YAZARLAR

 Prof. Ayşe Buğra, Boğaziçi ve Kırıkkale’deki tünel

Bugünkü canavar, Ayşe hocanın uzun yıllar önce tartıştığı bir “büyük dönüşümün” içinde peydah oldu, beslendi, semirdi ve fırsatı bulduğu anda ilkel duygularının suretinde bir toplum için harekete geçti. Lakin tüm kontrolden çıkmış haliyle bile gücü hâlâ üzerinde tepindiği dönüşümün imkanlarından geliyor. Çoğumuz yakıştıramasak da…

2001 krizinin sembol olayı Anayasa kitapçığının fırlatılmasından iki ay sonra, bugün arzu etmediği biçimde Boğaziçi meselesinin sembolü haline gelen Prof. Ayşe Buğra, şöyle diyordu: “Geniş halk kitlelerinin kriz karşısındaki sükûnetinde insanın içini parçalayan bir şey var. Çünkü bu kriz, onları tarihimizin hiçbir döneminde hiçbir krizin etkilemediği kadar etkileyecek.” Boğaziçili öğrencilerin kısa sürede farklı kesimlerin duydukları endişelerin toplam bir temsiline dönüşmesini tartışmamızı sağlayacak bir analizin, giriş cümleleriydi bunlar. 20 yıl önce, henüz AKP yokken yazılmıştı.

Boğaziçili öğrencilerin hazırladıkları videolara rastlamışsınızdır mutlaka. Sınavda derece yapmış öğrenciler, kaygılarını sarih bir dille anlatıyorlar. Boğaziçililere destek verenlerin zeki ve çalışkan öğrenci kuşağına yaptıkları vurgu haklı olarak ön planda. Zira ülkede nispeten iyi eğitim ve iş imkanına hâlâ sahip olma şansı bulunanlar böyle durumlara düşüyorsa eğer, geri kalana neler olmaz kim bilir?

Boğaz’ın yeşil sırtlarından, Anadolu’nun bozkırlarına uzanalım şimdi...

***

İç Anadolu’yu boydan boya kesen Ankara-Sivas Hızlı Tren Hattı inşaatı 12 yıldır sürüyor. İhalesi 2008’de yapıldı ve ilk etabı Cengiz-Limak-Kolin aldı. Esmebaşı Tünel’i, sonuncusu geçen yıl olmak üzere 8 kez çöktü. Bugüne kadar açılan ihale sayısı 17’yi buldu. İnşaatçıların bereketli tarlası burası. Mesela; yine iktidara yakın Özkar, Özaltın, YDA İnşaat ile YSE Yapı da “ekmek” yiyenlerden. Hani Osmanlı’nın iktisadi ve siyasi değişimi demiryolları üzerinden okunur ya, Ankara-Sivas hattı da AKP döneminin haritası gibidir.

İşte bu hattın Kırıkkale kısmında inşa edilen tünel şantiyesinde 06.00-19.00 vardiyasına, “üniversiteliler vardiyası” deniliyor. Ortaokul mezunu ustabaşı takmış ismi. Çalışanlar gazetecilik, arkeoloji, iç mimar, paramedik bölümlerinden mezun çünkü. Çift diplomalı olanlar da bulunuyor. Bazıları tarım işçiliği yapmış fakat, daha “istikrarlı” iş istemişler. İstikrar lafın gelişi tabii. Güvenlik soruşturması, başvuran sayısının fazlalığı derken 6 ay kadar beklemişler. Araya torpil koyanlar var. Haber, ocak ayında Bianet’te yayınlandı. Yazan da orada çalışan gazetecilik mezunu öğrenci. 

Boğaziçi ile Kırıkkale’deki tünele uzanan geniş bir “endişeli coğrafya” duruyor karşımızda. Boğaziçililerin sözlerinde öne çıkan “gelecek kaygısı” bu bakımdan eşitleyici ve güçlü bir ifade. Kampüsten çıktıkları anda başkalarının derdinin temsilcisine dönüşmeleri biraz da bundan.

Dolayısıyla bir arkeoloğu Cengiz’e yem eden süreci sadece entelektüel düşmanlığıyla veya kültürel iktidar olamamanın hırsıyla, önüne geleni çiğneyip tüküren bir canavarın pratiğiyle açıklamak yeterli olmuyor. Ortada Anadolu’nun okumuşlarını zincire vurup şantiyeye sürmek gibi sinsi bir plan yoksa, bu büyük enkazın nedenleri de müsebbipleri de çok daha fazlası olması lazım.

Prof. Ayşe Buğra’nın birikiminin kıymeti buradan geliyor zaten. Kültürel fenomenlerin, ideolojik örüntülerin peşine, ekonomi politiğin meşakkatli patikalarında düşer. Onu, “indir faiz-kaldır faiz”ci iktisatçılardan ayıran görkemli duvar budur.

Bugünkü canavar da Ayşe hocanın uzun yıllar önce tartıştığı bir “büyük dönüşümün” içinde peydah oldu, beslendi, semirdi ve fırsatı bulduğu anda ilkel duygularının suretinde bir toplum için harekete geçti. Lakin tüm kontrolden çıkmış haliyle bile gücü hâlâ üzerinde tepindiği dönüşümün imkanlarından geliyor. Çoğumuz yakıştıramasak da…

***

“Devlet ve İşadamları” kitabında Prof. Buğra, Türkiye burjuvazisinin parlak unsurlarından birisi olan Eczacıbaşı Holding’i anlatırken, kurucusu Nejat Eczacıbaşı’nın kültürel kimliğine dikkat çeker. 1960’larda öncülüğünü yaptığı Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferansı Heyeti, burjuvazinin kültürel ve ideolojik hegemonyasının ilk organize pratiğidir. “Heyet, Türkiye’de giderek önem kazanmakta olan sosyalist fikirlere karşı geliştirilmiş bir tepkiydi. Bu proje, kaba anti-komünizme kaçmadan, özel girişimcilik felsefesinin gelişmesine katkıda bulunacak entelektüel bir ortamın hazırlanmasını hedefliyordu” der Buğra. Sonrasında İstanbul Festivali gibi önemli bir kültürel faaliyetin temeli atılacaktır.

Fakat çok sonra, 90’lı yıllara gelindiğinde, Levent’teki fabrika arazisi borsada yoğun spekülasyon konusu oldu Eczacıbaşı’nın. Defalarca hayali olarak alınıp satılan arsa, her seferinde hisseleri tavana sıçrattı. Nihayetinde arsaya 2006’da, AKP’nin “inşaat çağı”nın ilk büyük eserlerinden Kanyon AVM dikildi. Bir yıl sonra, 1952’de kurduğu ilaç bölümünü, Çek şirketi Zentiva’ya sattı. Zentiva da Fransız ilaç tekeli Sanofi tarafından yutuldu. Covid-19 salgınında geçen yıl Sağlık Bakanlığı hidroksiklorokin içeren ilaçların neredeyse tamamını, Sanofi’nin fabrikasından temin etti. İlaçla beraber kimyayı da satan Eczacıbaşı ne yapıyor bugün? Zekeriyaköy’de ormanın içine villa konduruyor, Kartal ve Ayazma’da kentsel dönüşüm projeleri yürütüyor.

İster kültürel hegemonyadan girin, ister ekonomik dönüşümden, ister burjuvazinin devletle ilişkisinden. Nihayetinde iktidar, havada asılı durmuyor.

AKP’nin her yere üniversite açma hevesinin ekonomik ve kültürel veçheleri bulunuyordu kuşkusuz. Böylece binlerce öğrencinin “tüketim kapasitesini” esnafın hizmetine sunarken, işsizliği de bir süre “eğitim buzluğuna” kaldırmış oluyordu. Aynı dönemde TÜSİAD’ın, TOBB’un “eğitimli işgücü” üzerine raporlarını unutmayalım. Henüz 2010’larda Çin’le iş gücü rekabetine girme hevesine kapılmış sermaye, hepsini CEO yapamayacağına göre, o kadar genci nerede çalıştıracaktı? Harç kamyonu ve taşeronla iş yapmaya odaklanmış; iş yasalarının olabildiğince esnemesini, güvencesizleştirilmesini isteyenler, aslında nasıl bir iş gücü talep eder? “35 bin çalışanımız evden iş yapacak” sözünün rahatça söylenmesini sağlayan siyasal-toplumsal iklim şarttır.

Güvencesizlik beyaz yakanın da beyazına gelmişse, yıkımın Boğaziçi’nin kapısına dayanması kaçınılmaz oluyor.

***

Yazının girişindeki makalede Buğra şöyle diyor: “Vatandaşlık hakları hiçbir gelişmiş Batı ülkesinde çalışan kesimin aktif katkısı olmaksızın elde edilmedi. Ama elde edilişleri, her yerde, sınıfsal çıkarların ötesinde, toplumun bütünlüğünü korumak kaygısıyla hareket eden farklı kesimlerin ittifakıyla sağlandı.”

Türkiye kapitalizmindeki dönüşüm ve sonuçlarının neler olabileceği, yaklaşan tehlikeye karşı neler yapılabileceği, AKP yokken tartışılmaya başlandı esasında. Kimisi haklı çıktı, kimisi yanıldı ancak mesele kahinlik değil, endişeydi. Endişeyi bir ruh sıkıntısından çıkaran şey de ekonomi politiktir. Gündelik dalgalanmaların, pragmatik manevraların, retoriğin ötesini görme mahareti.

2001’in Mayıs ayında yazılmış şu endişeli cümleleri baştan sona tartışabiliriz fakat, kişisel bedelle sonuçlanan isabetliliğini not etmek gerekir:

“… eğer ‘Amerika’nın halimizden daha iyi anladığını’ düşünen kesimler veya hâlâ efsanevi Cumhuriyet tarihimizdeki bozulmamış devletçi ve milliyetçi halimize benzemeye devam edebileceğimize inananlar Avrupa projesini sabote etmeyi başarırlarsa, bir süre daha iktisat biliminin uluslararası uygulayıcılarının dönem dönem değişen ‘başka türlüsü olmaz’ politikalarına marûz bırakıldıktan sonra, Üçüncü Dünya faşizmlerinden birine yerleşmemiz kaçınılmaz olabilir.”


KİŞİSEL NOT:

Okuduğum kitapları ve onunla yaptığım röportajlar sayesinde ekonomi gazeteciliğinde, devlet-şirket ilişkilerine yoğunlaşmama dolaylı yoldan büyük katkı sağladı, Ayşe hoca. Bu kişisel minnettarlık bir yana, siyaseti asli aktörler üzerinde okumaya çalışmanın önemini hâlâ görüyoruz.