Post-kapitalist dünya için ‘imdat freni’
Jason Hickel'in 'Çoğu Zarar Azı Karar' çalışması Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Hickel kitapta, ekolojinin merkeze alınacağı post-kapitalist bir ekonominin zorunluluğundan bahsediyor.
Ekolojik kriz, halk sağlığı krizi, ekonomik kriz gibi birçok kriz içinde yaşamaya uğraşıyoruz. Bu ve benzerleri birbirleriyle bağlantılı ve Antroposen’in (İnsan Çağı’nın) bir ürünü. “Doğa insan içindir” anlayışı, “ekonomik büyüme için her şey yapılabilir” şiarıyla buluşunca bir şok tablosuyla karşı karşıya kaldık. Zenginler daha çok zenginleşirken yoksulların sayısı arttı, doğa iflasın eşiğine geldi, küresel salgın ise tüm bunları daha görünür kıldı. Artık bir yol ayrımındayız: Ya hiçbir şey yokmuş gibi yaşamayı sürdürüp uçurumdan aşağı yuvarlanacağız ya da geç kaldığımız değişiklikleri hızla hayata geçireceğiz. Başka bir deyişle karbon ayak izimizi küçültmek için çabalayacağız ya da kaybedeceğiz.
Her şeyden evvel bir zihin değişikliğine ihtiyacımız var; dünyayla, doğayla ve birbirimizle ilişkimizi yeniden düşünmek zorundayız. Doğayı ve insanları nesneleştirmekten ya da şeyleştirmekten uzaklaşmamız gerekiyor. Bu da neoliberal kapitalist sistem yerine, insani değerlerin geçirildiği ve ekolojik bakış açısıyla yeni bir hikâye yazmakla mümkün. Yani doğayla birlikte ve insanların beraberce yaşayacağı, tüketim kültürü yerine, yettiği kadarla var olmanın yeğleneceği bir düzen…
Ekonomi ağırlıklı çalışmalarıyla tanınan antropolog Jason Hickel, “Dünyayı Küçülme Kurtaracak” alt başlığıyla yayımlanan 'Çoğu Zarar Azı Karar'da böyle bir dünyanın ve yaşamın neden gerekli olduğunu anlatırken insanların huzurlu olacağı ve ekolojinin merkeze alınacağı post-kapitalist bir ekonominin, doğayı ve insanı kurtarma harekâtına girişmenin zorunluluğundan bahsediyor.
BİR EŞİTSİZLİK KRİZİ
Hickel, doğa, dünya ve insanlık için “acil durum” ilan edenlere kulak verip onların kaygılarını haklı bulduğundan “imdat freni” ifadesini kullanıyor: Büyüme karşısında küçülmeye, tüketim alışkanlıklarını gözden geçirmeye, kırılganlıklarımızı kavramaya, karbon ayak izimizi daraltmaya ve karşı karşıya olduğumuz krizlerle yüzleşmeye denk geliyor bu. O aşamaya ulaşmak çok zor değil; dümeni, reklamcılıkla yapay şekilde yaratılmış arzulardan ihtiyaçlara kırmak gerekiyor sadece.
Hickel, kapitalizmin değil insanların büyümesinden, başka bir deyişle kapitalizmin küçülmesinden, doğanın ve insanların rahat bir nefes almasından bahsederken tehlikenin farkında olmak gerektiğini hatırlatıyor. Adı geçen tehlikenin özünde ise Antroposen ve kapitalizm geliyor. Ekolojik, ekonomik ve ruhsal krizlerin tetikleyicisi ikili, tüketimi ve tükenişi hızlandırmakla kalmadı, ekonomik değeri etik değerlerin yerine geçirdi. Dahası, dünyayı karmaşık bütünler olarak değil de tekil parçalar şeklinde görme alışkanlığı geliştirdi herkeste. Yüzeyselliğe ve yaratılan arzulara mahkûm edilen insanlık, derin düşünmekten ve bağlantılar kurmaktan hızla uzaklaştırıldı. Böylece ekolojik kriz iklim değişikliğine, iklim değişikliği de sıcaklık artışına, ekonomik kriz de gelir düşüşüne, durgunluğa ve büyüme rakamlarındaki dengesizliğe indirgendi. Oysa mesele, ekolojik yıkım ve uygarlığın yok oluş tehlikesiyle ilgili Hickel’e göre.
Ekolojik ve ekonomik krizi herkesin değil, ezici bir azınlığın yarattığını belirten yazar, sorunun kaynağına dair bir açıklamaya girişiyor bu noktada: “Kapitalizmi genelde ‘piyasa’ ve ‘ticaret’ gibi tanıdık, harcıâlem sözcüklerle tarif ediyoruz. Fakat bu çok da doğru değil. Piyasalar ve ticaret kapitalizminden önce de binyıllardır vardı ve bunlar kendi başlarına oldukça masum kavramlar. Kapitalizm, sürekli yayılma zorunluluğuna dayanan ilkeyi yani ‘büyümeyi’ temel aldığı için tarihteki diğer ekonomik sistemlerin çoğundan ayrışıyor. Endüstriyel kaynak çıkartımının, üretimin ve tüketimin sürekli artması anlamına gelen bu büyümeyi Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) ile ölçüyoruz. Büyüme, sermayenin bir numaralı yol göstericisidir. Belli bir amaca yönelik büyümeden bahsetmiyoruz, büyümek için büyümekten söz ediyoruz. Burada totaliter bir mantık işliyor: Her sanayi kolu, her sektör, her ulusal ekonomi, belli bir nihai hedef olmaksızın sürekli büyümelidir (...) Dünya çapındaki ekolojik yıkım neredeyse tamamen yüksek gelirli ülkelerin aşırı büyümesinden ve özellikle de en zenginlerin elindeki aşırı birikimden kaynaklanıyor; bunun sonucunda da Küresel Güney ve yoksullar orantısız bir şekilde zarar görüyor. Son tahlilde bu durum, başka şeylerin yanı sıra bir eşitsizlik krizi.”
Hickel, ekonomik durgunluğu aşmak için sürekli büyümeye dayanan akıl ve mantık dışı yaklaşım yerine, ekonomiyi güvenli, âdil ve hakkaniyetli bir şekilde canlılar dünyasıyla dengeli hâle getirme amacıyla aşırı enerji ve kaynak kullanımını planlı biçimde azaltma anlamına gelen küçülmenin, refahı artıracağını ve insanların hayatını daha anlamlı kılacağını savunuyor. Burada ilk yapılacak şeylerden birinin, insanları gereksiz iş yükünden kurtarmak ve haftalık çalışma saatlerini azaltmak olduğunu belirten yazar, “sonsuz sermaye birikimi yerine, insanların huzurunu ve refahını merkeze alan post-kapitalist ekonomi yaratılması gerektiğini” ısrarla savunuyor. Şunu da unutmamak gerek, bugün hâlâ Antroposen’i yaratan düşünsel yapı öğretiliyor, daha doğrusu ezberletiliyor. Hickel’e göre ekolojik krizi tetikleyen de bu.
DESCARTES'I 'RETWEETLEYENLER' VE SPINOZA'NIN GÖRÜŞLERİ
Hickel, Descartes’ın “doğanın efendisi ve sahibi olan insan” anlayışının ekolojik krizi tetiklediğini ve kapitalizmi büyüttüğünü ifade ediyor. Doğayı düşman belleme, onunla savaşma ve onu yenilgiye uğratma düsturu, GSMH’yi artırırken çevre felaketlerini ortaya çıkarıyor. Öte yandan, doğanın ve insanın şeyleşmesinin önünü açıyor.
Hickel, bu anda yine hayati bir not düşerek herhangi bir büyüme sınırı bulunmayan kapitalizmin nasıl bir yıkım makinesi hâline geldiğini ortaya koyuyor: “Sorun büyüme değil, büyümecilik; yani insan ihtiyaçlarını gidermek ya da toplumsal hedeflere ulaşmak için değil, sermaye birikimi ve büyümek için büyümeye odaklanmak. Büyümeciliğin 1980’lerden bu yana gezegenimize verdiği zarar, çitleme ve sömürgecilik dönemlerini gölgede bırakacak ölçüde.”
“Verdiğinden daha fazlasını al” şiarı, kapitalist sistemin şiddet barındıran büyüme anlayışının bir yansıması. Hickel, ekolojik ve insani krize bunun neden olduğuna dikkat çekerken büyümenin gerekliliğinin âdeta “dini bir hüküm” gibi kabullenildiğini ve bu yüzden bir kısırdöngüye hapsedildiğimizi hatırlatıyor. Büyüme, rekabeti ve rekabet de mücadeleyi doğuruyor, böylece toplumsal dayanışma zayıflarken adaletsizlik ve güvencesizlik kaygısı artıyor, sonunda mutsuz ve yaşamı anlamlandırmaktan uzak bireyler günden güne fazlalaşıyor. Hickel’e göre insanın şeyleşme sürecini bu şekilde açıklamak mümkün ve bu, sınırsız büyümeye dayanan kapitalist sistemin doğurduğu bir maraz hâline gelmiş durumda. Yazarın deyişiyle bu noktada “imdat freni”ni çekmek, zengin ve ihtiyacından fazlasını tüketip ekolojik kriz yaratanlara odaklanarak bunu tersine çevirecek çözümler üretmek gerekiyor. Dolayısıyla küçülme esaslı, doğayı koruyup insanların yaşamını iyileştirecek post-kapitalist dünyanın kapılarını zorlamak şart. Bunun için de kapitalizmin kullanım değil, değişim değeri etrafında örgütlenen bir sistem olduğunu ve kâr biriktirmeyi her şeyin önüne yerleştirdiğini hatırlamak gerekiyor. Post-kapitalist dünya için atılması gereken adımları bir liste hâlinde sıralıyor yazar: “Planlı eskitmeyi bitirmek, reklamları azaltmak, sahiplikten kullanıcılığa geçmek, gıda israfına son vermek, ekolojik yıkıma neden olan sektörleri küçültmek, eşitsizliği azaltmak, kamusal varlıkları meta olmaktan çıkarmak ve müşterekleri çoğaltmak…”
Hickel, bu maddelerin insan ihtiyaçlarını karşılamaktan kaçınan, üretir görünürken kıtlık yaratan ve ekolojik yıkımın kapısını ardına kadar açan büyüme odaklı sistemi durdurmanın temel prensipleri olarak da okunabileceğini söyleyip küçülme ve kemer sıkma arasında bir bağlantı bulunmadığını açıklıyor: “Küçülmenin, kemer sıkmanın yeni bir versiyonu olduğuna yönelik eleştiriler var. Oysa gerçek bunun tam tersi. Kemer sıkma politikaları büyüme yaratmak için kıtlık çağrısı yapıyor. Küçülme ise büyümeyi gereksiz kılmak için bolluk çağrısı yapıyor. İklim yıkımını önleyeceksek yirmi birinci yüzyıl çevreciliğinin yeni bir talebi, radikal bir bolluk talebini dillendirmesi gerekiyor.”
Her şeyi paraya çevirmeye çalışan siyaset anlayışının bir çürüme ve ekolojik kriz yarattığını anımsatan Hickel, post-kapitalist bir düzen inşa edecek demokrasiyi genişletmekten, insan-doğa ayrımını tersine çevirecek bir bakış açısının yeniden ete kemiğe büründürülmesinden ve böylece zihinlerimizin sömürgelikten kurtarılmasının gerekliliğinden bahsediyor.
Bugün hâlâ Descartes’ı “retweetlemeyi” sürdürenlere karşı, vakti zamanında epey eleştirilen Spinoza’nın görüşlerinin, küçülme ve ekoloji temelli post-kapitalist düzen ve post-kapitalist etik için fikir verebileceğini, krizlerin kaynağı olan yarılmayı onarmak için nereden başlanabileceğine dair kapıları düşünürün fikirleriyle açabileceğimizi anımsatıyor yazar.