Prof. Dr. Ferhat Kentel: Vatan millet meselelerinden çevre sorunlarını konuşamıyoruz
İnsanların çevre sorunlarını 'bir arada' yaşadıklarını ifade eden Ferhat Kentel, “İçtikleri suyun ortak olduğunu hissettikleri zaman bir arada yaşamanın ortak paydasını buluyorlar” dedi.
İZMİR - Geçtiğimiz haftalarda, Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV), KONDA ve SAM iş birliği ile “Türkiye’de Bir Arada Yaşarız” adlı araştırmasını kamuoyu ile paylaştı.
BAYETAV, toplumsal, siyasal, ekonomik alanlarda ve ekosistemde süregiden sorunlar, farklılıklar ile yoksunluklardan kaynaklanan eşitsizlik, adaletsizlik ve ayrımcılıkları dert edinen, bunların yol açtığı ayrışmalar, kutuplaşmalar üzerine düşünmeye ve çözüm üretmeye davet eden bir vakıf. BAYETAV, “Birlikte yaşama” imkanlarını yaratıp, çoğaltacak transdisipliner bir yaklaşım çerçevesinde eğitim ve araştırma kurumları kurulabileceği, bilgi, sanat ve politika üretilebileceği anlayışıyla hareket ederken, içinde yaşadığımız dünyaya dair benzer tahayyülü ve hedefleri paylaşanlarla, işbirliği içinde adımlar atıyor.
Vakıf ilk çalışmasını, 2020 Ekim ayında kurulduktan kısa bir süre sonra “bir arada yaşama” potansiyelini anlamak üzere tasarladı. Bu araştırma projesi, toplumda önyargı ve gerilim üreten, bir arada yaşamayı zorlaştıran atmosferin sebeplerini anlamayı ama aynı zamanda söz konusu atmosferi aşmak için toplumun sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarmak iddiası taşıyor.
Tüm farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşamamızın mümkün olduğunu söyleyen BAYETAV Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ferhat Kentel ile araştırma sonuçlarını konuştuk.
'KUTUPLAŞMADAN BESLENENLER İÇİN BU ARAŞTIRMA REFERANS DEĞİL'
Sahada gerçekleştirdiğiniz bu araştırmayla 1600 sayfayı aşkın büyük bir veri kaynağı oluşturdunuz. Öncelikle uygulanan yöntemlerin mantığını nasıl kurduğunuzu anlatır mısınız?
Sosyal bilimlerde kullanılan araştırma yöntemlerinin her birinin farklı avantajları ve dezavantajları var. Kantitatif (nicel) yöntemler yani anket uygulaması genel manzaraları, tasnifleri tespit etmek üzere çok büyük fayda sağlıyor. Araştırma sahası bittikten sonra da ileri istatistiki yöntemlerle elde edilen veri tabanının içinden çok daha sofistike bilgileri derlemek mümkün oluyor. Ancak ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, önceden ne kadar test edilmiş olursa olsun, görüşülen kişilere sunulan sorular araştırmacının hazırladığı sorular… Bu sorularla toplumdaki büyük farklılaşmaların ayrıntısına girme imkânı çok yok.
İşte kalitatif (nitel) tekniklerin büyük avantajı da burada başlıyor. Görüşme yapılan kişiyle eğer iyi bir irtibat kurulabilirse, araştırmacının ve genel kamuoyunda hâkim söylemlerin ötesine geçip, insanların duygu hallerinin derinliklerine, dolayısıyla yeni sözlere ve alternatiflere ulaşmak daha mümkün oluyor. İşte nicel yöntemle Türkiye ortalamasına dair temsili bir bilgi toplarken, toplumdaki farklı kutupların zemini olduğu varsayılabilecek kesimler nezdinde nitel yöntemle bu temsili bilginin alt tabakalarına indik. Özellikle kutuplaşmanın çok konuşulduğu bir ortamda, her iki yöntemin avantajlarından yararlanmak üzere hem nicel hem de nitel teknikleri kullanarak veri topladık. Tabii, dolayısıyla elimizde inanılmaz zenginlikte bir kaynak birikmiş oldu.
Herkesin kutupsallaşmadan bahsettiği özellikle siyasetin bu durumdan beslendiği, kutupsallaşmayı aşmaya yönelik çabaların da çoğunlukla yetersiz kaldığı veya yeniden üretildiği bu ortamda veri sağlama ve anlam verme bağlamında da çok önemli bir araştırmaya imza attınız. Peki, siyaset kurumu sizin çalışmanızla ilgilendi mi ve ilgilendiyse daha çok hangi siyasi partiler ilgilendi?
Siyaset kurumu içinde herkes ilgilenmedi. Ya da belki ilgilenmişlerdir ama ne bize ne de kamuoyuna belli ettiler! Sanırım kutuplaşmadan beslenenler için bu araştırma iyi bir referans değil, bu yüzden araştırmanın kamuoyunda duyulmasına katkı sağlamak istemediler. Ama en genel olarak araştırma, siyasette muhalefet diyebileceğimiz kesimlerde ve sivil toplumda, ana akım olmayan medyada daha çok dikkat çekti.
‘ARTIK TOPLUMUN GELECEĞİNE ÇOK DAHA İYİMSER BAKIYORUM’
Çalışmaya başlamadan önce Türkiye toplumsal mozaiğini derin çatlakları ile birlikte nasıl görüyordunuz. Bu çalışma sizin bakışınızı ne kadar değiştirdi?
Biz de herkes gibi satıhtaki çatlaklar görüntüsünden çok etkilenen insanlarız. Çünkü o kadar güçlü bir kutuplaşma dili var ki, bundan etkilenmemek mümkün değil. Ama eğer biraz sosyal bilim yapıyorsak, teorik olarak tek yönlü bir durum tespiti yapmak mümkün değil. Aynı şekilde, biraz kendi dışımızdaki dünyalara girip, başkalarının gündelik hayatlarında dolaştığınız zaman da çatlak görüntülerinin altında çok güçlü başka ruh halleri ve duygu dünyaları olduğunu görmemek mümkün değil. Ayrıca, ne olursa olsun, şundan emindik; biz bu toplumda bir arada yaşanabileceğini hisseden, buna inanan ve bunun için uğraşmak isteyen insanlarız. Yani hâkim söylemlere esir olmak yerine, bir arada yaşamanın, umudun sözünü güçlendirmek ve yaygınlaştırmak niyetinde olan bir vakıfız. Dolayısıyla araştırma sonuçları bizim umudumuza çok güçlü bir altyapı oluşturdu. Ben kendi adıma, bu araştırmadan sonra toplumun geleceğine çok daha iyimser ve umutlu bakıyorum.
'KUTUPLAŞMALARI KARŞILAŞMALAR SAYESİNDE AŞABİLİRİZ'
Covid-19 salgınıyla birlikte hepimizin ortak meselesi sağlık oldu. Bu anlamda bir arada yaşama kapasitemizin artması gerekirken neden daha da kırılgan bir hale geldi? Anket sonuçları bu konuda bize neler söylüyor?
Ne yazık ki, toplumsal süreçler her zaman rasyonel bir mantıkla ya da öngörülebilen biçimlerde yürümüyor. Marmara depremi gibi yarattığı “korkunçluk” duygusu bakımından insan tahayyülünü çok aşan felaketlerde toplumsal kesimler bütün varlıklarıyla kendilerini kurtarma ve yardım faaliyetlerine vakfedebiliyorlar. Yaşanan felaketler de her zaman aynı sonucu üretmiyor. Mesela Marmara depremi sonrasında depremi seküler kesimlerin günahlarına bağlayan ve “7.4 yetmedi mi?” diyerek bir “cezalandırma” olarak gören, depremin acılarını paylaşmayan kesimleri de biliyoruz. Benzer şekilde, Van depremi sonrasında, bazı insanlar deprem bölgesine içi taş ve kirli çamaşır dolu koliler yolladılar… Bir televizyon programcısı yayını sırasında deprem acılarını kategorize ederek, “herkes haddini bilecek” diyerek aklınca ders verdi. Bunun yanı sıra en son İzmir depremi sonrasında bütün şehir yardım konusunda seferber oldu. Ancak bizzat siyasi gerilim ve kutuplaşmalardan beslenen bir siyasi otorite var ve bu otorite başka siyasi ve toplumsal grupların bu felaketler karşısında “yardımsever” imajı kazanmasına tahammül edemiyor ve bütün yardımları kendi ideolojik hegemonyası altından organize etmeye çalışıyor.
Öte yandan siyasi gerilimlerle dolu bir toplumun özel şartları olmasının yanı sıra, dünya çapında güvensizlik duygusunun çok baskın olduğu bir zaman dilimi yaşıyoruz. Muhtemelen çok karmaşık bir süreç ama en basit ifadesiyle modern-ulus-devlet modelinin yarattığı “ışıklı ufuklar” rüyasının sonuna geldik. Ya da modernizmin çokbilmiş dilinin ikna ediciliği artık sona erdi. Bundan sonra daha mütevazı ve daha çoğul diller üretinceye kadar, şimdilik o belirsizlik halinde popülizm ve totalitarizmlerle muhatap olacağız gibi görünüyor. İşte Covid de böyle bir dönemde başımıza gelmiş bir dert ve Covid gibi bir sağlık sorunu bile insanları bir araya getirmek için vesile olamıyor. Ek olarak deprem gibi büyük felaketlere kıyasla, Covid evlere kapanarak, tek başına yaşanan bir sorun oldu. Her ne kadar bulaşması toplumsal olsa da yaşanması bireysel bir olay; bu yüzden de insanları ortaklaştıramıyor. Araştırmamızın en önemli sonuçlarından birisi “kutuplaşmaları karşılaşmalar sayesinde aştığımız” yönündeydi. İşte “ortak” bir mesele olarak Covid, “karşılaştırmayan”, tam tersine “uzaklaştıran” bir mesele oldu.
‘VATAN MİLLET MESELELERİNDEN ÇEVRE SORUNLARINI KONUŞAMIYORUZ’
Çalışmanızda özetle, “İnsanlar reel siyasetin ötesine geçebildiklerinde doğadaki felaketi görebiliyorlar. Aynı zamanda doğa, siyasi kutupsallaşmayı aşmak için çok güçlü bir ortak payda yaratıyor” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?
Yediğimiz ekmekten, peynirden eğer yiyebilirsek ete, denizlerden akarsulara, dağlara bayırlara, iklimden eko-sistemin tüm ayrıntılarına kadar tüm gezegen büyük bir tehdit altında. İnsanların gündelik hayatları bütün bunların yansımalarıyla dolu. Her köşe başında bunlar konuşuluyor. Köyün dibine gelen maden işletmesinin, ağaçları kesen HES’lerin yarattığı seller ve kuraklık, yediklerimizle çoğalan kanser vakalarıyla dertlenip duruyoruz. Ama bunlar “önemsiz” (!) gündelik hayatın sorunları olarak marjinalleştiriliyor… Her türlü iktidar kapasitesinin yanı sıra, gündem belirleme gücüne sahip siyaset ve devlet erbabının yönlendirdiği “ulvi” (!) vatan millet meselelerinden çevre sorunlarını konuşabilmeye takatimiz kalmıyor. Çünkü bu “ulvi” olma iddiasındaki “üst” dil, yarattığı kutuplaşmalar vasıtasıyla ortak alanlarımızın gündeme gelmesini engelliyor. Araştırma raporunda altını çizmeye çalıştığımız mesele de işte bu… Çünkü insanlar, dindar, seküler, Kürt, Türk, Alevi, Sünni kimlikleri fark etmeksizin zaten çevre sorunlarını “bir arada” yaşıyorlar. Ve karşılaştıkları zaman, çevreye verilen felaketler karşısında bir araya gelip konuştukları zaman, söz konusu kimliklerin ötesinde, içtikleri suyun, soludukları havanın ortak olduğunu hissettikleri zaman, kutuplaştırıcı dilin tahakkümünden sıyrılıp, bir arada yaşamanın ortak paydasını buluyorlar.
'ASLINDA KUTUPLAŞMA İKTİDAR DİLİNİN 'NORMALİ''
Ama Türkiye’de neredeyse herkesin “kutuplaşma”yı konuştuğunu, siyasi aktörlerin kutuplaştırıcı bir dil kullandığını söylerken, kutuplaşmanın olduğunun “bilimsel” olarak da ispatlandığını ifade ediyorsunuz. Peki, böylesine kutuplaşan bir toplumda “bir arada yaşama”nın imkânı nedir?
Toplumsal olaylar, hareketler ya da çok daha basit tezahürlerin hiçbiri tek bir kalıp altında tanımlanamaz ve anlatılamaz. Toplum çok farklı katmanlardan oluşan karmaşık bir ağdır. Sürekli değişen güç ilişkileri içerir. Ancak var olan güç ilişkileri içinde ortaya çıkan düzenden en çok çıkar sağlayanlar için bu karmaşıklığın, farklı insanlık hallerinin basitleştirilerek sunulması yönetmeyi kolaylaştırır. “İlericiler”, “gericiler”, “dindarlar”, “kâfirler”, “vatanseverler”, “vatan hainleri” gibi sınıflandırmalar ağırlık koyan bir “normallik” dili yaratır ve alternatif düşünenleri, alternatif yaşam tarzlarını marjinalleştirmeye çalışır. Yani “bizimkiler” ve “ötekiler” ya da “düşmanlar” şeklindeki dil bir arada yaşatmaktan ziyade, ortalamanın gücüyle yönetmeyi amaçlar. Yani aslında kutuplaşma iktidar dilinin “normalidir”; insanların, hayatın, gündelik hayatın “normali” değildir. İnsanların “normali” karmaşıklık ve çoğulluk içinde, zorlanarak, kolaylıklar üreterek bir arada yaşamaktır. Yani gündelik hayatın üzerine empoze olan kutuplaştırıcı kabuğu kaldırabilirsek, zaten altta var olan bir arada yaşamanın mümkün olduğunu görebileceğiz.
'BU ÇALIŞMA SİYASAL VE SOSYAL BİR İÇERİK TAŞIYOR'
Araştırmanın sadece entelektüel ya da akademik bir bilgi üretme amacı taşımadığı, aynı zamanda kültürel bir kazı yaparak, toplumun elindeki imkânları görünür kılmayı hedeflediği, dolayısıyla “siyasal ve sosyal” bir içerik ve amaç taşıdığını söylüyorsunuz. Bu anlamda sizce siyaset yapıcıların konuya derinlikli olarak eğilme ihtimali var mı?
Evet, yaptığımız araştırma sadece bizim entelektüel meraklarımızı tatmin etmek üzere tasarladığımız bir çalışma değil. Bütün kutuplaştırıcı dile rağmen, “hayır, kutuplaşmayacağız ve işte bu veriler de bu iddianın maddi temeli!” diyerek, üretilen bu bilgi bir yerlerde duyulmalı diyoruz. Dolayısıyla bu haliyle, bu çalışma siyasal ve sosyal bir içerik taşıyor.
Öte yandan, siyaset yapıcılar tek ve homojen bir grup değil. O alan da kendi içinde çok farklılıklar içeriyor. Tabii ki genel bir siyasetin değil ama siyasetin içinde olup, çoğulluğun dilini benimseyen aktörlerle birlikte bu ihtimal güçlendirilebilir. Yani aslında bir yandan sivil toplumun içinde diğer yandan siyaset düzleminde bıkmadan, bir arada yaşamanın dilini güçlendirmek, bu yönde “sözü ele geçirmek” gerekiyor…
'KÜÇÜK BİR AZINLIK ELİT DIŞINDA HERKESİN DERDİ'
Sonuçları itibari ile araştırmadan sonra toplumun bir arada yaşama ve toplum olarak varlığını sürdürebilme iradesini ve değer birikimini görebildiniz mi? Hala umut var mı?
Evet, tabii ki, hem de çok… Kutuplaştırıcı kabuğu kaldırdığınız ve “resmileşmiş” söylemlerin ötesine geçtiğiniz zaman, alttaki nebulanın içinde iradeyi görebiliyorsunuz. Çünkü karşılaşma, temas sağlandığı zaman, insanlar öteki diye tanımlanan insanlarla ne kadar çok ortak yönleri olduğunu görüyor ve başkalarıyla vazgeçilemez derecede iç içe olduğunu anlıyorlar.
Bir önceki sorunuzla birlikte düşünürsek, bir arada yaşamak herkesin derdi aslında. Sadece belki siyasi, ekonomik, kültürel birçok kaynağı kontrol eden ve bir arada yaşamayı işine gelmediği için görmemeyi tercih eden küçük bir azınlık elit dışında herkesin derdi… Ancak, her ne kadar kutuplaşma dilinden beslenseler de bu araştırma onlar için de uzun vadede faydalı bir şey… Bir arada yaşama arzusu, siyasi bir ekip olarak değil ama insan olarak onların da arzularına tercüman oluyor. Yani bu araştırma onların da kendileri ve çocukları için çok umut veren sonuçlar taşıyor. Bu umuda onlar da tutunursa hem onlar için hem herkes için daha iyi bir dünyayı kurma yönünde bir basamak sağlıyor.