’a giderken ilerici toplumsal dinamiklerin ekonomiye dair bakış açısının ne olması gerektiğine dair fikrimizi ortaya koymak bakımından önemli.
İlk adım, her şeyden önce ekonomik amacı, fetişizm düzeyine ulaşmış bir büyümecilik anlayışından hızla ‘’kalkınma anlayışına’’ dönüştürmek ve bütüncül çerçeveyi de bu anlayış etrafında oluşturmak olmalı. Bugün ‘’her şeye rağmen ve maliyeti ne olursa olsun büyüme’’ anlayışından ortaya çıkan maliyetler, büyüme perspektifinden kalkınma anlayışına dönülmesi gerektiğini de çok net ortaya koyuyor. Bu değişimin temel unsurlarını belirlerken salt büyümeci anlayışın yarattığı maliyetleri ve giderilmesi gereken sorunları tespit etmek önemli.
Bu maliyetlerden en büyüğü bölüşümde her geçen gün artan adaletsizlik. Bugün büyüme, milyonların hakkını gasp ederek, kamu kaynaklarını iktidarın siyasetini devam ettirmek kaygısı ile yüzde 1’e dağıtarak ve bu kaynakla rant yaratarak ortaya çıkıyor. Dolayısı ile büyümenin yapısı ciddi gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine yol açıyor. O zaman 24 Haziran ötesinin gerçekliğinin temelinde eşitlik olacak. Emeği merkezine alan, yüzde 99’u kapsayan ve kucaklayan yeni bir siyaset ve ekonomik çerçeveyle kutuplaşmayı, sosyal ve ekonomik ayrımcılığı sona erdirecek bir kalkınmacı yaklaşım bu eşitliği sağlar. Emeğin tarifini de günümüz ekonomisiyle uyumlu yapmak elzem. Bu tarife, beyaz yakalı bankacı da, mühendis de, girişimci genç de, öğretmen de, avukat da, üretim bandında çalışan mavi yakalı fabrika işçisi de, inşaatta veya madende olan işçi de, kadının hane halkı emek gücü de giriyor.
Üretim temelli değil, talep temelli bir büyüme modelinin ortaya çıkarttığı ikinci büyük maliyet ise yüksek borçluluk. Borçla elde edilen imkanlarla, tüketim temelli düzen bireylerin siyasi tercihlerinin, “yurttaş” bilincinden ziyade, “tüketici” birey olmalarıyla şekillenmesine yol açıyor. Yani, borca dayalı büyüme modelinde borç mutlak anlamda bir kırılganlık olmanın ötesinde demokrasinin olmazsa olmazı aktif yurttaşlık bilincinin de erimesiyle, kurumsal erozyona da katkıda bulunuyor. O zaman 24 Haziran ötesinin gerçekliğinin temelinde üretim olacak. 24 Haziran ötesi borçla kamçılanan değil, üretimle zenginleşen bir ekonomik yapıya dönüşümü ve dolayısı ile rantçı değil, üretici güçleri merkezine alan bir kalkınmacı yaklaşımı hayata geçirecek. Finans sermayenin ve rantçı inşaatın değil, üreten emekçinin, üreten sanayicinin kollandığı bir düzeni kuracak. Bunun için ihtiyaç duyulan üretim reformunu yapacak ve bugün var olan borç yükünü azaltacak adımları atacak.
Bugün ekonomik büyüme kısa vadeci, sürdürülebilirliği gözetmeyen, kurumları, gelenekleri ve çevreyi yok eden bir anlayışla ortaya çıkıyor. Çevreyi, kurumları, geçmişi yok eden bu anlayış, geleceğimizi de yok ediyor. Dolayısı ile 24 Haziran ötesi gerçekliğimizin çevreyi, ortak geçmişimizi, kurumlarımızı gözeten, insanıyla, doğasıyla barışçıl bir kalkınma anlayışının yerleştiği bir değişim ve yaklaşım olmak zorunda.
Özetle, salt büyümeci anlayıştan kalkınma anlayışına dönüşüm eşitlik, özgürlük, hak-temelli bir düzen, sosyal ve çevresel barış ve demokrasiyi getirecek, halkçı ekonominin temeli olacak. Bu dönüşüm kapsamlı bir siyasi çerçevenin ve yeni bir sınıfsal tercihin yanı sıra, bunlar ışığında şekillenecek yeni bir ekonomi programını da gerektiriyor elbette. Yukarıda tarif ettiğimiz bu ekonomik program üç temel üzerine kurulacak: Eşitlik hedefiyle yeniden dağılımı gözeten bir sosyal devlet, borçla değil üreterek zenginleşen bir gelecek için üretim ve verimlilik reformu, kurumları ve geleceği kollayan bir makroekonomik çerçeve/anlayış.
Bu dönüşüm makroekonomik kırılganlıkları da giderecek. Cari açığı azaltacak, ücretlerde ve istihdamda kalıcı bir artış sağlayacak, ucuz emek gücüyle rekabet etmeye dayanan birikim rejimi yerine, daha teknoloji yoğun, yüksek katma değerli, yüksek verimli bir üretimi mümkün kılacak kalıcı bir refah artışına yol açacak.
24 Haziran’da işte bize dayatılan bu gerçek-ötesi kabustan uyanıp aydınlık bir geleceği kuracaksak örmemiz gereken siyaset, anlatmamız gereken reçete budur. Bu aydınlık, ortak geleceği kurmak için verilecek mücadelenin önemli ayaklarından birisi de 24 Haziran’da adil ve güvenli seçim koşullarının sağlanmasıdır.
Sürekli OHAL koşullarında,"ittifak yasası" varlığında dayatılan bu takvimde gerçekten demokratik bir seçimin koşullarının olmadığı açık. Aynı zamanda iktidarın, partileri seçime sokmama yönünde denediği adımlar, bu baskın seçimin ahlaki zemininin de var olmadığını gösterdi. Adil ve güvenli bir seçimin asgari koşullarını ortadan kaldıran bu yasal düzenlemeler karşısında muhalefetin geniş katılımı ile örgütlenebilecek bir boykot tartışmasının kendisinin dahi etkili bir demokratik mücadele aracı olacağı açıktı. Bu nedenle de demokrasiyi zedeleyen bu yasal düzenlemeler geçer geçmez ülkenin tüm demokratik güçlerini böyle geniş katılımlı aktif boykotu tartışmaya davet eden bir tartışma çağrısı yapılmıştı. Ancak, dayatılan bu baskın ve hatta darbe seçim takviminde, aktif boykot veya seçim boykotunun kitlesel olarak örgütlenmesinin mümkün olmadığı da açık. Bu takvimde yapılması gereken sandık sürecini adil ve güvenli kılacak her tür örgütlenmeye ortak olmak ve onu güçlendirmek.
Artık seçim dönemine girilmiş olması yeniden demokratik bir parlamentonun inşasını ve bu demokratik Türkiye’nin parlamentodan kurulmasını mümkün kılıyor. Parlamentonun kıymetten düşürüldüğü ve halkla değişimi sandıktan yapmanın mümkün olmadığı dönemde meclisi halkla buluşturacak bir siyasetin çağrısı önemliydi. Bugün de halkla sandıkta demokratik değişimi başlatmak, parlamentoya ihtiyaç duyduğu ve hak ettiği gücü sağlayacak demokratik gücü vermek ve yeniden parlamentoyu güçlü kılmak her zamankinden daha da önemli. Bu en az cumhurbaşkanlığı kadar önemli bir adımdır.
Dolayısı ile artık seçim 50 günlük bir takvimle karşımızda duruyorsa; Türkiye’nin özgür, demokratik, laik geleceği için 24 Haziran seçimlerinin, toplumun demokrasiden yana bütün ilerici kesimleri tarafından bir mücadele zemini olarak görülmesi, bu doğrultuda seçimde en geniş katılımın sağlanması gerekiyor. 24 Haziran’a giden yolda; Neo-Milliyetçi Cephe karşısında var olan bütün imkanlarımızı kullanarak emekten ve demokrasiden yana siyaseti büyütmeye devam etmek, seçim günü en yüksek katılımı sağlamak ve seçim sonuçlarının ortaya çıkması aşamasında halkın iradesini çalmaya yönelik olası girişimlere ve dayatmalara karşı hiçbir biçimde izin vermemek, teslim olmamak toplumsal muhalefetin bütün unsurları bakımından tarihsel bir görev. Halkçı bir düzen, halkçı bir kalkınma, halkın ortaklaştığı bir gelecek için bu elzem.
Bu koşullar altında sandığa giden süreçte, sandığa en yüksek katılımın sağlanması ve sandıktan çıkan iradeye sahip çıkılması konusu, büyük önem taşıyor. Bunu toplumsal dinamiklerle ortaklaşılan ve sandığa en yüksek katılımı sağlamaya dönük siyasetimizle yapacağız. Katılımcılık salt sandıkta oy vermekle değil, sandık öncesi adil ve güvenli seçim mücadelesini ortaya koyan sivil toplum kuruluşlarına ve siyasi partilere katılarak; sandık çevresinde aktif görev almakla sağlanacak. Bugün her birimiz bu ortak geleceğe sahip çıkmak için sandığı beklemeden sandığa sahip çıkarsak, hepimiz bu ortak geleceğin kalkınma hikayesini kulaktan kulağa anlatır ve büyütürsek, bugünden o halkçı yarını kurmuş olacağız.
Birlikte yapmamız mümkün, yarınlara bugünden sahip çıkarak.
24 Haziran’la başlayacak yeni bir gelecek için…
Yarın yeniden “bir” olabilmek, ‘’biz’’ olabilmek için, bugünden omuz omuza, kol kola olarak…
*Doç. Dr., CHP PM Üyesi, İzmir Mv.