Mahçupyan: Mısır'da darbe olunca Erdoğan Gezi olayları sırasında çok korktu
Gelecek Partisi'nin kurucuları arasında yer alan Etyen Mahçupyan, Gezi olayları sırasında Mısır'da yaşanan sisi darbesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı çok korkuttuğunu söyledi. Mahçupyan şöyle konuştu: "Gezi olayı sırasında Sisi olayı olmasaydı, belki Tayyip Erdoğan da farklı davranabilirdi. Pragmatik açıdan. Çünkü o kadar korkmayacaktı. Ama Tayyip Erdoğan çok korktu. 'Batı dünyası Mısır’da yaptığı gibi Türkiye’de de bir darbeyi teşvik edebilir' dedi." Mahçupyan, "Benim gördüğüm kadarıyla Tayyip Erdoğan işin başından beri kendisinin tarih nezdinde Türkiye’ye imza atacak bir büyük lider olduğunu düşünüyor, belki kendisini ikinci bir Atatürk gibi hayal ediyor" diye konuştu.
DUVAR - Etyen Mahçupyan, Kısa Dalga Podcast'te yayınlanan dört bölümlük söyleşisinin ikinci bölümünde Gezi eylemleri, 1 Kasım 2015 seçimleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi hedefleriyle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Beril Eski'nin sorularını yanıtlayan Mahçupyan "Benim gördüğüm kadarıyla Tayyip Erdoğan işin başından beri kendisinin tarih nezdinde Türkiye’ye imza atacak bir büyük lider olduğunu düşünüyor, belki kendisini ikinci bir Atatürk gibi hayal ediyor" dedi.
Söyleşinin bir bölümü şöyle:
AK Parti döneminde, Gezi olaylarına kadar aslında böyle bir polis şiddeti, bu kadar yaygın ve sistematik bir polis şiddeti görülmemişti. Nitekim ardından da Türkiye’nin bir polis devletine neredeyse dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Evet, ama o işte Gülen cemaatine çok yakın insanlardı o zamanki vali vesaire. Bütün o hikayeleri biliyoruz.
Ama bugün de hala öyle.
Evet ama çok kullanışlı. Bu hükümet zaten onu istiyor. Yani bu hükümet Gülen cemaatinin ürettiği mekanizmaları ve yöntemleri çok rahatlıkla, aynen kullanabiliyor. Çünkü o mekanizmalar, siz içini nasıl doldurursanız ona hizmet eden mekanizmalar. Davalardan biliyoruz, iddianamelerin nasıl yazıldığı. Mesela Gülen zamanda kurgulanmış olan yarı doğru, yarı yanlış dosyalar kaç sene sonra çıkıp şu andaki davalarda kullanılıyor. Çünkü işine geliyor ve esas problem bu ama. Türkiye’de siyaset kendi işine geleni, ahlaktan bağımsız olarak, ahlaki herhangi bir kaygı duymadan, yapabiliyor. Ama bu bir veri. Toplum tarafından baktığımız zaman bu bir veri. Bu veri yokmuş gibi romantize ederek bakamayız. Türkiye Cumhuriyeti devletinde, çeşitli dönemlerde azalıyor, çoğalıyor ama hükümetlerin bu tür bir eğilimi var.
Peki, bahsettiğiniz insanlar yani Gezi’ye katılanlar, tabii ki yaş skalası oldukça geniş ama genel olarak genç insanların katıldığı, o güne kadar hani aileleri ile ilişkilerinde şiddet görmemiş diyebileceğimiz, hani ailelerine karşı durabilmiş, muhalif, sorgulayan gençler diyebiliriz. Hani çoğunlukla bu tip insanlar katıldı diyebiliriz. Onların belli bir sorumluluğu olduğundan bahsediyorsunuz, böyle düşünmelilerdi, böyle yapmalılardı.
Hiç öyle bir şey söylemiyorum. Hatta bunun olamayacağını söylüyorum. Çünkü öyle bir deneyim yok. Ama şu var o genç insanlar, içinde oldukları o durumu siyasi anlamının ve ideolojik anlamının çok farkında değillerdi.
Ama radikal davranışlardan bahsettiniz az önce.
Onlar ayrı. Onlar çok profesyonel bence. Yani Türkiye’de bazı gruplar var, sürekli bir devrim olacağına dair bir zemin üzerinden, bir psikolojik-ideolojik zemin üzerinden yaşıyorlar, gruplanıyorlar. Gündelik hayatlarını öyle geçiriyorlar ve dolayısıyla onlar bir yere konsantre durumdalar. Ama senin bahsettiğin, sözünü ettiğin o ilk grup öyle değil, onlar bireyler. Tek tek insanlar toplandı Gezi’de, kıymetli tarafı buydu zaten. Ve harcanan tarafı da buydu. Ama o insanların yani dışarıdan baktığın zaman bu insanların Türkiye ile ilgili daha bilinçli olmalarında büyük yarar vardı, keşke. Ama bekleyebilir miyiz böyle bir şeyi? Çoğunlukla bekleyemeyiz. Yani çünkü öyle dediğim gibi öyle bir deneyim yok, öyle bir bilgi yok, öyle bir kamusal alan yok. Yani o gençlerin Türkiye ile ilgili daha bilinçli davranmalarına yol açacak olan, daha ayakları yere basan iş yapmalarını sağlayabilecek olan bir kamusal alan yok.
Yani işte beklentilerinizden bahsettiniz. Radikal gruplara ilişkin ya da radikal hareketlere ilişkin sorumluluktan bahsettiniz. Yani aslında muhalif bir gruptan beklenenleri derinlemesine konuştuk. Peki ya hükümet? Yani o dönemde barış süreci var, çözüm süreci var. Siz de akil insanlardan biriydiniz. Şu bilinen bir şeydir, bir ülkede eşitsizlik azalmaya başladıkça çatışma artar. Hükümet, artan çatışmalar için ne gibi bir önlem aldı? Bununla ilgili bir çalışma yaptı mı? Yoksa bütün enerjisini tek bir yere kanalize etti, sonra da “aa tamam olmadı” geri mi çekildi? Yani bütün dünya deneyimlerinde eşitsizlik azaldıkça çatışmanın arttığı bilinir.
Eşitlik azaldıkça.
Eşitsizlik azaldıkça. Eşitleme sürecine geçildikçe, çatışmalar artar.
Anladım.
Hatta bu yüzden arabuluculuk mekanizması kurumuştur. Yani çeşitli yan mekanizmalar kurulur, biraz daha hani çözümcü yöntemler üretilir. Hükümet bu konuda ne yaptı?
Bu söylediğin belirli bir zihniyet yapısında ancak geçerli. Otoriter bir zihniyette yaşıyorsan ya da ataerkil bir zihniyette yaşıyorsan, zaten daha önce baskı görmüş olduğu için alttaki gruplar, eşitliğe yaklaştığın zaman çatışma artar. Ama eğer demokrat bir düzende yaşıyor olsaydın, bu eşitsizlik sırasında bile o kanalların açık olması gerekiyor, o zaman çatışma olmayacaktır. Zaten o eşitlik iyi bir şey olarak yaşanacaktır o toplumda. Burada yaşanmıyor, bu cemaatçi bir toplum, kimlikler üzerinden ayrımlaşmış bir toplum. Esas olarak dindar-laik, ama Sünni-Alevi, Türk-Kürt olaylarıyla parçalanmış bir toplum burası. Dolayısıyla da her cemaat kendi çıkarı için bakıyor. Türkiye’nin genel, herkesi kucaklayan bir çıkarıyla ilgili bir kaygı insanlar taşımıyor. Sadece laf bu konuştukları zaman. Yani insanlar genel olarak milletten, toplumdan bahsettikleri zaman, bunu söylenmesi gereken bir cümle olarak kullanıyorlar. Aslında cemaat içinden bakıyorlar. Öyle olunca da cemaatlerin çıkarları, cemaatlerin hareket alanlarının genişlemesi esas hale geliyor. Cemaatlerin kendi bireysel yaşam kaygıları, yani tekil yaşam kaygıları ve de yaşam biçimleri öne çıkıyor. Bu, zaten çalışmayı davet eden bir durum ve tabii ki, siz Osmanlı’dan beri hiyerarşik yaşamışsanız, hiyerarşik yaşamayı doğal saymışsanız kendinize, eşitlenme olduğu zaman çatışma olacaktır, kaçınılmaz bir şey. Ve bu çatışma, cumhuriyetten beri bakarsak da şunu da atlamayalım, en tepeye laik kesimi koyan bir hiyerarşi bu. Yani laik kesim mesela dindarların kendileriyle eşit olmasını istemedi önce, son 20-30 yılın tarihine baktığımız zaman. Ama işin özü zihniyet anlamında değişmiyor, hepsinin kafası biraz aynı çalışıyor ve kendisini daha ziyade muhafazakâr alanın temsilcisi gören bir hükümet, özellikle Batı desteğini kaybettiğini düşündüğü andan itibaren…
Yani Gezi olaylarından itibaren.
Yani, yani Mısır’da Sisi darbesinden beri. Şimdi Gezi olayı sırasında Sisi olayı olmasaydı, belki Tayyip Erdoğan da farklı davranabilirdi. Pragmatik açıdan.
Ne gibi?
Çünkü o kadar korkmayacaktı. Ama Tayyip Erdoğan çok korktu. Batı dünyası Mısır’da yaptığı gibi Türkiye’de de bir darbeyi teşvik edebilir dedi. Bu, sadece Tayyip Erdoğan’da olan bir korku değildi, onu da söyleyeyim. Bir sürü dindar insan ya da muhafazakâr insan, Mısır’daki olayı inceleyip gördüğü zaman ve Batı dünyasının nasıl mesafeli ve dokunmadan durduğunu gördüğü zaman, zaten o sırada bir sürü raporlar yayımlanıyordu. Hatta tam Nisan ayında böyle bir rapor yayımlanmıştı Amerika’da, darbe nasıl yapılır diye. O raporu da çevirttiler Türkçe’ye ve okudular insanlar. Ve o raporda söylendiği gibi bir prosedür içinde geliştiğini düşündüler Gezi olayının. O yüzden de birçok insan bunun işte yabancı parmağı var gibi şeylere hemen inanmaya eğilimli oldu Türkiye’de.
B.E: Siz inandınız mı?
Hayır, yani, inanmadım. Ama insanları inanırken gördüm.