Pragmatizm bunun neresinde?
Mourinho’nun “pragmatik futbolunun” gerçekte ne kadar pragmatik olduğu sorgulanmalı. Evet, ortada gayet sıkıcı bir futbol var, ama bunun ne uğruna olduğu belli değil. Şayet Fenerbahçe bu ziyadesiyle iç karartıcı futboldan sonuç anlamında bir yarar sağlayamıyorsa, o hâlde pragmatizm bunun neresinde kalıyor?
Futbol birçok şekilde oynanabilir, ama temelde iki farklı tutuma dayanır: Rakibi hataya zorlamak ya da rakibin hatasını beklemek. Proaktif ve reaktif futbol olarak tanımlanabilecek bu iki tutumun en büyük belirleyeni ise topla olan ilişkinizdir. Eğer topa sahip olmayı amaçlıyorsanız, proaktif bir futbolun peşindesinizdir. Fakat topun daha çok rakipte olması sizi rahatsız etmiyorsa, o hâlde reaktif bir tutumun içindesinizdir.
Futbol yazarı Jonathan Wilson ise beş yıl önce yazdığı bir makalede, durumun bundan daha karmaşık olabileceğini belirtmişti. Louis van Gaal’in Manchester United’daki topa hükmeden, buna karşın bir hayli durağan ve sıkıcı olan futbolunun proaktifliğini sorguladığı yazısında şöyle diyordu Wilson: “Jürgen Klopp’un Borussia Dortmund’u kontratak yapmanın ne kadar heyecan verici olduğunu kanıtlarken, İspanyol futbolunun fütursuzca topa sahip olma idealinin de aslında ne kadar yorucu bir şey olduğunu ortaya koymuştu. Tam da bu noktada proaktif/reaktif ve topla oynama/topsuz oyun ilişkisinin yıkılmaya başladığını görüyoruz.”
Wilson’ın bu formülüne göre her şeyi karmaşıklaştıran şey ise pres kavramı. Öyle ki, bir takım iki farklı şekilde kontratak futbolu oynayabilir: Geriye yaslanıp rakibin kendi üzerine gelmesini bekleyebilir ya da ileride basarak kazandığı toplarla rakip savunmayı hazırlıksız yakalamayı amaçlayabilir. Yani Wilson’a göre kontratak futbolu reaktif de proaktif de olabilir. Aynı şekilde tıpkı Van Gaal’in takımları gibi riskten olabildiğince kaçınıp, rakibi hataya zorlamadan, yani reaktif bir şekilde topa sahip olmak da mümkündür.
“Dikine bir oyun oynamak neden proaktif futbol olmasın ki?” diyen İtalyan teknik direktör Massimiliano Allegri de bu konuda Wilson ile hemfikir. Buna karşın Allegri’nin Juventus’un başında olduğu dönemde onun en büyük muhalifi olan ve oynattığı kontratak futbolunun Juventus’a yakışmadığını söyleyen Arrigo Sacchi ise buna kıyasıya itiraz eder. 80’lerin sonu ve 90’ların başındaki efsanevî Milan’ın yaratıcısı Sacchi’ye göre konu çok daha basittir. Tartışmanın içine “büyük takım” kavramını sokar Sacchi ve şöyle der: “Tüm büyük takımların tarih boyunca, çağa ve taktiklere bakılmaksızın ortak bir yönü vardır: Hem sahaya hem de topa hükmetmek.”
AKINTIYA KARŞI
Fenerbahçe ise bu sezon bu tarihsel gerçeğin dışına çıkarak başarılı olmanın peşinde. Bunun için de çok güçlü bir nedene, bir fenomene sahip; Jose Mourinho. Ama her geçen gün, o fenomenin artık o kadar da güçlü olmadığının farkına varıyor sarı-lacivertliler. Dün akşam kendileri adına bir kötü aydınlanma daha geçirdikleri maçlardan birini daha oynadılar.
Futbol istatistik şirketi Opta’nın paylaştığı veriye göre; Fenerbahçe, Süper Lig’de 2014-15’ten bu yana en düşük topla oynama yüzdesinde kaldığı sezonu yaşıyor. (%49.9). Yine Opta’nın Türkiye şefi Barış Gerçeker’in paylaştığı bir başka veriye göre, sarı-lacivertliler bu sezon Süper Lig’de oynadığı 8 maçın 3’ünde, hücum bölgesinde rakibinden daha az isabetli pas yaptı: Kasımpaşa, Antalyaspor ve dün akşamki Samsunspor maçı.
Elbette söz konusu bir Mourinho takımı olunca, bu verilerde şaşırılacak bir şey yok. Tam tersi, olması gerekenin olduğu söylenebilir.
Güzel futbol ile sonuç futbolu arasındaki gerilim, sadece spor açısından değil, yaşamsal olarak da çok temel bir ikiliğe dayanır: Kazanmak mı, güzel oynamak mı? Bu gerilimin her zaman sonuç tarafında yer alan biri olarak Mourinho’nun kimseye güzel bir futbol vadetmediği aşikârdı. Ama sorun şu ki, Mourinho takımlarının ortaya koyduğu futbol, artık sonuç anlamında da pek bir şey vadetmiyor.
NE UĞRUNA?
Elbette her takım göze hoş gelen, eğlenceli bir futbol oynamak zorunda değil. Her takım topa sahip olmak, çok sayıda pas yapmak ve bu şekilde rakibine üstünlük kurmak zorunda değil. Sonuca yönelik, fazla risk almayan, iyi savunma yapan ve hücuma hızlı çıkarak bulduğu şansları iyi değerlendiren bir takımla da başarıya ulaşmak mümkün. Ama o zaman da savunmada rakibe şans vermemeniz ve hücumda bulduğunuz az sayıdaki pozisyonu gole çevirip maçları kazanmayı bilmeniz lâzım. Mourinho’nun Fenerbahçe’sinin böyle bir gerçekliği de yok.
Hem hücumda üretken değiller hem de savunmada güvenli görünmüyorlar. Özellikle öne geçtikten sonra tamamen reaktif bir yapıya geçip buna rağmen kalelerini güvende tutamıyorlar. Ağustos ayındaki Göztepe ve dün akşamki Samsunspor maçlarında olduğu gibi.
Dolayısıyla Mourinho’nun “pragmatik futbolunun” gerçekte ne kadar pragmatik olduğu sorgulanmalı. Evet, ortada gayet sıkıcı bir futbol var, ama bunun ne uğruna olduğu belli değil. Şayet Fenerbahçe bu ziyadesiyle iç karartıcı futboldan sonuç anlamında bir yarar sağlayamıyorsa, o hâlde pragmatizm bunun neresinde kalıyor?
Mourinho’nun bu şekilde belki eleme usulüyle oynanan turnuvalarda hâlâ bir şeyler kazanma şansı olabilir; Roma’nın iki yıl önce Konferans Ligi’ni kazanması gibi. Ama açık söylemek gerekirse, bu kadar kıpırtısız ve yavan bir futbolun uzun lig maratonunda şampiyonluğa ulaşması imkânsız. Kazandığı son lig şampiyonluğunun üzerinden 10 yılın geçmesi de bu anlamda tesadüf olmamalı.