Postmodernizm: Çağımızın günah keçisi
Postmodernizm çok büyük ölçüde çağımızın günah keçisi hâline geldi: “Direniş” safındaki liberallerin, gericilerin, “Yeni Ateistlerin” ve “aklın” yeminli savunucularının “bête noir”ına dönüştü.
Richard Seymour*
Çeviri: İlker Kocael
Kültürel Marksizm’den eleştirel ırk teorisine kadar sağcıların kültür savaşı kapsamında saldırdıkları umacılar içinden sürpriz günah keçisi adaylarından biri de postmodernizm.
Aralık 2020’de, Kadın ve Eşitlik Bakanı Liz Truss, Focault’nun öncülük ettiği postmodernist felsefeden yakındı; çünkü bu felsefe toplumsal güç yapılarını ve etiketlerini bireylerin ve onların eylemlerinin önüne koyuyordu. Postmodernizmin kötücül etkisi, Truss’a göre, 1980’li yıllarda Leeds’in işçi sınıfı topluluklarına kadar uzanmış ve burada çocuklara okuma yazma eğitimi yerine ırkçılık ve cinsiyetçiliğe dair eğitimler verilmişti. Dolayısıyla da eğitim politikasının başarısızlığı -özellikle de yerel yönetimlerde- 20. yüzyıl Fransız filozofu Michel Foucault’nun hesabına yazılabilirdi.
Postmodernizm çok büyük ölçüde çağımızın günah keçisi hâline geldi: “Direniş” safındaki liberallerin, gericilerin, “Yeni Ateistlerin” ve “aklın” yeminli savunucularının “bête noir”ına dönüştü. Pomo’ya (postmodernizm) yönelik akıl dışı ve tutarsız korku, yani pomofobi, çok geniş bir siyasi yelpazede insanların zihninde yer etti. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Michiko Kakutani’ye göre, postmodernizm bilgi ve akla yönelik saldırılardan sorumlu ve dahası Donald Trump’ı Beyaz Saray’a taşıyan da bu saldırılar oldu.
Gazeteci Matthew D’Ancona, postmodern entelektüellerin her şeyi “toplumsal inşaya” dayandırarak zehirli bir göreciliği beslediğini, böylece de “fake news”e (Ç. N. sahte haber) elverişli bir ortam yarattığını iddia ediyor. YouTuber ve klinik psikolog Jordan Peterson, postmodernizmin Batı’yı alaşağı etme peşinde koşan eski Marksizmin gömlek değiştirmiş hâli olduğu fikrinde. Peterson’a göre, postmodernizm esas olarak tüm hakikatlerin göreli olduğunu iddia eder ve tüm hakikat iddiaları güç elde etme mücadelesinin birer aracıdır: Peter, bu yozlaştırılmış Nietzscheciliğe “Marksizmin hınç dolu patolojisi” adını verir.
Richard Dawkins gibi Yeni Ateistlere göre postmodernizm, akademik alanda kariyer peşindekilerin akla ve bilimsel metoda karşı yürüttüğü sinsi bir saldırıdır. Hatta bu dönemler bugün artık geride kalsa bile, Christopher Hitchens ve David Aaronovitch gibi “kaslı liberalizm” savunucuları, solun diktatörlere ve İslami köktencilere yönelik apaçık yumuşaklığını postmodern göreciliğe bağlamışlardı, 2003’te Irak’ın işgaline yönelik muhalefette bu durumun belirgin olduğunu iddia etmişlerdi. “Postmodernizm” 1990’ların başında kültürel bir trend olarak doruğa ulaşmışken, bugün çürümüş, sinsi ve toplumsal düzeni tehdit edici bir şeyleri simgeler hâle geldi.
Postmodernizmin ne olduğu sorusunu sormadan önce, onun ne olmadığını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Michel Foucault (1926-1984) postmodernizme “öncülük” etmedi. Kendisini postmodernist olarak bile tanımlamazdı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tedavüle girdiğinde “postmodern” temel olarak estetik bir kategoriydi ve modernizmin usule uygunluk hevesini geride bırakan edebi ve mimari biçimlere işaret ediyordu. “Postmodernite” ancak 1970’lerde toplumsal ve siyasi bir içerik edindi: Postmodern dünya fikri, sınıf çatışmalarını geride bırakmış, sağ ve sol ayrımını gittikçe aşan sanayi sonrası toplum anlayışına yaslanıyordu. “Toplumsal güç yapılarıyla” militanca bir mücadele içine girmeyi cesaretlendirmek şöyle dursun, erken dönem postmodernistler sol siyasete şüpheyle bakma eğilimindeydi.
Postmodern tarz zaman içinde militanlaştı da diyemeyiz. Bu kavramı kullanan ilk önemli eser Jean-François Lyotard’ın Postmodern Durum’uydu (1979). Bu kitabın temel meselesi, sanayi sonrası ekonomide moderniteye özgü “tarihin büyük anlatılarının” çöküşüydü. Lyotard bu durumdan gayet memnundu, çünkü bu anlatıların -özellikle de Marksizmin- totaliter karakterinden çekiniyordu. Lyotard’ın meta-anlatıların çöküşüne yönelik kavrayışı, 1968 başkaldırısı ve devamındaki sönümlenmenin şekillendirdiği birçok sol entelektüelde yankı buldu.
Devam eden dönemde postmodernizmi dönemin modasına uyarak ele alan eserlerde, Foucault ve Jacques Derrida’nın, bazen de psikanalist Jacques Lacan’ın eserleri sanki bu akımın öncülleriymiş gibi sunuldu. Çünkü bu eserlerde Aydınlanma’ya dair geleneksel fikirlere meydan okunuyordu. Özellikle de akılcılık ve bilimsel ilerleme kılıfının altında saklanan incelikli iktidar biçimlerine dikkat çekiliyor ve Avrupa “akılcılığının” hangi şekillerde sömürgeciliğin, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve sınıf ilişkilerinin izlerini taşıdığı vurgulanıyordu.
Ne var ki postmodernizm kategorisi neredeyse tamamen bir boş gösterene dönüşmüştü. Tespit edilip taşlanacak tek bir felsefi girişimi, siyasi gündemi ya da sosyolojik bakışı tarif etmiyordu. Olsa olsa zamanın ruhunu; sanayinin düşüşünden, bilgi ekonomilerinin yükselişinden, kitle tüketimciliğinden ve Marksizmin krizinden doğan düşünsel bir hassasiyeti tarif ettiği söylenebilirdi. Çoğulcu, şüpheci, her tür özcülük ve indirgemeciliğe karşı ve çoğu zaman da siyasi açıdan uysal bir hassasiyetti bu.
Bu durum özellikle de Paris’in sol yakasında böyleydi; burada Lyotard gibi “postmodern” entelektüeller Marksizm’in hızlı hasımları “Yeni Filozofların” etkisini taşıyor gibiydi. Yeni Filozoflar, sosyalist ve komünist partileri bir araya getiren “solda birlik” ittifakı aleyhinde seçim propagandası yürütüyordu, bu kampanya parlamento seçimlerinin gerçekleştiği 1978 yılında isterik bir noktaya ulaşmıştı. Nihayetinde ABD akademisine sızarken, postmodernizm herhangi bir militan eğilimden ziyade Richard Rorty gibi pragmatik sol liberallerle ilişkilendirildi.
Peki ya postmodernizmin “akla” yönelik saldırısı? Saldırı hangi siyasi taraftan gelirse gelsin, postmodernizmin esasında her şeyin göreli ve toplumsal inşadan ibaret olduğu iddiasında bulunduğunu düşünmeyen yoktu. Hatta bilimsel metot bile siyasi açıdan tarafsız değildi, ayrıca gerçeklik de dilde inşa edilmişti.
Postmodernizmin 1970’ler ve 80’lerde yan yana geldiği diğer iki entelektüel trende bakarsak aslında bu sonuca varmak çok da mantıksız değil. Bu trendlerden birincisi katı kültürelcilik: Bu akıma yaslanan birçok filozof ve sosyal bilimci -miras aldığımız bilim, deney ve hakikat kavramları da dahil olmak üzere- hayatın tüm alanlarında kültür ve dilin düzenleyici rolünü çok güçlü biçimde vurguladı. Trendlerden ikincisi ise bilimsel “realizm karşıtlığı”. Bilim felsefesinde realistler, bilimsel teorilerin eldeki verileri açıklayıcı özelliklerinin yanında, az çok hakikate yakınsadığını da iddia ederler. Bilimsel çalışmalar ilerledikçe, teoriler de aynı ölçüde hakikate yaklaşır.
ABD’li filozof Hilary Putnam gibi realizm karşıtları bu iddiayı tartışmalı bulur. Bu fikrin destekçilerinin iddiasına göre tüm bilimsel teoriler veri ile sınırlıdır, özellikle de gözlemlenmesi mümkün olmayan gen gibi nesnelerden bahsediyorsak. Dolayısıyla da bu teorilerin doğruluğunu varsaymak için iyi bir sebebimiz yoktur. Dahası realizm karşıtları, geçmiş bilimsel teorilerin sıklıkla yanlışlanması gerçeğinden kötümser bir çıkarıma varırlar ve güncel teorilerin de muhtemelen yanlış olduğunu söylerler. Özü itibariyle mantıksız bir görüş olmaktan uzak bu iddia genellikle ampirizme ve bilimsel pratiklerin tarihselci okumasına dayanır.
Tüm bunlar pek de heyecan verici olmayan akademik mevzular, dolayısıyla postmodernizme karşı kültürel bir savaş ilan etmek isteyen kişinin, bahsettiğim karmaşık fikirleri elden geçirip içine duyguları da katarak basitleştirmesi gerekir. Pomofobları en iyi anlatan olaylardan biri, onların 1996 yılında yaşanan ve “Sokal Vakası” olarak bilinen küçük bir skandalı alıp pireyi deve yapmalarıdır. Matematikçi ve fizikçi Alan Sokal, bilim insanı kimliğinden kaynaklanan otoritesini, yazdığı aldatmaca fikir yazısını “Social Text” isimli dergide yayımlamak için kullandı. Bu aldatmacanın varsayımı, Amerikan akademisinin dönemin modası olan postmodern görecilik ile zehirlendiğiydi. Öyle ki bu dergiler ne kadar saçma olursa olsun “gerçekliğe” ve “bilimsel metoda” şüpheyle yaklaşan herhangi bir yazıyı basabilirlerdi.
Kandırmaca ortaya çıktığından beri, kendince akılcılığı savunan kişiler bu vaka dolayısıyla eğlenmeye son vermediler. Ancak kandırmacanın pek de bir anlamı yoktu. “Social Text”, “postmodernist” bir yayın değildi. Editörlerin hatası makalenin pomo kandırmacasına düşmeleri değildi, zaten görünüşe göre Sokal’dan ilettiği materyalin birçok bölümünü çıkarmasını talep etmişlerdi, ancak Sokal bu talepleri reddetmişti. Hataları, yeterliliğini kanıtlamış bir uzmanın alanını iyi bildiğine ve onlarla dürüst bir biçimde ilişki kurduğuna inanma istekleriydi. En kötü senaryo gerçek olsaydı bile bu bize postmodernizm ile ilgili hiçbir şey söylemezdi. Küçük bir dergide yayımlanan berbat bir makale hiçbir şeyi kanıtlamaz. Eğer bu bilimsel bir deney olsaydı, bir sonuca varmaktan bahsedemezdik.
Neşeli cahilliğe ve entelektüalizm karşıtı pomofobik tepkiye yol açan, güya kralın çıplaklığına işaret eden işte bu skandal. Sokal Kandırmacası bilgi dağarcığımızda bir ilerleme sağlamadığı gibi, Sokal’ın Belçikalı fizikçi Jean Bricmont ile birlikte yazdığı Son Moda Saçmalar (1997) kitabının temelini oluşturdu. Bu kitapta yazarlar, postmodern entelektüellerin sahtekârlık olarak tanımladıkları çalışmalarına saldırdılar. Kitabın, anlaşılması zor metinlerle dalga geçen kaba saba insanların yaptığından pek de bir farkı yok. Luce Irigaray’in feminist bilim okumasını ve Jacques Lacan’ın psikanalitik metodunu sunarken “matheme” kavramını öne sürmesini entelektüel kendini beğenmişliğin örnekleri olarak sunan kitap, onları anlamak için herhangi bir çaba göstermiyor.
Buna karşılık, Sokal ve Bricmont en azından karşıtlarının görüşlerine bir şekilde mesai ayırırken, birçok eleştirmen bunu yapma ihtiyacını bile hissetmiyor. Kakutani, Peterson ya da Truss bilgiçlik taslayarak “postmodern” kelimesini kullanmayı yeterli sayıyorlar, bunu da insanlara ne hakkında konuştuklarını bildiklerine dair bir imaj vermek için yapıyorlar. Yakın zamanda birkaç kültür savaşı yanlısı sağcı, karanlıkta kalan referansları aynı şekilde kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmeye giriştiler. Örneğin muhafazakâr belgeselci Christopher Rufo geçtiğimiz yılın Eylül ayında Fox Haberler’e çıkarak “eleştirel ırk teorisinin” sebep olduğu tehlikelere dair içeriden bilgiye sahip olduğunu iddia etti. Onun bu çıkışı, izleyici kitlesinin skandal iştahı dolayısıyla yankı buldu. Bunu “disinfotainment” (eğlenceli biçimde sahte bilgi aktarma) diye de adlandırabiliriz. Bunun genel etkisi ise düşünceyi uyuşturmak ve şeylerin zaten bariz olduğunu iddia ederek merakı boğmaktır. Sokal’ı takip eden matematikçi Gabriel Stolzenberg’in de dediği gibi: “Bazen bariz olan hakikatin düşmanıdır.”
Hepsinden daha da endişe verici olan şey; günümüzde pomo’ya yönelik eleştirilerin nihayetinde sarsıcı faaliyetlerin karşısına dikilmesi. Eleştirel ırk teorisine yönelik saldırının ortaya koyduğu gibi, teşhis ettiği toplumsal sorunlar dolayısıyla eleştirel teoriyi suçlamakta elçiye zeval getiren bir şeyler var. Jean Baudrillard gibi postmodern entelektüeller “gerçeklik ilkesinin” çöküşünü “sosyalleşmenin medyanın mesajlarına maruz kalma ile ölçülmesi” ile tarif ederken, D’Ancona gibi pomofoblar bu kişileri süreci hızlandırmakla suçladılar.
Postmodernizmi ister hakikate yönelik gerici bir saldırı olarak, ister Batı’nın yapısökümüne kalkışan neo-Marksist bir girişim olarak ele alsınlar (Avusturalyalı sağcı haber sunucusu Chris Uhlmann tam da bundan şikâyet etmişti), ona yönelik kültür savaşı Engizisyon ruhu ile yürütülüyor. Bunun ardındaki mantıksa şöyle: Bu solcu entelektüeller her zaman şikâyet ediyorlar, eleştiriyorlar, insanları bölüyorlar ve özgüvenimize zarar veriyorlar. Sürekli moralimizi bozuyorlar. Siyasi güven, geleneksel cinsiyet normları, bilimsel konsensüs, tarihsel öz imge ve modern devletlerin kendine güveni gibi meselelerde yaşanan krizler işte bu postmodernistlerin, eleştirel ırk teorisyenlerinin ve “kültürel Marksistlerin” suçu. Ah şunların ağzını torba gibi bir büzebilseydik!