Yeneroğlu: O bildiri benim için her şeyin bittiği noktaydı
AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, partiden kopuşunda 31 Mart sonrası İstanbul seçimine ilişkin atılan adımlar ve Anayasa Mahkemesi'nin akademisyenler kararından sonra yayınlanan bildirinin etkili olduğunu söyledi. Yeneroğlu "O bildirinin nereden geldiğini çok iyi biliyorum. Anayasa Mahkemesi’ni kınamanın çok çok ötesinde 'terörü meşrulaştıran Anayasa Mahkemesi' diye bir bildiri yayınlandı. Bu hukuk devleti anlayışını ayaklar altına almaktır. Hiçe saymaktır. O mesele benim için her şeyin bittiği noktaydı" ifadelerini kullandı.
DUVAR - İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, AK Parti'den neden istifa ettiğini ve yeni yol haritasını anlattı. Merkez siyasette 'ciddi bir boşluk' olduğunu belirten Yeneroğlu "Güçlü bir demokratik blok kurulmalı" dedi.
Karar gazetesine konuşan Yeneroğlu röportajı özetle şöyle:
Elif Çakır: Milletvekili oldunuz ardından da Meclis’te İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. İlk sorunlar da galiba o zaman başladı değil mi?
Mustafa Yeneroğlu: Kasım 2015’da İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına seçildim. Kamu idaresinin yanlışlarına, özellikle insan hakları ihlallerine hep tepki gösterdim, komisyonun yetkilerini kullandım. Zannedersem 2017’nin Nisan ayıydı. Van Gevaş’ta mantar toplayan köylülere işkence iddiaları için suç duyurusunda bulunmuştuk. Birileri devamlı bu olayları kapatma derdindeydi. Halbuki bu yaklaşımları hem hukuk içinde görevini yapan güvenlik güçlerimize haksızlıktı hem de ülkemizin itibarını zedeliyordu. Tabii o dönem buna benzer olaylar artmıştı. Biz de bunlarla ilgili yasal ve ahlaki sorumluluğumuzun gereği olarak suç duyurularında bulunuyorduk, açıklama yapıyorduk. Bu duruşum üzerine arkadaşlar tabii rahatsızlıklarını bildirmişler. Komisyona katılmayan bizimle aynı karede görünmek istemeyen arkadaşlar da oldu elbette. Bunun üzerine ben Beyefendi’ye istifamı arz ettim. “Ben tutumumdan vazgeçemem, sonuçta bunlar ilkesel tutum, AK Parti’nin de olmazsa olmazları. Fakat burada bir rahatsızlık söz konusuysa, genel irade buna aykırı düşünüyorsa, rahatsızlık vermek istemem” dedim. O kabul etmedi, dönem sonunu bekledi.
Elif Çakır: Van Gevaş, Büyükada, Deniz Yücel, Osman Kavala davası gibi Türkiye’de hukuk mağduriyetleri oluşturan davalara tepki gösterdiniz. Bunlar rahatsızlık oluşturmuştu. İnsan Hakları Komisyonundan da ayrıldınız. Bu eleştirileriniz biline biline, MKYK üyeliğine getirildiniz.
Mustafa Yeneroğlu: Evet, Beyefendi de sonuçta benim tavrımı biliyordu. 2018 seçim sonrasında MKYK üyeliğine getirildim. Elbette ki MKYK üyeliğinde de varlık sebebim oydu; teşkilatımızın verdiği vekaletin gereğini yerine getirmeye çalıştım. Lidere doğru bildiğini söylemek benim anlayışımda farzdır.
'BİR KEZ DE DİNLEYELİM'
Ahmet Taşgetiren: Aynı zamanda dostluğun gereğidir bu.
Mustafa Yeneroğlu: Evet, yüze yakın bir rapor yazmışımdır Türkiye’ye gelişimden beri. Nasıl bir ülke tasavvur ettiğimi açık yüreklilikle ifade etmişim. Tabi MKYK’ya girdikten sonra ilk toplantı tanışma toplantısıydı. MKYK’da siyasetin müzakere edilememesi kabul edilebilir mi? Özeleştiri olmazsa nasıl yol alınır? Hatalarımızı birbirimizin samimiyetini sorgulamadan konuşamayacaksak nasıl düzelteceğiz? Zaten AK Parti’nin son yıllardaki en önemli sorunu bu.
Teşkilatlarımızda da yaygın olan ciddi eleştirilere öfkeleneceğimize, ‘biz nerede hata yaptık’, insanlar neden bize sırt çevirmeye başladı sorusunu reddetmenin kime ne faydası olabilir? Zaten ümidimizi yitirmek üzereyken, tutunacak dal arıyorduk. İstanbul seçimleri sonrası daha da maalesef ‘biz kendimizi anlatamadık’ yaklaşımı. Bir kez de anlatmayalım Allah aşkına, bir kez de dinleyelim. Toplumun derdi ve öncelikleri ne, sadece anlamaya çalışalım. Tamamen korku politikası olan beka söylemi ile karın doyuyor mu? Çocuklara harçlık verilebiliyor mu? Nasıl oldu da geçmişte değişimi, yeniliği ve ümit dolu geleceği konuşarak heyecanlandıran bir parti devletçi statükonun temsilcisi haline gelebildi. Bunları konuşabiliyor muyuz?
Tabii İstanbul seçimleri öncesi sonrası zor bir süreç oldu benim için de. Yeni Zelanda Başbakanı bize her gün insanlık dersi verirken bizim burada katliam görüntüleri yayınlıyor olmamız... Taksim’de kadınların yürüyüşü ile ilgili ezanı ıslıkladılar veya ezana tepki gösterdiler şeklinde gerçek dışı bilgilerle kutuplaştırmayı amaçlayan propagandalar... Irkçı Pontus akıl tutulması... Nerdeyse her gün başka bir facia. Hukuki meselelere gelince; ben beyanda bulunduğum konularla ilgili dosyaları mutlaka ciddi manada incelerdim. Alman disiplini içerisinden gelmiş bir hukukçu olarak örneğin Osman Kavala’nın 700 küsür sayfalık dosyasını okurum, avukatlarıyla görüşürüm, diğer ilgililerle de görüşürüm ve bu şekilde beyanda bulunurum. Bu çerçevede de kamuoyuna yansıtmadan önce de defaatle de ilgili arkadaşlara rapor yazarım. Burada netice almadığım takdirde ben şuna inanırım, nasıl bir insanı haksız yere öldürmek bütün insanlığı öldürmek ise, bir insanı bir saat haksız yere gözaltında tutmak da bütün insanlığı haksız yere gözaltında tutmak manasına gelmeli bir Müslüman için. Ben bu inançla bunları ifade ediyordum. Ben partimin bu durumda olmasını kabullenmiyordum. Düşüncelerini beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ancak bir Taner Kılıç, bir Alpaslan Kuytul, bir Osman Kavala haksız yere cezaevine mahkum edilebiliyorsa, benim anladığım Müslümanlık beni dışarıda rahat ettiremez. Evlatlarımızın yüzüne bakarken başımız dik mi, huzurlu muyuz? Bütün arkadaşlarım bunu düşünmeli. Düşünceleri kimse yok edemez. Demokratik devlet risk devletidir. Özgürlüğün aşkına riski göze alamayan devletler diktatörlüğe evrilir. İnsanlık 2400 yıldan beri düşünce suçlusu Sokrates’i mi konuşuyor, yoksa onu yargılayanları mı? Bu sebeple tarih Ahmet Altan’ı anacak, onu yargılayanları hayırla yad etmeyecek.
'BUNDAN DAHA ÜRKÜTÜCÜ BİR ŞEY OLABİLİR Mİ?'
Elif Çakır: Peki, bu eleştirilerinizi dillendirdiğinizde ne cevap alıyordunuz?
Mustafa Yeneroğlu: Partinin en üst düzey yetkilileri dahil görüşmediğim bir insan kalmamıştır bu eleştirilerimle ilgili son iki üç yılda. Hiç kimsenin bana esasta bir eleştiri getirdiğini, esasta yanlış yapıyorsun dediğini hatırlamıyorum. Hep bana şunu demiştirler; Ya Türkiye’nin ortamını göz ardı etmemek lazım. bakın bugün AK Parti’nin kuruluş felsefesini tersi olan söylem ve uygulamalarını AK Parti içerisinde, 300’e yakın vekil içerisinde temsil edebilecek bir akım, grup yok, ben şahit olmadım. Bundan daha ürkütücü bir şey olabilir mi?
Ahmet Taşgetiren: Nasıl oluyor bu?
Mustafa Yeneroğlu: İşte zaten temel problem bu. Parti içerisinde partiyi destekleyenlerin arzu ettikleri bir siyasetle karşı karşıya değiliz biz. Eski Türkiye dediğimiz, ama artık halimizden dolayı uzun zamandır ağzımıza almaya çekindiğimiz Türkiye’nin tüm alışkanlıkları benimsedik ve dinsel-milliyetçi bir şovenizmle sosladık, korku dağıtarak sürdürürüz zannediliyor. Eski Türkiye’de ihtiyaçları yargı, bürokrasi ve ordu içinde elitler belirlemiş, dayatma ile uygulamaya geçirilmiş, bugün kimlerin belirlediğinin bile farkında değiliz. Ama kendi tabanıyla güçlü bir iletişim içinde siyaset geliştiren bir siyaset olmazsa toplum ilerleyemez. Hiçbir partinin de böyle siyaset üreten canlı bir mekanizmaya sahip olduğunu da düşünmüyorum. Türkiye’nin temel sorunlarından biri de bu. İktidara gelince nasıl olsa bürokrasi düşünüyor diye düşünülüyor. Halbuki bürokratın olaylara yaklaşım biçimi, düşünme tarzıyla sivil siyasetçi arasında büyük fark var. Ama sonuçta önünüze devlet aygıtı çıkıyor, ilkelerinizi unutup tabanla canlı iletişimi kesince güç sarhoşluğuna kapılabiliyorsunuz.
SON ÜMİDİMİ DE 31 MART'TA YİTİRDİM
Yıldıray Oğur: İstifanıza neden olan esas kırılma neydi?
Mustafa Yeneroğlu: Zaten devamlı uzatmaların uzatmaları içinde kıvranıp duruyorduk. İstanbul seçimleri süreci tabii belirleyici oldu. Çünkü son ümidi de yitirdim. AK Parti’yi doğuran zemin içinde doğmuş bir insan olarak, Tayyip Bey’i de gerçekten seven ve ülke içinde geçmişte çok güzel işler yaptığına inanan, bunun sürdürülmesi gerektiğini düşünen, her gün önümde duran sarsıcı gerçekleri adeta bastıran noktada büyük bir acı içerisindeydik. En az bir yıldan beri böyle devam ediyordu. Düşünün akşam eve geliyorsunuz, dosyalarınızı getiriyorsunuz, sabaha kadar dosya çalışıyorsunuz. Şu insanın meselesine yetişelim diye. İnsan hakları sistematik olarak ayaklar altına alınan bir ülkeyiz. Biz işkenceye sıfır tolerans diye geldik, hukuk devletinde insan kaçırma olur mu? Toplum adeta korku iklimine teslim oldu. Biz kaç defa hukukçu arkadaşlarımızla oturup acziyetimizden dolayı ağladığımızı biliyorum. Milletvekilleri ile görüştüğümde de bana itiraz eden, hukuki gerekçelerimize karşı çıkan kimseyle karşılaşmadım. Bürokratlardan da. Hatta benim söylediğim şeylerin üzerine onlar, ya sen şunu bilmiyorsun diye 5-10 tane daha koyarlardı.
İstanbul seçimleri sürecinde biz artık kendimizi tanıyamıyorduk. Birde beka söyleminden Öcalan kardeşlere gidiyorsunuz. Her gün adeta yeni bir kabus. Zaten beka söylemi başlı başına bir facia. Düşünün milletin bekasını esas alan ve devletin bekasını da sadece hukukun üstünlüğünde ve çoğulcu demokraside, insan haklarında görerek yola çıkmış bir hareket, insanı ezen bir devlet tasavvuruyla sözde devletin bekası üzerinden korku siyaseti uygulamaya çalışıyor. Bunlar zaten kabul edilebilecek şeyler değil. Bir de bu beka söyleminden çıkıyorsunuz, Öcalan kardeşlere kadar geliyorsunuz. Parti içerisinde zaten İstanbul seçimleri son haftalarından herkes birbirine bakıyordu. İnsanlar zaten sokağa çıkmaya çekiniyorlardı. Çünkü millete ne anlatacaksınız? İnandığınız tüm değerler her gün altüst ediliyor. En son 23 Haziran sonucundan sonra millete anlatamadık söylemi yerine biz bu milleti niye anlamıyoruz anlayışının yerleşebileceğine dair ümidimi yitirdim.
ERDOĞAN'A KILIÇDAROĞLU'NU ZİYARET ETMESİ GEREKTİĞİNİ İFADE ETTİM, TEPKİ GÖSTERDİ
Bakın ben CHP’li Meclis Başkan vekilimiz Levent Gök’e bir geçmiş olsun ziyaretinde bulundum, en asgari insani haslettir bu. Sayın Kılıçdaroğlu’yla birlikte Çubuk’ta saldırıya uğramalarından sonra. Bana göre bir Devlet Başkanı’nın Sayın Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret edip geçmiş olsun dilemesi gerekiyordu. Ben sayın Cumhurbaşkanımıza saygıda kusur etmeden bunu ifade etmeye çalıştım MKYK’da. Tepki gösterdi.
O BİLDİRİNİN NEREDEN GELDİĞİNİ ÇOK İYİ BİLİYORUM
Bardağı taşıran damlalardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin akademisyenler kararından sonra yayınlanan bir bildiri oldu. O bildirinin nereden geldiğini çok iyi biliyorum. Anayasa Mahkemesi’ni kınamanın çok çok ötesinde “terörü meşrulaştıran Anayasa Mahkemesi” diye bir bildiri yayınlandı. Bu hukuk devleti anlayışını ayaklar altına almaktır. Hiçe saymaktır. O mesele benim için her şeyin bittiği noktaydı. Onun üzerine adli yıl açılışında sayın Cumhurbaşkanımız kuvvetler ayrımını göz ardı ederek kendisini kuvvetlerin üzerinde konumlandırdı.
Zaten sonuçta yargı felç olmuş vaziyette, yasama zaten işlevsiz bir noktada. Yürütmeyi kim denetleyecek? Hiç kimse. 1789 Anayasası’nın galiba 16’inci maddesi “Kuvvetler ayrımını tanımayan bir anayasa, anayasa değildir” der. Türkiye olarak şimdi biz fiilen böyle bir noktaya geldik.
İNSANLAR KAÇIRILIYOR, İŞKENCE YAPILIYOR, ONBİNLER HAKSIZ YERE CEZAEVİNDE
31 Mart seçimleri sonrası isim vermeden MKYK’da aleyhte çalışanların olduğunu beyefendi İstanbul teşkilatı önünde ifade edince ben istifamı yazdım. Ön yazıda da bırakın aleyhinizde çalışmayı en ufak bir güvensizlik söz konusuysa istediğiniz zaman yürürlüğüne koyarsınız diyerek arz ettim. 23 Haziran sonrası MKYK toplantısı benim son MKYK toplantımdı. O MKYK toplantısından sonra sonraki iki MKYK toplantısına katılmadım. Üçüncü MKYK’ya katılıp katılmayacağımı soruyordu arkadaşlar. Katılıp konuşsam saygısızlık, konuşmasam kendimi inkar edeceğim. Dolayısıyla orada bulunmayı anlamsız buluyordum. Şunu düşünüyordum; bu ülkede insanlar kaçırılıyor, bu ülkede insanlara işkence yapılıyor. Bu ülkede on binlerce insan haksız yere cezaevinde tutuluyor. Bu ülkede toplanma özgürlüğü diye bir şey kalmamış. Bu ülkede her gün birkaç tane kayyum atanıyor. Bu ülkede her gün bir iki tane gazeteci gözaltına alınıyor. Böyle bir ortamda ben MKYK toplantısına hiçbir şey yokmuş gibi Urfa Sanayi’sinin elektrik meselesini konuşacağım. Veya Muğla’nın şehir girişi levhasına takılacağım. Ve böyle ortamı kabulleneceğim. Peki vicdanıma bunları nasıl kabul ettireceğim, Allah’a nasıl hesap vereceğim. Bunu düşünerek sabah bir istifa mektubu yazdım. Gerekçeli olarak.
ERDOĞAN, VEKİLLİKTEN DE İSTİFAMI İSTEDİ
Sonunda MKYK’dan istifa ettiğimi belirttim. Bunun üzerine MYK toplantısı yapılmış. Toplantıda da tartışılmış. Çok farklı görüşler de olmuş. Arkadaşların birçoğu benim şimdiye kadar partinin ilkelerine aykırı bir beyanımın olmadığını niyetimin partiye zarar vermek olmadığını, sadece ciddi rahatsızlıklar içerisinde olduğumu ve bunun partimin tekrar özüne dönmesi gerektiği noktasında bir duruşumun olduğunu ifade etmişler. Ama sonuçta sayın Cumhurbaşkanımızın kanaati artık siyaseten çok ayrıştığımız noktada olmuş ve benim partiden de ve milletvekilliğinden de istifa etmem gerektiğini ifade etmiş. 29’u gecesi beni genel sekreterimiz aradı Fatih Şahin bey arayıp, “parti genel merkezine gelir misiniz” dedi. Ne zaman istifa etmemi arzu ediyorsunuz diye sordum. “Mümkün mertebe hemen” dedi. “Olur” dedim. Meclise geçtim beni tekrar aradı. “Üstad” dedi, “Cumhurbaşkanımızla görüştüm, milletvekilliğinden de istifa etmeniz istiyor çünkü siz AK Parti listelerinden seçildiniz” dedi. Bunun üzerine basın toplantısını yaptım. Böyle bir süreç. O gün basın toplantısından sonra içimde tabii bir burukluk vardı ama çok uzun zaman sonrası ben ilk defa büyük bir huzur içinde evime gittim. O hafta sonundan önce mide kanaması geçirmiştim. Stresin sonuçları.
Elif Çakır: Peki milletvekilliğinden de istifa edecek misiniz?
Mustafa Yeneroğlu: Milletvekilliğimden istifa etmemem gerektiğine karar verdim. Çok ilginçtir bütün partilerden ve kendi partimden de sayısız milletvekili beni bu konuda aradı, “Kesinlikle böyle bir şey yapamazsınız bu çok yanlış bir şey olur, bunu size söyleyenlerin demokrasi anlayışı da ayrıca bir tartışma konusu. Ama böyle bir istifa Türkiye’de yeni bir teamül ortaya koyar. Sizden sonraki arkadaşlarda da böyle bir dayatma olur” dediler.
Ahmet Taşgetiren: Peki bundan sonra ne yapacaksınız, yeni oluşumlarla münasebetiniz var mı?
Mustafa Yeneroğlu: Ben siyasete girdiğimden beri Türkiye’nin tüm siyasi renleriyle çok yakın ilişki ve irtibat içerisinde oldum. Türkiye’nin siyaset kültürüne çok temelli eleştirilerim var. Bundan sonra yatay siyaseti, hamaset yerine rasyonel dili esas alan, öz eleştiriyi ezen dava söylemi yerine uygulama ile kendini gösteren, kişi hareketi yerine katılımcı, çoğulcu bir kadro hareketi ile insan onurunu haysiyetini olmazsa olmaz gören, hesapsız bir biçimde savunan, gerçekten Türkiye’de yaşayan her bir ferdi özel, özerk ve özgür kabul eden, demokrasi çıtasını Aleviler söz konusu olduğu zaman da atlayabilen, Kürt sorunu karşısında tutum alabilen güçlü bir demokratik blok olursa ben bu bloka destek veririm.
Elif Çakır: Cumhurbaşkanlığı sistemine Meclis’te destek verdiniz değil mi?
Mustafa Yeneroğlu: Bugünden bakınca maalesef. O zaman 15 Temmuz psikolojsi çok güçlüydü tabi.
Elif Çakır: Peki şu anda ne düşünüyorsunuz?
Mustafa Yeneroğlu: Prensip olarak başkanlık sisteminin tartışılabileceğini sonuçta kıta Avrupa’da sosyalizasyonunu edinmiş biri olarak Türkiye’nin çok kültürlü çoğulcu yapısını parlamenter sistemin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Şu anki haliyle başkanlık sisteminin sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Türkiye’nin her şeyden önce korku duvarlarını aşması, konuşabilir hale gelmesi gerekiyor. Bunun için hukukun üstünlüğüne dönülmesi gerekiyor. Denetimi askıya alan, tüm yetkileri bir yerde toplayan bir sistemin sürdürülemeyeceği aşikar. Kuşatıcı bir revizyon zorunlu.