Prizren: Arnavutuz ama Müslümanız, yani Türküz
Egzotik bir 'köken bulma' macerası da, artık pek orijinal bir hareket sayılmazdı zaten. Anneannemin memleketi orasıydı, işte o kadar. Fakat Arnavutluk'a kadar gelmişken, fırsat bu fırsat, Prizren'i görmenin tam zamanıydı.
PRİZREN - Her göçmen ailede olduğu gibi, anneannemin fotoğraf albümünde de Yugoslavya'da damgalanmış bir sürü kartpostal vardı. Yine pek çok Balkan göçmeni gibi, İkinci Dünya Savaşı arifesinde Türkiye'ye göç etmişler. Bunlardan bir tanesi, bugün Kosova sınırları içerisindeki memleketi Prizren'i yukarıdan gören bir kartpostaldı: Ortasında bir nehir, üzerinde de pek çok diğer Balkan kentinde olduğu gibi bir köprü ve bir de camii. Arkasında ise Arnavutçayla Türkçenin -hatta bazen alfabelerin de- birbirine karıştığı, hal hatır soran sözler...
Yıllar geçmiş, ilişkiler kopmuş. Bilmem kaçıncı kuşak olarak da benim merakım, fotoğrafların ya da kartpostalların arkalarını okumanın ötesine hiç geçmedi. Egzotik bir 'köken bulma' macerası da, artık pek orijinal bir hareket sayılmazdı zaten. Anneannemin memleketi orasıydı, işte o kadar. Fakat Arnavutluk'a kadar gelmişken, fırsat bu fırsat, Prizren'i görmenin tam zamanıydı.
Tiran'dan Kosova'ya doğru uzanan yol, dağlara gelinceye kadar size sürekli benzer bir manzarayı gösteriyor. Fakat sonra otobüs, koskoca sıradağların böğrüne bir anda dalıyor ve ürkütürken kendine hayran bırakan vadilerden ilerliyor. Nehirler, yamaçlar, akarsular, ormanlarla dolu bir yol... Ve sonra her yerden görülen meşhur Şar Dağları beliriyor hemen yanıbaşınızda. Derken pasaport kontrol noktası geliyor ki bu sınır, oldukça farklı bir uygulamaya sahip: Çıktığımız ülke, yani Arnavutluk herhangi bir kontrol yapmıyor, sadece Kosova polisleri pasaportunuza göz gezdiriyor. Sonra da herhangi bir damga basılmaksızın yola devam ediyorsunuz. Dönerken de aynı işlem, tam tersi şekilde devam ediyor. Fakan sınır kapısında bir de terk edilmiş gümrük bulunuyor. Yani teknik olarak kendinizi Arnavut milliyetçilerinin çizdiği 'Büyük Arnavutluk' sınırlarında hissetmemeniz için hiçbir engel yok...
Sırtınızı Şar Dağı'na verip Kosova'ya girdikten kısa bir süre sonra sizi Prizren karşılıyor. Bu kent 1960'lardan kalma kartpostalın yansıttığı pastoral havanın aksine, artık neredeyse 200 bin nüfusu ile Kosova'nın ikinci en büyük şehri. Nüfusu 2 milyon bile olmayan bir ülke için fena bir rakam değil. Çarşısıyla, camisiyle, kilisesiyle, köprüsüyle, kafeleriyle, barlarıyla canlı bir kent merkezi burası. Eh, bir de her köşe başına dikilmiş kalaşnikovlu UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) savaşçılarının heykelleri var tabii. Kosova bayrağından çok Arnavutluk bayrağının olduğu bu kentte hemen dikkat çeken bir diğer şey ise etraftaki NATO askerlerinin fazlalığı. Türkiye, Polonya ve ABD askerleri, bellerinde silahlarla nehir kenarındaki kafelerde zaman geçiriyor. Prizren'in sembolü, Taşköprü'nün hemen karşısında ise sanki belediye binasıymış gibi merkezi bir noktada bulunan Türkiye elçiliği var. Başta tüm bunlar dikkat çekiyor. Fakat en dikkat çekici nokta ise dil...
Kosova'da Türkçe konuşanlar olduğu bilinen bir gerçek. Ama yine de, yeni adım attığınız böylesi bir ülkede insanlarla hangi dilde konuşmak gerektiğini kestirmek zor. 'Kim bilir, belki karşınızdaki kişi zerre Türkçe konuşmuyor olabilir ve siz sanki ülkenizin arkabahçesindeymiş gibi sağda solda kendi anadilinizle konuşursanız kaba karşılanabilir' diye düşünüyoruz. En azından birisi aynı şeyi bana yapsa, pek hoşuma gitmez. O yüzden önce sohbetlere İngilizce başladım. Fakat nereden geldiğimi söyleyince, iki kere arka arkaya “Te kardaş niçın konuşmaysın o zaman Türkçe” tepkisi aldım. Kentte, böylesi sohbetlerle geçen ilk dakikaların ardından insanların konuştukları dile dikkat kesildim. Sahiden, etrafta pek çok kişi Türkçe konuşuyordu. Tabii bu 'Türkçe'nin ağır bir aksanla ve sık sık Arnavutça'ya başvurarak konuşulduğunu söylemekte fayda var. Yan masalardaki sohbetlere ister istemez kulak kabarttığınızda Türkçe başlayan bir cümlenin Arnavutça fiil çekimiyle sonlandığı, hatta araya yer yer Sırp-Hırvatça kelimelerin de sıkıştırıldığı dikkat çekiyor.
Bu sefer su almak için bakkala girince sohbeti Türkçe başlatıyoruz. Aksanımızdan Türkiyeli olduğumuzu kolayca anlayan yaşlı bakkal, sohbeti memleket karşılaştırması üzerinden devam ettiriyor ve aldığım suların Türkiye'de mi, yoksa Prizren'de mi daha ucuz olduğunu soruyor. Kosova'nın da para birimi olan elimdeki euro'ları gösterip gülerek TL'nin değer kaybettiğini söylüyorum. Dükkanında yandaş bir kanal izleyen amca 'hayır' anlamında başını sallıyor: “Boşveresın şimdı, bulaylar gazları mazları...” diyor.
Sırt çantalarında küçük Türkiye bayrakları olan çocukların koşturduğu bir sokakta kasap dükkanına giriyorum. Arkamdan içeriye bir baba ve oğul giriyor. Ağır ama büyük büyük adımlar atan babanın üzerinde Tayyip Erdoğan'ın kullanımıyla beraber yaygınlaşan ve 'kazandıran ceket' olarak bilinen o meşhur kareli ceketlerden var. Arkasındaysa elindeki tesbihi sallayan bıyıkları yeni terlemiş oğlu, pek dost canlısı olmayan bakışlarla etrafı süzüyor. (Tesbih de öyle küçük, elde sallanan kabadayı tesbihlerinden değil, her anneanne-dede evinde olan o uzun tesbihlerden.) Adam kasapla oldukça üstten bir tonda, etraftaki tadımlık yiyecekleri yiye yiye konuşuyor. Sanki kasap kendisi de dükkanına geldiği kişi çırağı gibi... Yok efendim o etler öyle tuzlanmazmış, işin aslını kendi ailesi bilirmiş... Bir şekilde Türkiye'den geldiğimi duyunca adamın ilgisini çekiyorum. Nereli olduğum, Prizren'e neden geldiğim gibi soruları yanıtladıktan sonra kendisinin Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğreniyorum. Kasaba tekrar dönüp 'Fazla para almayasın ha, bize sattığın paradan satasın' diyor ve gülüyor. Şakayı beğenmeyen kasapsa soğuk bir bakışla 'olur mu öyle şey' diyor. Sohbetin sonunda, 'Prizren'deki insanlardan zarar gelmeyeceği, dolayısıyla koronaya karşı maske takmamam gerektiğini' öğreniyorum!
Daha sonra kısa bir araştırmayla Kosova'da Prizren'in resmi dil konusunda ayrı statüsü olduğunu, buradaki resmi dillerden birinin de Türkçe olduğunu görüyoruz. Kosova'da kendine 'Türk' diyenler var ve bu grubun kendi partisi de mecliste temsil ediliyor. Fakat Türklerin ülke nüfusuna göre yüzdesi oldukça düşük (2011 verilerine göre, ülkenin sadece %1.1'i, Prizren'in ise %5'i Türk. Türklerin asıl yaşadığı yer, %93 ile Mamuşa). Prizren'deki ezici çoğunluk da Arnavut, Türk değil. Hatta bu kent 19. yüzyıl sonlarında 'Arnavut Ligi'nin' kurulmasıyla, Osmanlı Devletindeki Arnavut milliyetçiliğinin de merkezi haline gelmiş. Öte yandan zamanında Rumeli Beylerbeyliği'ne ev sahipliği yapması da kentteki Osmanlı etkisini güçlendirmiş. Dolayısıyla ortada karışık bir kimlik havuzu var. Fakat kesin olan şey, insanların büyük bir çoğunun Türkçe konuştuğu, dolayısıyla da Türkiye'nin bu kentte önemli bir güç olduğu.
Her şey biraz Truman Show'u andırıyor: 'Sanki bütün kent, orayı ziyaret eden benim için yapılmış' havası var... Tamam, Türkçe de en nihayetinde her dil gibi bir dil, başka konuşanları da var ama burada kimi insanlar da sizi şaşırtabiliyor: 'Badem bıyıklı' bürokratlar, Türk NATO askerleriyle kent merkezinde turluyor, Türkiye elçiliğinin önünde hep kravatlı bir kalabalık, anadilde eğitime 'hassasiyete' önem veren Türkiye'nin buradaki Türkçe'yi eğitimde desteklemesi... Daha da şaşırtıcı nokta ise Türkiye elçiliğinin yanındaki duvarda yazan kocaman 'Communism Revival' duvar yazısı ve her gün o yazıya bakarak nehir kenarında çay/kayve içen NATO askerleri. Google Maps'te sokak görünümü için başından tutup istediğiniz yere bıraktığınız sarı insancık gibi sizi de nerede olduğunuzu bilmeden bu kente atıp bıraksalar, bulunduğunuz yeri tanımanız zaman alacaktır.
Tüm bunlar, kafeleri, barları, insanlarıyla, sokaklarıyla Prizren'in sımsıcak bir kent olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Buradan ayrılırken akılda kalan en büyük soru işaretiyse ulusal 'kimlik' bilinci oluyor. İlkokulda her çocuk gibi aileme 'nereli' ve 'kim' olduğumuz sorularını yöneltirdim. Küçükken en çok zaman geçirdiğim anneannemin evinde zaten "Arnavut", "Türk" ve "Müslüman" tanımlamaları havada uçuşuyordu. İşler kafamda birbirine girince anneanneme de nereli olduğumuzu sormuştum. Soruyu 'teesüf ederim' bakışıyla şöyle yanıtlamıştı: “Arnavutuz, ama Müslümanız, yani Türküz.” O nasıl yanıt öyle? Hiçbir fikrim yokken bile daha berraktı sanki bu kavramlar kafamda! Prizren de size ilk bakışta anneannemin yanıtı gibi görünüyor. Fakat görünen kimliklerin altında çok daha karışık, çözmesi de bir o kadar keyifli bir sürü düğüm var...